11 Eylül 2021 Cumartesi

 


HÜSNÜ LATİF EFENDİ

Daireye tepeden inme atanan müdür bey biraz önce odasına çağırmış, önce öksürerek boğazını temizlemiş, sonra da kibarca, ‘’Hizmetleriniz için teşekkür ederiz. Ama artık genç arkadaşlara ihtiyacımız var,’’ demişti. İki büklüm çıktı odadan, şaşırmış, ne yapacağını bilmez haldeydi. Otuz yılını geçirdiği, ne uzayıp, ne kısaldığı masasına giderek dosyaların üzerinde gezdirdi parmaklarını. Daha bitiremediği ödeme cetvelleri, yarım kalmış muhasebe işleri vardı. Kime teslim etsem ki bunları? Hiçbiri dikkatle yapmaz ki.  Sabah sekizde geldiği, akşam beşte terk ettiği bu evrak, kâğıt,  toz kokan büro, yaşamının en önemli parçası ve amacıydı. Ayaklarını sürükleyerek masasından uzaklaştı; yıllardır değiştirmediği emektar devetüyü ceketini giyerken yeni yetme genç çalışanlar arkasından kıs kıs gülüyorlardı.   Ufak tefek cüssesi, solmuş kahverengi fötrü ile Hüsnü Latif Efendi kendini dışarı atıp, derin nefesler alıp yürümeye başladı.

Yıllardır evi ve dairesi arasında, yolunu değiştirmeden pinpon topu gibi gidip geldiği yolda,  yaşadığı hayal kırıklığı ve hüzünle her zaman alışveriş yaptığı markete girince dükkân sahibi,‘’ Ooo, Latif Efendi, hoş geldiniz. Erkencisiniz bu gün,’’ dedi. Latif Efendi, sabah evden çıkarken karısının eline tutuşturduğu listeyi cebinden çıkardı: ‘’ Ayçiçek yağ, patates, taze fasulye, salça…’’  Yüzünü buruşturdu, midesi bulandı, sıkıntılı yüz ifadesiyle şöyle bir etrafına baktı. Bir büyük, göz kırpıyordu vitrinden. Acaba alsam mı? En son ne zaman rakı alıp gittim acaba eve? Karısının rakıyı görünce,‘’  Nerden çıktı bu şimdi? Yıllar sonra.  Ne çok eksik var bu evde? Haberin yok sanırım. Bunca yıldır masa başında çalıştın da bi’ hayrını göremedik. Millet ev, araba sahibi oldu. Bizse…’’ sözleri ile uzayacak dır dırdırlarını hatırladı. Onunla evlendiği ilk günlerdeki gül yüzünün zamanla sadece konuşan aslanağzına dönüşmesi ne zaman olmuştu ki! Hele ki işten çıkarıldığını duyunca söyleyeceklerini hayal bile edemedi.  Abisi köşeyi dönmüş. Bana hatırlatıp durur da nasıl döndüğünü söylemez. Ben bilmiyorum sanki. Defterlerle birazcık oynarsan köşeyi de dönersin, virajıda. İri yarı, kırlaşmış şakaklarını koyu siyah ile boyayan adam geldi gözünün önüne. Lacivert Mercedes’ini evin önüne getirince kornayı basar, çocuklar ‘dayım geldi,’ diye koşarlardı. Kart zampara ne olacak? Sıcak basınca ceketinin düğmesini çözdü, bir solukta,  ‘’ Bir büyük. Biraz kaşar, yüz elli gram pastırma tartıver,’' deyince market sahibi göz kırpıp, ‘’ Hayrola! Âlem mi var Latif Efendi? ‘’ dedi.  Cevap vermedi, beyaz peynir,  tereyağı da ilave ettirip ellerinde iki dolu poşet çıktı dışarı.  

Her gün ezip geçtiği, tabanlarına aşina olan Arnavut kaldırımında durup önünde yükselen dik yokuşa baktı. Eski evler yorgun birbirine yaslanmış, asırlık ağaçlar dallarını uzatmış bahçelerden dışarı. Aralarda birkaç tane çok katlı bina şehrin ruhuna Fatiha der gibi dikilmişlerdi. Yokuşun ortasına geldiğinde torbalarını bırakıp elini beline koydu,  nefesi daralır gibi oldu. Ceketini de çıkarıp koluna attı.  Hava serindi ama sıcak sıcak terliyordu. Sağındaki üç katlı mozaik taş cepheli apartmanın merdivenine çöktü. Cebinden aldığı mendille alnını sildi. ‘’ Ne oldu beyefendi, iyi misiniz?’’ sesleri gelince kulağına çevresine bakındı.  İlk katın penceresinden önce simsiyah dalgalı gür saçları, sonra da kor dudaklı, elma yanaklı genç kadını gördü. Ağzındaki sakızı dolandırarak patlatırken yine sordu? ‘’Ne oldu beyefendi, hasta mısınız?’’  Uzandığı pencereden şarkılar sızıyordu sokağa.  Biraz önce belalısından zılgıtları yemiş, o çekip gittikten sonra ise radyoyu açıp şarkılı türkülü bir kanal bulmuş, odadaki ağır romanvari havayı dağıtmıştı. ‘’Size su getireyim,’’ deyip, elinde bardak, üç kat fırfırlı allı basma eteği,  kırmızı ojeli ayaklarına giydiği eflatun terlikleri, pembe beyaz topuklarıyla yanında bitti. Suyu uzatırken adamın elindeki dolu torbaları, içindeki bir büyüğü görünce gözleri ışıldadı. ‘’Hadi, hadi, gelin içeride biraz dinlenin. Şimdi bu halde yürümeyin. Valla yolda düşer kalırsınız.’’  Adam, ‘’ Yok, yok, eve gideyim ben,’’ derken, ‘’ Aaa, haliniz mi var ki? Biraz nefeslenin, gidersiniz,’’ deyip koluna girdi.  İtiraz edecek hali yoktu,  nefes nefese munis bir şekilde yeni pişmiş taze fasulye kokan evde buldu kendini. Kadın adamı koltuğa oturtup yanındaki sehpaya suyunu koyarak sektirmeye başladı. Kat yerleri belli, beyaz bir masa örtüsünü şöyle bir silkeleyip serdi. Taze fasulye, yanına şakşuka... Bir de bol naneli mevsim salata. İki ince uzun kadehi de doldurup kendisini sessizce izleyen adama:‘’ Gel, gel hadi. Tansiyonun düşmüştür senin. Bunları yersen hiç bi’şeyciğin kalmaz,’’ diyerek masaya çağırdı. Latif Efendi, ‘’ Ben gitsem artık,’’ derken o, ‘’Hadi, nazlanmayın artık,’’ diyerek kadehini kaldırdı, ‘’ Şerefe tanrı misafiri. Aaa, adınız neydi acaba? ’’  Adam, ‘’ Hüsnü Latif,’’ deyip gözlerini kadınınkilerden kaçırarak, ‘’ Size de zahmet verdim,’’ deyince, genç kadın ağız dolusu bir kahkaha attı: ‘’ Ne zahmeti Hüsnü Latif Bey.  Yiyelim, içelim bu gece. Gevşetin canım şu kravatınızı. Gevşeyin sizde,’’ deyip adamın tabağına bir parça beyaz peynir koydu, yanına bir dilim pastırma. Bir taraftan da radyodaki Zeki Müren’e eşlik ediyordu. ‘’Yalan dünya, her şey bomboş, hancı sarhoş, yolcu sarhoş,’’  ‘’Siz de söyleyin ama. Müzik tüm sıkıntıların ilacıdır,’’ deyince Hüsnü Latif Efendi’de  ‘Bey’ olmanın farkı ile sırtını dikleştirdi sandalyede.

 ‘’ Ben nerelerde sahneye çıktım, biliyor musunuz Latif Beyciğim,’’ ‘’ İstanbul’un en önemli pavyonlarında... Posterlerim asılırdı boy boy. Ama şimdi izin vermiyor çalışmama benimkisi,‘’

Adam onun yüzüne yerleşmiş gülüşünü zevkle seyrederken başka bir âlemde olduğunu düşündü. Karısının yıllar önce beklediği hayattan umduğunu bulamayınca yüzüne temelini attığı çatık kaşları geldi gözünün önüne. Bir türlü veremedim istedikleri hayatı. Günyüzü göremediler benim yüzümden. Çalıp çırpsaydım keşke. Ne olurdu ki? Yüzüme gülerler, arkamdan şerefsiz derlerdi. Deselerdi. Karım mutlu olurdu hiç olmazsa. Kadehini tamamlıyordu genç kadın o içtikçe. Ortamın büyüsü bozulacak diye korktuğundan sessizce kadını dinliyor, o gülünce gülüyordu. O da mırıldanmaya başladı şarkıları. ‘’yalan dünya, her şey bomboş,’’   Kravatını çıkarıp sandalyeye asarken, ‘’ Yıllardır dinlemeye dinlemeye sözlerini unutmuşum. Ahh yıllar. O zamanlar müdür olma hayallerim vardı. Geleceği parlak okumuş genç. Ama… Bir kuru teşekkür edip gönderdiler. Çalmadım, çaldırmadım. Namusumla çalıştım. Mükâfatı bu işte…’’ diye anlatmaya başladı.  Adamın hüzünlendiğini görünce genç kadın, ‘’Boş verin efendim. Şu hayatta kim kime yaranabilmiş ki? Namus vicdanındır. Yoksa  en namuslu sözler en namussuzların dilindedir  bu hayatta.  Hadi biz şarkıya devam edelim. Şu güzel anımızı zehretmeye değer mi?’’ deyip havayı değiştirdi. ‘’ bir garip yolcuyum, hayat yolunda,’’  Latif Efendi taze fasulyeden bir çatal alıp : ‘’  Ömrümde yediğim en güzel fasulye,’’ deyince, kadın cilveli, ‘’ Huzurla yenen acı bile bal eyler efendim. Afiyet, şeker olsun,’’ dedi.

Şen şakrak konuşmalar, Zeki Müren’in o muhteşem sesi,  şarkıları ve hafif bir baş dönmesiyle koltuğa geçtiklerinde genç kadın ayaklarını toplayarak oturduğunda eteklerinden taşan pürüzsüz dizleri dizlerine değdi.  Pembe beyaz topuklar yanı başındaydı. Sevgilisini ilk kez öpecek olan bir delikanlı gibi kalbi coşmuştu. Kadın, ‘’Ben size bir ferah kahvesi yapayım,’’ deyip yanından kalkınca, kanepeye kıvrıldı. Zeki Müren’in o pürüzsüz sesi, düzgün Türkçesiyle söylediği  ‘’ yalan dünya, her şey bomboş,’’ sözleri çok derinden kulağına gelirken, göğsüne kocaman bir kaya oturup nefes almasını engelledi.   Kadın elinde kahveler ile geldiğinde yüzünde tatlı bir gülümseme ile kıvrılmış adamı görünce, ‘’Ancak rahatladı zavallıcık,’’ deyip üzerini örtmek için ceketi alınca, cüzdanı yere düştü,  kadın el çabukluğuyla alıp koltuğun minderinin arasına sıkıştırıverdi.  Mutfağı toplarken müzik değişmiş, ‘‘ ömrümüzün son demi, ‘’ demeye başlamıştı şimdi. ’ Müzeyyen Senar.   İşi bitince adamı uyandırmak için dürttü omuzundan hafif hafif. Tepki vermeyince, ‘’Latif Bey, Latif Bey,  uyanın geç oldu,’’ derken adamın sol kolu kanepeden, kadının ağzından bir çığlık da pencereden sokağa düştü.

                                                                                                                               NAZAN ÇİNKO

 

21 Ağustos 2021 Cumartesi

 



ÇİLE KADINIM ÇİLE

Dünyanın en fakir ülkelerinden olan Afganistan’da kadınların durumu içler acısı. Yaşamın giderek zorlaştığı coğrafya da kadın olmak hiç de kolay değil. Afganistan kadınlar için en tehlikeli ülke sıralamasında hep birinci sırada.

Taliban’ın şeriat kanunlarını uyguladığı, ( kıyafet zorunluluğu, yanında erkek olmadan ve saçlarını ve bedenini saklayacak şekilde tamamen örtünmeden evden çıkması, kamusal alanda konuşması, bisiklet sürmesi, ses çıkaran topuklu ayakkabı giymesi, yine yanında erkek olmadan sağlık hizmetlerinden yararlanması… ) uymadıkları takdirde kırbaçlanmak, taşlanmak gibi cezalar kadının kaderi olduğu bir ülke burası. Örn: 1996’da Taliban savaşçıları oje süren bir kadının başparmağını kesmişti.

11 Eylül saldırılarından sonra 2001’de ABD öncülüğünde kurulan koalisyon müdahalesiyle Taliban iktidardan uzaklaştırılınca kadınlar özgürlüklerini ve toplumsal kazanımlarını kısmen de olsa elde etmişlerdi. 2010’lu yıllarda  iş gücü oranları % 22’ lere kadar yükselmişti. Şimdi ise Taliban’ın dönüşüyle 20 yıldır elde ettikleri kazanımları tehdit altında. Her ne kadar şu anda iktidarı ele geçiren yöneticiler ortamı germeyecek, kadınların sahip oldukları hak ve özgürlüklere dokunulmayacağını açıklasa da sahadaki davranışları bunu kanıtlamamakta.

Ülkenin ilk kadın belediye başkanı Zarifa G: ‘’ benim gibi insanların peşine düşecekler ve beni öldürecekler. Bekliyorum.’’ Diye seslendi.

Afgan yönetmen Sahraa Kerimi : ‘’ hey, bu koca dünyanın insanları, lütfen susmayın, bizi öldürmeye geliyorlar,’’ diye çığlık attı.

Kadına bu düşmanlık neden? Neden kadını kapatmak isterler dört duvarın arasına? Saç telinden niye ödleri kopar? Ya da küçücük bedenlerden…

Taliban sadece Afganistan’da değil ki. Bütün dünyada. En gelişmiş ülkeden en yoksuluna, tüm ülkelerde kadınlar; şiddetin, cinsiyetçi uygulama ve "geleneklerin" her türlüsüne maruz kalıyor. Kadına yönelik şiddet için uluslararası kuruluşların ortaya koyduğu veriler, bunun dünyanın genel sorunu olduğunu açıkça gösteriyor. Dünya Sağlık Örgütü tarafında yayınlanan rapora göre, dünya genelinde her 3 kadından 1'i yani yaklaşık 736 milyon kadın fiziksel ve cinsel şiddete maruz kalıyor. Almanya’da istatistik bilgilere göre her dört kadından biri hayatında en az bir kez ev içi şiddete uğruyor. Brezilya'da 2013'te yapılan bir çalışmada, tecavüz vakalarından "salgın" olarak bahsediliyor ve her 11 dakikada bir kadının tecavüze uğradığı bilgisine yer veriliyor. Son 4-5 yıldır iç savaşın sürdüğü Yemen, Cinsiyet Uçurumu Raporunda 2006’dan beri en sonuncu sırada. Kadın sünneti, erkeğin izni olmadan tıbbi muayene ve tedavi görememe gibi oldukça sert uygulamaların gündemde olduğu ülkede, gıdaya erişim demokratik hak arayışından daha öncelikli bir gündem. Nüfusun yüzde 80’nini oluşturan 24 milyon insan acil yardım ihtiyacı içerisinde. 1.1 milyon emzikli veya gebe kadın kötü besleniyor. 3 milyon kadın ve kız çocuğu şiddet tehdidi altında yaşıyor. Kız çocuklarının yüzde 36’sı evlendiriliyor.

Kadına bu düşmanlık neden? Neden kadını kapatmak isterler dört duvarın arasına? Saç telinden niye ödleri kopar? Ya da küçücük bedenlerden.

Ruhsal bir Düdüklü Tencere; Erkeklik: Erkeklerin iktidarlarını kurmak için başvurdukları yollar aslında çelişkili bir biçimde büyük korkuların, erkeklerin kendilerine dair hissettikleri acının kaynağını oluşturmaktadır. İktidarın hakim olma ve kontrol etme kapasitesi olarak kurgulandığını, “güçlü” biçimde davranabilme becerisinin kişisel bir zırh girmeyi ve diğerleriyle korkuya dayalı bir mesafe bırakmayı gerektirdiği dikkate alınırsa ve eğer iktidar ve ayrıcalık dünyası bizleri çocuk yetiştirme ve bakım dünyasından uzaklaştırıyorsa, işte o zaman iktidar deneyimleri arızalı sorunlarla dolu erkekler yaratıyoruz demektir. Erkeklik düzeyine ulaşmada yaşanan başarısızlıkların yarattığı kişisel güvensizlikler veya daha basit bir ifadeyle başarısız olma korkusu erkekleri, özellikle gençken, bir korku, tecrit, öfke, kendinden nefret etme ve saldırganlık girdabına itmeye yeterli olmaktadır. Bu duygusal durum içerisinde şiddet bir telafi mekanizması olarak ortaya çıkmaktadır. Erkeklik dengesini yeniden sağlamanın ve kendisine ve diğerlerine bir erkek gibi yaşadığını beyan etmenin yolu olarak şiddet kullanılmaktadır. Şiddet ifadesi genellikle fiziksel olarak daha zayıf ve savunmasız bir hedef seçimini de içermektedir. Bu hedef bir çocuk veya bir kadın, eşcinsel erkeler veya dinsel-toplumsal bir azınlık gibi özel bir grup veya göçmen kesimler olabilir. Söz konusu grupların kanun tarafından daha az korunabilecekleri de düşünüldüğünde erkeklerin güvensizliklerini ve öfkelerini dışarı vurmaları için şiddete başvurmaları çok normal olmaktadır. (Michael Kaufman , Erkek Kaynaklı Şiddetin 7 Nedeni)

 

5 Haziran 2021 Cumartesi

 





BU KİTABI OKUYUN, HAYATINIZ DEĞİŞSİN…’’TATAR ÇÖLÜ – DİNO BUZZATİ ‘’

Yüzbaşı Drago 6 aylık süre için görev yapmak üzere ülkenin en kuzeyinde, önünde uçsuz bucaksız bir çöl –TATAR Çölü - serili olan Biotini kalesine tayin olmuştur. Amacı sonrasında hemen şehre geri dönmektir. Kale, üstleri tarafından unutulmuş, umursanmayan bir kaledir aslında. Hatta kaleye saldırması beklenen,  bir zamanlar buralarda yaşadığı sanılan Tatarlar bile efsanelerde kalmıştır. Ama yaratılan düşman ve kahraman olma arzusu bu çöl ortasındaki kalede, tekdüze hayatın içinde olan askerin motivasyonunu ateşlemektedir. Bu süreçte Drago ve arkadaşları kuzeyden gelecek olan düşmanı ve savaşarak ulaşabilecekleri onur payesini ve kahraman olmayı bekleyerek hiç anlamadan yıllarını geçirmişlerdir. Ki zaman acımasızdır, kimi zaman bir şelale, kimi zaman akreple yelkovanın maratonu gibi hız limitini aşmaktadır.- Bir düşmanın varlığı her zaman ideolojilerde kitleleri uyuşturmak adına işe yaramaktadır. -

Zamanla benimsenen rutin, çölün esrarengiz, durağan görüntüsü alışkanlık yaratır. Öyle ki , Drago kaledeki ilk gecesinde sarnıçtan damlayan su yüzünden uyuyamaz. Sonrasında alışır.  Hatta evine izinli gittiğinde bu sefer de su sesi olmadığı için uyuyamaz. Ve geri dönme isteği uyanır içinde. Konforlu odasını, üzerini titreyen annesini, kadınları, şehrin eğlencesini, iş güç sahibi olmuş arkadaşlarını bırakıp, durağan hayatına geri dönmek ister.

Kaledeki rutin hayat bir koza gibidir. Güvenli, alışıldık. Alışkanlıkların tanıdık rahatlığını kaybetmemek için Dragon bir türlü tayin istemez. Nasıl olsa istediğim zaman geri dönebilirim düşüncesi ile erteleyerek gençliğini ve sonrasında tüm hayatını bir kaleye teslim eder.

Ama Dragonu hayal kırıklığına uğratıp,  biraz kendine gelmesini sağlayan olay,  şehre gittiğinde sadece ilk ve son kez tayinini istemek için komutanın yanına çıktığında, kalenin asker sayısının azaltılacağını öğrenmesi ve birçok arkadaşının dilekçe yazmış olması ve kimsenin birbirine haber vermemesi olmuştur. Oysa Drago kaledeki herkesin isteyerek kalıp,  düşmanı beklediğini sanmıştır. Arkadaşları kendisini aptal yerine koymuşlar alay etmişlerdir. Haksızlık ciddi bir yaraya dönüşür yüreğinde. İstifa da edebilirim, sonuçta gencim daha der, yine. Ve sonuçta arkadaşları ellerine fırsat geçer geçmez birer birer ayrılırken o daha önce farkına varıp dilekçe yazmadığı için kalmaya devam etmiştir. –

Ve Drago sonuçta otuz yılını kalede geçirmiştir. Bu kadar yılın sonunda ise olmayacak olan gerçekleşmektedir. Düşman kale surlarına yaklaşmaktadır. Ve o sırada Drago ciğerlerinden hasta yatmaktadır. Bu haberle ömrü boyunca beklediği düşmanın geleceğini duyunca çok mutlu olur, en azından kahraman olarak ölecektir. Herkese bu kalede ömrünü boşuna geçirmediğini gösterecek, kahraman olarak anılacaktır. Fakat kale komutanı hastalığı nedeniyle sorumluluk almak istemeyip Drago’yu kalede tutmayıp şehre göndermeye kalkınca ikinci kez yıkılır.

‘’Tüm yaşamı dünyadan tamamen tecrit edilmiş bir şekilde orada geçmiş, otuz yılı aşkın bir süre düşmanı beklemek için kendini her türlü zevkten mahrum kılmış, şimdiyse, tam düşman gelirken kovulmuştu. ‘’ ‘’Onurlu bir ölümü de kaybetmiştir Drago…’’ ( kitaptan)

‘’ Varoluşun anlamsızlığı boylu boyunca serilir önüne. Gündelik hayatın durağan ritmi, alışkanlıkların uyuşturucu etkisi ruhunun derinliklerine işlerken Tatar Çölü’nün sadece kendisinin değil aynı zamanda insanlığın sınır bölgesi olduğunu anlar’’(kitaptan)

…………………………………………………

 O kadar etkileyici bir kitap yazmış ki Buzotti.  Biotini Kalesi hepimizin kalesidir. Evimizdir… Şehrimiz, mahallemiz, köyümüzdür. Çöl ise hayatın tekdüzeliği ve değişmezliğidir.  Bu tekdüzelik uyuşturucudur, atalet olarak sıvanır insanoğlunun üstüne. Alışmak kolay ve Rahat olandır. O yüzden insanlar risk almaz, karşı koymaz, boyun eğer kurallara. Alacağı kararları ‘’daha gencim, önümde çok zaman var’’ diyerek erteler.  Hep ileridedir onların Tatarları. Şan, şöhret, para, pul. Bir nevi körlük yaşatır insana tekdüzelik.  Sezgileri körelir, çevresindeki oluşmaya başlayan toplumsal çürümeyi de, bireysel kötülükleri de fark etmez. Çölü seyreder durur. Ta ki beklediği, yıllardır gözlediği düşman gelene kadar. Ne yazık ki o da ölümdür…

20 Mart 2021 Cumartesi




DÜNDEN BUGÜNE  ŞİİR GİBİ  KADINLAR

DİDEM MADAK’tan –annesizlikten şair olmuş özlemlerin kadını-

Çiçekli Şiirler Yazmak İstiyorum Bayım

Büyük gemiler de yok artık bayım

Büyük yelkenler de

Büyük kâğıtlar yakmak istiyor şimdi canım.

İşte az önce bir karabatak daldı suya

Bir süredir kayıp

Dünyayı yutmuş olarak çıksa da ortaya

Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.

Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.

Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen

Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?

Bir gül, bir güle derdi ki görse

Yalan söylüyorum

Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.




MİHRİ HATUN( 1460-1506 ) –osmanlı döneminin divanı ilk elimizde bulunan kadın şairi-

Râzıyam cânâ gerek ağlat gerek güldür beni   (Ey sevgili! Beni ister ağlat, ister güldür, razıyım.)

Dönmezem senden gerek dirgür gerek öldür beni ( İster yaşat, ister öldür senden vazgeçmem.)

Mihrî’yem aşkunda dahi nice yıl yeldür beni (Ben nice yıl aşkının peşinden koşacak olan Mihrî’yim.)

Sâdıkam yolunda ben Allah hakkıçün begüm ( Beyim, Allah hakkı için ben senin yolunda sadığım.)




 FÜRUĞ FERRUHZAD (1934- 1967) –İran’ın kederli şairinin henüz 17 yaşında yayınlanan şiiri-  

Günah

Günah işledim lezzet dolu bir günah

Titreyen esrik bir tenin yanında

Tanrım ne bileyim ne yaptım ben

O karanlık susku dolu zulada

O karanlık susku dolu zulada

Baktım gözlerine gizemleriyle dolu

Gözlerimin çaresiz isteklerinden

Kalbim göğsümde çırpınıp durdu

O karanlık susku dolu zulada

Yanında darmadağın oturdum

Dudaklarıma heves döktü dudakları

Deli kalbimin üzüncünden kurtuldum

Aşkın öyküsünü okudum kulaklarına:

Seni istiyorum ey benim cananem!

Ey bağrı can bağışlayan, seni

 arzu alevlendi gözlerinde

kırmızı şarap raksetti kadehte

tenim o yumuşacık yatakta

kendinden geçerek titredi onun göğsünde

günah işledim hazla dolu bir günah

sıcak, ateşli bir kucakta

günah işledim demirden

ateşli, öç peşinde kollar arasında


SYLVİA PLATH –( 19932- 1963)tutkulu yaşayıp tutkulu gidenlerin sesi-

AYNA

Gümüştenim ve hatasızım. Önyargım yok.

Gördüğüm her şeyi yutarım anında

Tam olduğu gibi, puslanmadan aşkla ya da nefretle.

Zalim değilim, doğrucuyum sadece-

Küçük bir tanrı gözüyüm, dört köşeli.

Çoğu zaman karşı duvara dalar, düşünürüm.

Pembedir rengi, kum desenli. Öyle uzun baktım ki ona

Kalbimin bir parçasıdır sanırım. Ama titreşir.

Yüzler ve karanlık ayırır bizi tekrar tekrar.

Bir gölüm şimdi. Bir kadın eğilir üzerime,

Yoklar sınırlarımı, görmek için gerçekte ne.

Sonra döner o yalancılara, mumlara ya da aya.

Görürüm sırtını, yansıtırım bağlılıkla

Ödüllendirir beni gözyaşlarıyla, elleri çırpınarak

Önemliyim onun için. Gelir ve gider.

Her sabah yüzüdür karanlığın yerini alan.

İçimde boğdu bir genç kızı, ve içimdedir bir yaşlı kadın

Korkunç bir balık gibi, günbegün ona doğrulan.


SAPPHO,(MÖ.630 ) antik dönemin Yunanlı  cesur kadın şairi

'’dalın, en tepedeki dalın ucundan sarkar

elmanın en tatlısı;

bıraktılar orada onu, koparmadılar;

sanma ki unuttular;

uzanamadı ki kimse taa oralara'’

--------------------------------------------

‘’Ölüm kötü bir şey bak,

İşte tanrılardan belli

İyi bir şey olsaydı ölüm

Önce tanrılar ölmez miydi?’’

 

6 Mart 2021 Cumartesi

 




SUÇLU AYAĞA KALK

‘’Ne biçim babasın sen ya?  İyice ruhsuz bir adam oldun çıktın. Hiç mi düşünmüyorsun kızını.  İçeride ağlayıp duruyor dünden beri‘’

‘’Yahu ben burada para mı basıyorum? Söyleyin dershaneye,  önümüzdeki ay toptan veririz, dedim işte’’

‘’Yazıklar olsun sana. Başkalarına bulursun ama bilmez miyim ben? ’’

Telefonu canı sıkkın bir biçimde masanın üzerine attı. Kulağı hala içeride sessiz sessiz iç çeken kızındaydı.

Senin aklını aldı o kızıl yosma. Kızını bile görmez oldu gözlerin. İyi aile babasıymış. Hep sinsi, hep ikiyüzlüydün. Dışarıda cana yakın, konuşkan işadamı. Eve gelince yorgun. Surat bir karış. Bizi yaşlı ana babamın eline muhtaç ettin ya. İki kuruş için dil döktürüyorsun bana. Kendim için olsa. Asla. Ama kızım var işte. O anlayamıyor. Gittikçe içine kapandı.  İkimize de kırgın.  Ne hallere düştüm? Ah anne sen yaktın benim başımı. Zengin çocuk. Okumuş. Kibar, efendi.  Yere bakan yürek yakanmış da sonradan öğrendik. İyi ailesi varmış. Bildik, tanıdık. Uzaktan akraba, diye diye beynimi yıkadın.  Bir karışmasaydın. Sussaydın. İlle de olacak. Hiç vazgeçmezsin.  Halime bak. Tek suçlu sensin. Sen.

Gözlerinde kara bulutlar yüreğinde esen bir kara yel ile ‘’hepsi senin suçun ‘’demek üzere daldı annesinin odasına.  Onun kapıdan girdiğini görünce yaşlı kadının feri gitmiş gözleri parladı.  ‘’ kızım iyi ki geldin. Çok canımı acıttı bunlar. ’’ diyerek takma dişlerini üzerinde yaşanmış yüzlerce anıdan sıçramış lekelerin kapladığı titrek elleri ile uzattı.  Sonra da ağlamaklı sesiyle ‘’ Yavrum iyi misin sen, ne olur üzme kendini, yazık o sabiye de.  Bak,  odasından çıkmaz oldu.  Her sorunun bir çaresi bulunur elbet’’  diye devam etti. ‘’ Ben iyiyim anne, sorun yok ‘’  deyip derin bir nefes alarak komodinin üzerinde yarısı su dolu bardağı annesine uzattı. Yaşlı kadın hep gülümseyen dişlerini bıraktı suyun içine.  Sarı saten kapaklı yorganın altına minik bedenini kaydıraktan kayar gibi bıraktı, başını kızına doğru çevirince bembeyaz pamuk saçları pembe fistolu yastık kılıfının üzerine yayıldı.  Genç kadın yağmur biriktiren hüzünlü bulut gözleriyle baktı yatağa.

Bu pamuk saçlar mıydı evlen, diye baskı yapan. Bu kahverengi benekli eller miydi gün yüzü görmemiş çeyizlerimi hazırlayan? Nerede, bana güven, çok rahat edeceksin, diyen o kendinden emin gözler. Beni gördükçe kaçıyorlar şimdi.  Gençti o da.  Bıkmıştı huzursuzluktan. Parasızlık yüzünden çıkan kavgalar. Karşılıklı atışmalar. Batırırdı sözlerini herkesin etine etine. Sen benim çektiklerimi çekme, derdi. Tiyatrolara git,  arkası dikişli ince naylon çoraplar giy. Sivri topuklu ayakkabılar.  Nereden bilecekti ki?  Parayla mutlu oluruz sandı.  Ah geçmiş, ah. Geçmişe bakınca hep söylenenler bozuk bir plaktan geliyor gibi.

Aradığını bulamayanların hayal kırıklığı enkaz gibi çökmüştü üzerine.   Kapıyı yavaşça aralık kalacak şekilde çekip çıktı.   


Yan odanın kapısı kapanmıştı. ‘’Elif ‘’diye seslendi. Kulaklarını takıp yatağına uzanmıştı genç kız. Gözlerini sıkıca kapatılmış perdeden tavana yansıyan güneş ışınlarının türlü oyunlar oynayan sihirli renklerine dikmişti. Yatağına doğru yürüyüp kıyısına ilişerek kızının sprey boyalı mavi saçlarını okşadı.  Kulaklığını çıkararak eğildi bir sır verir gibi ‘’yarın halledeceğim dershanenin parasını, sana söz veriyorum ‘’dedi. Ama şimdi kalk da şu salya sümüklü kılıfını değiştireyim,  ‘’  Islak gözlerini ellerinin tersiyle silen genç kız zıplayıp bağdaş kurup oturdu yatağında:  ‘’nerden bulacaksın ki, yarına kadar?  Babamı görmek bile istemiyorum. Beni sevmiyor artık anladım.  Bir kızı olduğunu ne çabuk unuttu.’’  Diyerek sarıldı annesine.

Ah, çalışsaydım.  Böyle mi olurduk şimdi? Para versin diye eline mi bakardım o soysuzun? Üzer miydim seni böyle?  İster miydim ağlatmak iki kuruş için? Dayım bankaya sokacaktı da. Ama ah baba, ah. Bütün suç sende. El âlem ne dermiş. Bir kıza bakamamışlar dedirttirmem dedin. Senin yüzünden. Bak şimdi sığındık yanınıza. Ama para kazanıyor olsaydım eyvallah mı ederdim o pisliğe? Bütün suç sende baba. Senin yüzünden.

Kızının yanağından öpüp ‘’ bana güven’’ derken bütün evi tiz kahkahaların, gürültülü konuşmaların kapladığını fark etti.  Telaşla salona geçince koltukta altında çizgili pijaması üzerinde mavi gömleği ve göbeğinin üstünde kalmış yeşil beyaz damalı kravatı ile gözlerini ekrana dikmiş babasını gördü.  İki kadın hararetli konuşurken biri elinde oklava ile hamur açıyor, diğeri de ‘’ şimdi soğanımızı küçük küçük doğrayıp kıymamızla karıştıracağız. ‘’ diyordu. Genç kadın salona girerken ayağı sehpaya çarpıp küçük kesme cam vazoyu döşemenin üzerine düşürünce yaşlı adam sıçradı yerinden. Onu görünce walker’ına tutunarak ayağa kalkıp ‘’  Anne korkuttun beni, ‘’  dedi.  Sonra da ‘’ bize de mantı yapsana akşama, çok canım istedi.  Yapar mısın’’ deyip başını kızının omzuna koydu.  Genç kadın yaşlı adamın sırtını sıvazlayıp ‘’ Olur, yavrum, yaparım, ‘’ deyip ‘’ sen şimdi televizyonu seyret biraz sonra da uyursun belki’’ diyerek onu koltuğuna oturttu. Yüreğinde kocaman bir taş ile nereye gideceğini bilemedi.  Kendini banyoya atıp sıcak suyu açtı,  küvet dolarken üzerindekileri çıkarıp bir yay gibi gerilmiş vücudu ile girdi içine.

Hayır, çalışamazsın, diye fırtınalar estiren, dilinde şimşekler çakan adam nerede şimdi?  Ne düşünüyordu ki o zamanlar?  Hangi değer yargılarının esiriydi?  Nerede suçladıkların? Hiç birini bulamadın işte.   Ne bilsinler böyle olacağını.  İyiliğini istemişlerdir senin. Ana baba olmak kolay mı? Diploması yok ki. Deneye yanıla. Tutarsa ne ala. Sanki sen çok iyi bir annesin de.  Haksızlığa uğramış zavallı. Terk edilen tek kadın sensin dünyada.  Sanki seni zorla evlendirdiler.  Silah zoruyla mı? Yoo.  Salaktın sen.  İnandın. İnanmasaydın. Akıllı olsaydın. Şunu kabul et artık.  Geçmişinin sorumluluğunu atma başkalarına.

Bütün okları sağına soluna batıraraktan kalkıp lavabonun üzerindeki sarı metal çerçeveli aynaya gitti. Buharlar yol yol olmuş akıyordu aşağıya doğru. Yüzünü göremeyince hoşça kal der gibi sildi eliyle.  Gözlerinin çevresinde kaz ayakları olan yorgun bakışlı bir kadın vardı karşısında. 

Şimdi aynada gördüğüm omuzları düşük kadın mı suçlu yani? O mu almıştı evlilik kararını. O mu çıkamamıştı büyüklerinin sözünden.  Yok. Bu kadın değil o hataları yapan.  Kimi zaman baskıyla. Kimi zaman gençlik heyecanıyla.   Aslan yeleliydi o kızın saçları. Aynı kişi mi? Hiç de değil? Zaman suyunu sıkıp posasını çıkarmış.  Toz duman edip geçmiş.  Hey kızım. Topla kendini.  Bunalımlı. Mız mız mız. Ağdalı bir roman gibisin. Hep mağdur, hep haksızlığa uğramış. Anlasana artık. Yarın bile baktığında başkası olacak bu aynada.

Havluyla kuruladı vücudunu aceleyle. Saçlarını topladı tepesinde. Gün pılısını pırtısını alıp uzaklaşırken ev sessizliğe bürünmüştü.  Kafası karışmıştı geçmişte debelenirken. Mutfağa geçip sade bir kahvenin iyi gelebileceğini düşündü,  hazırlarken eskiden bol şekerli içtiğini hatırlayıp gülümsedi. Babasının istediği mantı için de çaydanlığa su koyup kaynatmaya bıraktıktan sonra salondaki masaya fırlattığı telefonunu alıp balkona çıktı ve arkadaşını aradı:

‘’ Ayşeciğim, hani, üst kat komşun acilen bir bakıcı arıyordu bebeğine. ‘’   Karşıdaki boş arsaya yeni bir sitenin temelleri atıldığı için makinelerin gürültüsü yüzünden bağırarak konuşuyordu. ‘’ Ne dedin?  Evet, evet. Hemen başlayabilirim. Yalnız yarın için avans istiyorum mümkünse.  ‘’ 

27 Şubat 2021 Cumartesi

 

 

BİR EVLENME TEKLİFİ HİKÂYESİ

Boğaz kıyısında şık bir balık lokantasındaydılar. Kumral saçlarını ensesinde toplamıştı genç kadın. Kocaman halka küpeleri ile İspanyol kızlarını andırıyordu. Karşısında bir günlük sakalı ile çok çekici görünen adam, önce kadehinden bir yudum aldı,  ayağa kalktı ve cebinden küçük siyah kadife bir kutu çıkarıp bütün müşterilerin duyacağı bir sesle,  ‘’benimle evlenir misin? ’’  deyip hareli gözlerine baktığında içinde kaybolduğu kadının önünde diz çöktü. Restorandaki insanlar kafalarını onlara çevirdiler.

Genç kadın tam tabağındaki lüferi parçalamaya çalışıyordu o ara, eli ayağına dolaştı, bıçağı kaydı elinden balıkla beraber düştü masanın altına. Lüfer ölü gözlerle küskün küskün baktı kadına. Deminden beri masaların ayakları altında bana da bir şey çıkar mı ki diye, umutla gezinen kara kedicik yerdeki balığı görünce kıs kıs güldü, bıyıklarını titretti. O bıyıklarını titretirken ileride pusuya yatmış sarı sarman hiç beklemeden fırlayıp kaptı balığı. Kara kedi ‘’Miyav ‘’ diye kovalamaya başladı sarı sarmanı. Garsonun ayaklarının arasından geçmeye kalktı. Tepsideki mezeler, kadehler beş şiddetinde bir deprem oluyormuşçasına kristal taşlı avize gibi sallandılar, şangırdadı bardaklar ve de devrildiler sonunda.  Garson neye uğradığını şaşırmış zavallı bir halde dizlerinin üzerinde toplamaya kalktı kırılan bardakları, tabakları. Bir cam parçası elini kesti boydan boya, kırmızı mahcup kanı damladı her yere.  Garsonu o halde gören pamuk saçlı,   kırmızı kepçe kulaklı babacan bir adam, ‘’ben doktorum, bana bırakın, ‘’diye koştu. Bir yandan da  ‘’Su, sıcak su getirin, sıcak su ‘’ diye bağırıyordu.   Yanındaki arkadaşı,  ‘’sıcak suyu ne yapacaksın, doğuran mı var, ‘’ diye uyardı adamı. ‘’Tuh, ‘’ deyip kırışmış lekeli ellerinin arasına başını alıp çöktü yere. Arkadaşı yaşlı doktoru kaldırıp götürdü masasına. Sırtını sıvazlayarak ‘’Sen çok iyi bir doktordun, ‘’ diye teselli ettiler. Lobideki mini lacivert etekli, üzerinde beyaz gömleği bulunan hokka burunlu kız koştu garsonun yardımına. Getirdiği havlı ile sardı kıvırcık siyah saçlı genç garsonun elini.   Çocuk acısını unutmuş, yeşil otlaklara dönmüştü gözleri,  kalbi ise ince zarif ellere takılmış heyecandan zor nefes alıyordu şimdi. Elleri birleşmiş öylece bakıp kaldılar, bıraksalar sonsuza kadar yaşarlardı oracıkta. Olanları usulca uzaktan izleyen saçlarını geriye doğru jöle ile yapıştırmış ve de arkada at kuyruk yapmış şef garson kızın ellerini genç çocuğun ellerinde görünce siyah boncuk gözlerini kıstı,  ince dudaklarını ısırdı.  Yanlarına gitti ve hemen olaya el koyup okkalı bir fırça attı. ‘’Dikkatsiz, misafirlerimizi rahatsız ettin. Kovdum seni  ‘’  diye azarladı. Ama gençlerin umurunda bile olmadı.  Cam kırıklarını toplamaya çalışırlarken dudaklarından taşan minik gülücükler kalplerine battı. Yaşlı doktor arkadaşlarına eski anılarını, dünyaya getirdiği bebekleri anlatacaktı ki,  herkesin gözünün evlenme teklifi yapan adamın masasında olduğunu gördü.  Çatallar ellerde donup kalmış, gözler minik kutuda kilitlenmişti.   Kalktı ayağa ‘’ eee, hadi ama ver artık cevabını kızım  ‘’ deyince evlenme teklifi alan kadın olanların şaşkınlığından kurtulup, ‘’ EVET,’’  diye bağırdı.  Sarı sarman uyumaya hazırlandığı köşede bıyıklarındaki lüfer kalıntıları bir güzel yaladı. Titrek bıyıklı kara kedi ise bir taraftan karnı guruldarken bir umutla yine pusuya yatıp saklandı.  Yeni mezeler, yeni kadehler,  dumanı tüten tabaklar geliyordu sıra sıra.  Yaşlı doktor ‘’ oh be’’ deyip anılarını anlatmaya başladı sonunda arkadaşlarına.

20 Şubat 2021 Cumartesi

 




DOĞAN CÜCELOĞLU ETKİSİ

İnsan İnsana, Savaşçı, Mış gibi yaşamlar… Başucu kitaplarımdandı. 2000’Lİ yıllardı. Savaşçı kitabının mesleğimdeki etkisini hala hatırlarım. Mış gibi yaşamak, ise tam Türk toplumunun aynasıydı. Rol yaparak yaşayan insanlar topluluğu. Birilerini memnun etmek için, sisteme ayak uydurabilmek için. Hissetmeden, öğrenmeden, farkına varmadan. Yüzeysel ve göstermelik. Ders çalıştığını sanan öğrenci, öğretmenlik yaptığını sanan öğretmen, temizmiş gibi yapıp çöpünü sokağa döken vatandaş, dürüstlükten bahsedip çalıp çırpan siyasetçi…

Birkaç gündür videolarını seyretmişsinizdir Cüceloğlu’nun. Röportajları, anıları, kitaplarından alıntılar Ben de izledim. Bir anısını şöyle anlatıyordu. ‘’Babamın son karısına Yörük Karısı derdik biz. Tam doğayla uğraşan inekleri besleyen okuma yazma bilmeyen bir kadındı.  Bir gün sapanla kuşa nişan almıştım ki  ‘’yavrum yapma ‘’dedi bana. Ben de ona ‘’ne olacak ki, küçücük bir kuş ‘’ deyince ‘’ama o da bir can taşıyor, hepimiz gibi ‘’ dedi. Anlamamıştım ama sapanımı da indirmiştim yere. Bunun sorgulamasını Amerika'da yaşarken ve 40’lı yaşlarımda yaptığımda o altı ay önce ölmüştü ve ben o zaman farkına varmıştım söylediklerinin. ‘Hepimiz can taşıyoruz. Yok, birbirimizden farkımız. ‘ diyordu bana.  Biz aynıyız, diyordu. Keşke onun değerini daha önce fark etseydim, dizinin dibine otursaydım daha neler keşfederdim acaba?’’



Bir de evliliği ile ilgili söyledikleri var. ‘’karımdan sürekli kocasına itaat eden, kendine ait düşüncesi ve duygusu olmayan, benim gibi düşünen ve hisseden biri olmasını istedim. Ve bunların ne kadar yanlış olduğunun o zamanlar farkında bile değildim, yıllar sonra farkına vardım hatalarımın. Tırtıldan kelebeğe dönüşüm zaman almıştı’’

Kendi ağzından bu sözleri dinleyince, nasıl hafifledim anlatamam, şöyle bir rahatlayıp  ‘’oh’’ çektim. Amerikalarda burslar alıp, psikoloji eğitiminin en yüksek mertebelerine ulaşmış Cüceloğlu bile şikâyet ediyor, bazı şeylerin farkına çok geç vardım, diye. O yüzdendir ‘’oh ‘’çekmem.

Özellikle kadınlar 40’lı yaşlarından sonra farkına varırlar kendilerinin ve hayatlarının. Çoluk çocuğun derdi azalmış, kocası ile dengeler oturmuş artık yavaş yavaş içine dönmeye kendini keşfetmeye başlamıştır. İşte felaket o zaman başlar. Geçmişteki davranışları ve boşa harcandığını düşündüğü yıllar için ‘’ben ne yaptım’’ diye sorgulamalarla pişmanlıklar içinde kıvranır. Demek ki bu farkındalık olayı  eğitimle değil, yaşayarak, deneyimleyerek ve zamanı geldiğinde oluyor. Bütün insanlar bir gün durup soracak belli ki’’ ah ben ne yaptım, ‘’ diye. İçimi rahatlattı Cüceloğlu giderken bile.

’’HEPİMİZİN İÇİNDE GÜZEL BİR SÖZ VE GÜLÜMSEME BEKLEYEN BİR ÇOCUK VAR ‘’D.CÜCELOĞLU

Bir de öğrencilik anısı vardı . Şöyle anlatıyor Cüceloğlu ’’ İlk öğretmenim çok ciddi bir kadındı. Sertti. Ve ben hiç sevemedim onu. Okula hiç ısınamadım ilk günlerde. Eyvah, sınıfta kalacağım korkusu yerleşmişti içime. Gitmek istemezdim hiç okula. Sonra diğer öğretmenimizle tanıştık. Suratında kocaman bir gülümseme ve ‘ ayy, siz ne güzel çocuklarsınız böyle ‘ diyerek girmişti sınıfa. Hadi çocuklar bu ilk dersimize bir şarkı ile başlayalım, demiş ve biz şarkı söylerlerken sıraların arasından geçerken de benim başımı okşamış ve de suratıma bakıp gülmüştü.  İşte orada başladı okul aşkım. O gün okul çıkışı hoplaya zıplaya gittim eve. Okulumu seviyorum, öğretmenimi seviyorum, diye diye. ‘’

2000’li yıllardır sanırım. Öğretmen masasında oturmuşum, sözlü de pek yapmazdım ama o ders en arkada oturan ufak tefek çelimsiz bir öğrenciyi tahtaya kaldırmıştım.  Bacaklarının titrediğini hatırlıyorum. Kimya ilk iki notu da çok zayıf. En arka sıraya oturup saklandığına göre sevmiyor belli ki dersi. O tahtada kara kara düşünürken dikkatimi kocaman gözleri çekti. Doğuştan sürmeli, her bir kirpiği rimelli. Hani eşek gözlü denir ya.  ‘’Ya senin ne güzel gözlerin varmış öyle, baksanıza çocuklar arkadaşınızın gözlerine’ ’gibi birkaç cümle ettim öylesine. Ertesi gün iki çift eşek göz en ön sırada oturuyordu. Gözlerini ayırmadan izledi sene sonuna kadar dersi ve zayıf olan notunu da düzeltti.  Kim bilir kimyacı olmuştur belki de J)

Ufacık dokunuşlar nasıl da önemliymiş hayatta. Bize yapılan ya da bizim yaptıklarımız. Farkına varmak ve farkındalık yaratmak ne kadar önemliymiş yaşamımızda. Bunları hayatının herhangi bir basamağında anlamak da çok değerli. Ya hiç farkına varmadan çekip gitseydik. Bir kişiye bile dokunduysak hele ki erken ya da geç kendimize de dokunabildiysek ne mutlu bize.
 

12 Şubat 2021 Cuma

 







ÖYKÜ İNCELEME

ÖYKÜ ADI: AYA YOLCULUK

ÖYKÜ YAZARI: ÇOK ÖNEMLİ ŞAHSİYET

Giriş cümleleri çok önemlidir öykülerde. Okuyucuyu ya içine alır ya da okumayı bıraktırır. Bu öykü‘’ inşallah aya gidiyoruz. ‘’ cümlesi ile başlıyor. Merakla bekliyoruz şimdi? Ne zaman gideceğiz, nasıl gideceğiz? O hızla okumaya devam ediyoruz.

’ilk aşamada 2023 yılı sonunda yakın dünya yörüngesinde ateşleyeceğimiz kendi milli ve özgün hibrit roketimizle Ay’a ulaşarak sert iniş yapacağız’’

Bu paragrafta sorulara cevap veriliyor. Mekân Dünya ve Ay yörüngesi olarak zaman da 2023 yılı olarak belirtiliyor. Kullanılan roket tasviri ise Milli ve Özgün betimlemeleri ile okuyanın gururunu okşayacak türden satırlara yansıyor. Ayrıca merak unsuru oluşturmak amacıyla da hibrit kavramı kullanılmış ve bu bilimsel dil okuyucuyu şaşırtarak araştırmaya yönlendiriyor. Sert iniş, sözcüğü ise kahramanın karakteri hakkında bilgi veriyor. Yumruğun sertçe inmesi gibi, otoriteyi, eril bir toplumu belli ediyor.

’Uzay aracımızı yakın yörüngeye çıkaracak ilk fırlatmayı uluslararası iş birliği ile hayata geçireceğiz. Bu görevi tamamladığımızda hem Ay'a ulaşmayı başaran ülkelerden biri olacağız hem de ikinci aşama Ay misyonu için gerekli bilgileri toplamış olacağız. 2028'de hayata geçirmeyi planladığımız ikinci aşamada ise aracımızı yakın yörüngeye çıkaracak ilk fırlatmayı bu kez kendi milli roketlerimizle yapmayı hedefliyoruz. Ay'a yumuşak iniş gerçekleştireceğimiz bu aşamayı da tamamladığımızda Ay'da bilimsel faaliyetler yapabilen sayılı ülkelerden biri konumuna geleceğiz.’’

Bu paragraf gelişme bölümü.  Burada’’ Okur aptal değildir, ‘’ savına sadık kalınarak satır aralarına mesaj yerleştirilmiş.  Ülkeler arasında komşuluk ilişkilerinin önemi belirtilerek başlanmış. Yazar onu şöyle belirtmiş. Sert iniş hamlesi olan ilk adım, teknolojisi ileri ülkeler ile gerçekleşecektir. Beraber yapacağımız çalışma onların sayesinde olacak ama biz bu arada onlardan yararlanıp çaktırmadan gerekli malzemeyi toparlayıp ikinci aşamada kendi yaptığımız roketleri kullanacağız, demek istiyor. Burada açıkgöz tarafımıza vurgu yapsa da bu kısım ‘’Şu anda elimizde teknolojiye ait hiçbir donanım yok ‘’ demek istemektedir.  Ve yazar bu yokluğun ve çaresizliğin farkına varıp bir dönüşüm yaşıyor. Sert inişten Ay’a yumuşak inişe geçiyor.

"Uzaya bir vatandaşımızı göndermeyi, turistik gezi olarak değil, gelecek nesillere yol gösterecek bir bilim misyonu olarak tasarlıyoruz Eminim ki birçok kişi bu hayali kurarak büyümüştür. Hatta belki aranızda halen bu hayalini sürdürenler var. Hatta belki bayanlardan bile ben adayım diyenler vardır. " diyerek aslında bu öykünün avcı topluluğa hitap ettiğini, ama kim bilir belki bağzı bağyanların da bu tip hayaller kurabileceğini söyleyerek, dişil gruba da öyküsünde bir gıdım da olsa yer veriyor. O yüzden öykü edebiyatımızda bayanlara verilen önemi pekiştirdiği için değerini artırıyor.  

" En önemlisi de bir uzay limanı işletmesine sahip olmaktır. Türkiye'nin coğrafi konumu ticari karlılık bakımından faydalı yük taşıyacak bir uzay limanı işletmesi kurmaya şu an itibarıyla uygun değildir. Bu nedenle uzay limanımızı en uygun coğrafyalardaki dost ve müttefik ülkeler ile birlikte kurmayı planlıyoruz. Uluslararası iş birlikleri ile bu misyonumuzu da en kısa sürede hayata geçirmekte kararlıyız.’’

Bu paragrafta yazar sadece davranışsal dönüşüme değil bilimsel ve teknolojik açıdan da evirilip gerçekleşmesi zor olan maceraların peşine atılıyor. Gündelik yaşamın tekdüzeliğinden ve hep Bay Kemal gibi çevresel faktörlerden ( bahsetmiyor ama biz anlıyoruz, malum okur zekidir)  bıkmış yeni ufuklara açılma isteği ile can sıkıntısını dile getiriyor. Okuyucuyu şehirlerindeki Angus kokulu demir yığını gemilerin yanaştığı limanlardan alıp, küçük dünyalarından uzaklaştırıp evrende gezintiye çıkarıyor. Hangi galakside kurulabilir bu liman diye büyük hayaller kurmalarını sağlıyor. Yaşı 50 ve üstü olanlar seyrettikleri Uzay Yolu, Uzay 1999 gibi diziler nedeniyle uzay limanlarını daha rahat kafalarında canlandırabiliyor. Ama onların da gözleri hep bir Mr. Spock bulma arayışında olduğundan eskide kalıp yenilikler yapmaları zor görünüyor.   Yeni nesil daha teknolojik hayaller kuruyor ama onların da en parlak fikir bulanları tutuklu olduğu için işe yaramıyor. Yine de bu paragrafta nesneler ve varlıklar duyularımızı harekete geçirerek hayal dünyamızı renklendiriyor. Ve yazar bu liman da asla çatışma, savaş olmayacak mesajı veriyor. Çünkü uluslararası diyerek hep dostluktan bahsediyor. Buradan da okuyucu anlıyor ki onlarsız uzay limanı da kurulamayacak.

’Türkiye'nin bu devrimi gerçekleştireceğinden, uzay yarışında güçlü bir aktör olarak yerini alacağından en ufak bir şüphe duymuyorum. Bu doğrultuda çalışmalar yürüten tüm akademisyen, girişimci ve vatandaşlarımızın hedeflerimize ulaşmamıza katkı sağlamasına imkân sağlayacak çağrılar açacak, yarışmalar düzenleyeceğiz. Milli teknoloji hamlesi ruhuyla, genç yaşlı demeden tüm vatandaşlarımızdan bu alandaki çalışmalara yüksek düzeyde katılım ve sahiplenme bekliyorum. İnşallah devlet millet el ele verecek, göklere en çok yakışan bayrağımızı, yani ay yıldızlı bayrağımızı hak ettiği yerlere taşıyacağız. Ayağımız dünyada, gözümüz uzayda olacak. Kökümüz dünyada, dallarımız göklerde olacak."

Son paragrafta yazarın kalemi birden değişiyor, uluslararası, komşular vb kelimelerden uzaklaşıyor. Anlatıcı düş evresi ile gerçeklik evresi arasında gidip geliyor. Kendi eril bünyesine dönüp güçleniyor.  Toplumun sosyal yapısı hakkında bilgi veriyor bu paragraf bize.  Bayrak ve ırk yani kökler son paragrafta aralıklarla kendini gösteriyor. Devlet ve millet vurgusu ile itaatkâr bir topluma atıfta bulunuyor. Okuyucunun hamasi duygularını harekete geçiren bayrak temasını tekrarlıyor. Ve okuyucunun köklerini elinde tutup onları aya gidiyorlarmış ya da gideceklermiş gibi hissettiriyor.

Öykü GELECEK ZAMAN İle kurulmuştur. –CEK, - CAK ekleri kullanılmıştır. Bu zaman kipi Gelecek ile ilgili tahminde bulunurken, ümit ederken ya da endişe duyarken ki gibi durumlarda kullanılmaktadır. Yani yazarın tüm bunların gerçekleşmesi ve gerçekleşeceği konusunda en ufak bir fikri bulunmamaktadır. Okuyucunun hayal dünyasına seslendiği ve bunu da başarıyla gerçekleştirdiği yadsınamaz.






30 Ocak 2021 Cumartesi

 



BİR ADAM

Yağmur kararsız, bir yağıyor, bir vazgeçiyor. Gün kararsız, bir açıyor, bir kapatıyor.  Dört duvar arasında yalnızlığa mahkûm olmuş insanoğlu bir umutla pencereden dışarı bakarsa gördüğü o koyu griden ruhu daha çok daralıyor. Adam ise mutlu. Zira o yeryüzündeki miskinlerin efendisi.   Eğer evdeyse gözü ekranda, dışarıdaysa bir bankta oturmuş, gözü çınar ağacındaki düşmemiş ama düşmek üzere olan yaprakta. Bir sahil kenarında çay bahçesindeyse önünde bir bardak çay saatlerce martılara bakmakta.  Şimdi pencerede adam.  Uzun uzun bakıyor karşıdaki çocuk parkına. Park bomboş. Salıncaklar rüzgârla oynaşıyor. Bir kara kedi tahterevalliye oturmuş, karşısına bir arkadaş bekliyor.  Bir temizlik görevlisi gelip oturuyor kedinin karşısına. Kedi korkup kaçıyor. Kaydırağa yağmur damlaları düşüyor. Adam başını kaldırıyor gökyüzüne.  Uzun uzun bakıyor. Hızlı hızlı, telaşlı hareket eden bulutlarda gözü.  Yoruluyor. Ağzını kocaman açmış şişman bir adama benzetiyor bulutu. Önüne geleni yutacak gibi. Bir tanesini uyuyan bir bebeğe. Saf, temiz. Bir tanesi koala. Ağaç dalına sarılmış öylece bekliyor. Kanı kaynıyor o koyu mavi koalaya. O arada bulutlar hep beraber su olup akıyorlar kıtalara, denizlere. Adam başını gökyüzünden kurtarıp yeryüzüne döndürüyor. Karşıdaki otobüs durağında şimdi gözü. Bu yasaklı günde bile çalışmak zorunda kalan insanlarda. Karın doyurmak değil mi bütün amaç? Bir lokma ekmek. Yetmez ki? Önce bir ev, sonra bir araba. Sonra daha büyük bir ev, daha büyük bir araba. Ey insanoğlu, sonunda hepiniz balık tutacaksınız, bir dere kenarında diyen bilge köylüyü hatırlatıyor onlara.  İnsan olmak zor zanaat. Bütün bunlar yoruyor onu. Televizyon koltuğu çekiyor mıknatıs gibi. Mindere çıkmış poposunun izi. Kumanda elinde, bir komutan edasıyla değiştiriyor kanalları.  Ekranlarda bir tartışma, bir çatışma. Altmış yıldır aynı terane. Sen, ben, o, bu, yalan, dolan, yüzsüz insan müsveddeleri. Elbiseler değişmiş ama içindeki suretler aynı ne çare. Artık onlara da acıyor. Karısı kahve yapmış ‘’bey, gel kahveni al’’  Gelip almayacak tabi ki, kadın biliyor. Ama kızamıyor ona. Onun yüreğinin içini biliyor. Az harfli, ama cüsseli, söylemesi kolay ama icraatı zor kelimeleri kalbinde taşıyıp umut etmekten yorulmuş bir adam kocası. Sevgi, barış, vicdan, hak, adalet demekten dili damağına yapışmış. Umudu kovalamaktan vazgeçip melankoliye sığınmış bir adam o. Hırpalandıkça kırılan, kırıldıkça miskinleşen adam. Kadın tanıyor kocasını. Artık kocasının yüzünde hiçbir şey yapmamanın huzuru var.  Ona kızamıyor. Kahvesini getirip bırakıyor sehpaya.

’Adimiz miskindir bizim düşmanımız kindir bizim

Biz kimseye kin tutmayız kamu âlem birdir bize

Kamu âlem birdir bize...’’ Yunus Emre

23 Ocak 2021 Cumartesi





TETİKLEYEN FOTOLAR

GÜNAYDIN PAZAR OKUYUCULARIM. Çok sevgili arkadaşlarım. Bu hafta aynı geçen hafta gibi geçti. Geçen haftada bir önceki gibiydi. Şikâyetçi olarak söylemiyorum kesinlikle, sağlıklıyız, aşı zamanımızı bekliyoruz evimizde.

Lakin evde sakince otururken bile sinir bozucu görüntüler servis ediliyor tabi ki, malum teknoloji çağındayız. Bir sürü gerekli gereksiz kişilikler evini dolduruveriyorlar bir anda.

Örneğin Mustafa Sarıgül’ü gördüm en son karşımda, son model bir arabanın içindeydi kendileri ( hem de hacizli bir araba imiş bu arada). Audi a8 long imiş markası, fiyatı ise 3 milyoncuk TL imiş.( Sevgili öğrencim  Hamdullah ne kadar Türk lirası oluyor bu yani, anlat bakalım öğretmenine J)) Yanında da acı çekiyormuş ifadesiyle bir adamcağız var. İkisi bir şarkıya eşlik etmeye çalışıyorlar belli ki.  Ben,  Mustafa Sandal’ın ‘’onun arabası var, güzel mi güzel’’ şarkısıdır diye düşünmüştüm. Ama videonun sesini açınca karşıma Bozkır’ın tezenesi Neşet Ertaş çıkmaz mı? ‘’Biz doğduğumuzdan beri yoksulduk. Varlığı görmedik ki yoksulluktan şikâyet edelim.’’ diyen Neşet Ertaş’ı düşündüm o arabada bir an. Atardı kendini herhalde o Audi’den.  Ama yüzü arı sokmuş gibi şişirilmiş, çiçeği burnunda politikacı Sarıgül Anadolu yollarına çıkmış Neşet Usta’yı kullanarak oy isteyecek halkımızdan.



O zaman şöyle düşündüm, en kısa zamanda bir anti politika aşısı bulunsa da (yerli ve milli bilim insanlarımız Cem Şahin ve Özlem Türeci’den rica etsek, hiç olmazsa ülkelerine böyle faydalı olsalar ) Sarıgül’e, Muharrem İnce’ye uzak dursunlar diye, Erdoğan’a, Kılıçdaroğlu'na ve Bahçeli büyüğüme de’’ kardeşim 20 yıldır yeter artık, bebeler büyüdü, kaç kuşak geldi geçti, virüsler çağ atladı’’ diye vurulsa…

Sadece bizimkiler ziyaret etmiyor tabi ki , dünyadan da politikacılar uğruyor ara sıra evlerimize.

Sarıgül’ün fotoğraflarına bakarken birden başlayan mide bulantıma ne iyi gelir diye düşünüyordum ki, ekranda bir fotoğraf ilaç gibi geldi bana. Birden bir ferahlama yüreğimde, reklamlardaki gibi bir nane esintisi doldu ağzımın içine.

Geçtiğimiz günlerde demokrasi satıyorum diye özellikle Ortadoğu’yu ve hatta dünyayı yıllardır birbirine kırdıran, eli silahlı Amerika’nın dokunulmazı sayılan Beyaz Sarayı işgal edilmişti bildiğiniz gibi. İsmi bilinmeyen kabile ülkeleri  bile olanları şaşkınlıkla izlemiş,  ‘’Amerika’ya demokrasi tavsiyesinde bulunmuşlardı. Beyaz Saray bizon kafalı insanlarla kuşatılmış, biz hayretle izlerken olanları,  dünya yerinden milim oynamış, güneş bile olanları seyretmek için bir güneş hızının binde biri dünyaya yaklaşmıştı.  Kimileri de  devran döner, ilahi adalet diye bıyık altından gülerek izlerken,  Trump ‘’bana ne hakkımı yediler, beni oynatmıyorlar’’  diye mızıklanıp ağlamıştı. İşte bu olayların akabinde sonunda yemin töreni gelip çatmıştı.

İşte o gün, yani 22 OCAK 2021 günü Biden’in yemin töreninde, sahnede Lady GAGA,  Jennefer Lopez şarkı söylerken, Biden bile bir an önce şu yemini etsem de odama gidip uzansam, derken, kısaca o hengameli ortamda …


BİR ADAM ,  eldivenleri, eski kahverengi bir ceketi ile bir rejisör sandalyesine oturmuş uyukluyordu. Bu poz beni benden alıverdi. Umurunda olmamak, dünya yansa, bana ne kardeşim, der gibi aklıma birçok kullanmak istediğim cümle kalıbı geldi. O anda hemen  eldivenlerimi takıp yanına gidip oturabilsem ben de keşke diye düşündüm. Sona da   kim bu ayrık otu,  sihirli,   renkli ve gürültülü dünyada,  dedim ve araştırdım hem kendim hem de sizler için.



Bu adam Bernie Sanders imiş. Kendini, demokratik Sosyalist, olarak niteleyen, sonra yeterli oy alamayınca Biden adına yarıştan çekilen, aynı zamanda Amerika’da tek Yahudi Başkan adayı olan adam. (belki ileride o da olur tabi ki özgürlükler ülkesi Amerika’da. Ama henüz halkın hazır olmadığı söyleniyormuş)

Bernie Sanders Polonya göçmeni Yahudi kökenli bir ailenin oğlu ve babasının ailesinin Naziler tarafından katledildiği biliniyor. Kendisi  Chicago üniversitesi mezunu olmasına rağmen mesleği marangozluk. Ve meslek hayatı boyunca sendikalar, sivil toplu örgütlerinde çalışarak politikaya adım atmış.

Zenginlere karşı yoksulları savunma çabası, ABD’nin Körfez Savaşı ve Irak işgallerine karşı çıkan, savaşa karşıt fikirleri ile hep eleştirilen Sanders bu nedenlerle oy kaybetse de Sosyalist kimliğinden ödün vermemiş.


Gelir eşitsizliğini azaltmak, asgari ücreti artırmak, göçmenlere uygulanan insanlık dışı uygulamaları değiştirmek, eski askeri müdahaleleri önlemek gibi söylemlerle ne yazık ki halkın oyunu kazanamamış, ama bütün dünyadaki sol camianın kalbini kazanmış.

İşte bu Bernie, yemin töreninde bu pozu ile dünyanın ilgisini bir daha çekti ve tabi ki sosyal medyanın da eğlencesi oldu.  Oldukça sıkılmış ve üşümüş şekilde görüntülenen Bernie ‘’ sıcak kalmak için elimden geleni yaptım’’ dedi.

Bernie’nin eldivenlerinin de hikâyesi varmış bu arada. Bu eldivenler ( ki şu ara Amerika'da yok satıyormuş)  iki yıl önce bir ilkokul öğretmeni tarafından kendisi için yapılıp hediye edilmiş. Bu ilkokul öğretmeninin de özelliği eskimiş kazakları söküp tekrar değerlendirerek bu eldivenleri örüp dağıtmakmış. Bernie iki yıldır bu eldivenleri ve üzerindeki kahverengi montu hiç değiştirmemiş.

Bernie eldivenleri gibi üzerine giydiği kimliği de hiç değiştirmeyenlerden. Bu görüşleri ile ‘’Amerikalılar sosyalizm ve komünizmden korktukları ve engelledikleri kadar terörizmden korkmuyorlar ‘’ denilen iliklerine kadar kapitalist bir ülkede Polonyalı Yahudi bir göçmen olarak o eldivenleriyle tek başına oturmaya devam ediyor. 

Bu hafta sonu işte bu fotoğraf tetikledi beni. Tanımazdım yoksa kendisini. Tabi ki yine sorular var aklımda? Acaba bu düşünceye sahip insanlar seçilebilse bile yine sistemin kucağında eriyip giderler mi? Bu cevabı biliyoruz aslında artık deneyimlerimizle. Mesela biz de de Erdal İnönü, o mütevazı, ama fizikçi beyniyle, bir an önce kaçıp kurtulayım diye kendini yerlere bile atmıştı. Çok derin bir konu bu. Satırlara sığmaz, tartışamaya kalksan sonuca ulaşmaz.

Nasıl bağlasam bu yazının sonunu diye düşünürken, Mustafa Sarıgül'ün hacizli lüks otosunda dinlediği ve sözlerini bilmeden gevelediği  Neşet Ertaş dizeleri uygun gider diye düşündüm. Ne dersiniz?

YOLCU

 Bir anadan dünyaya gelen yolcu /Görünce dünyaya gönül verdin mi

Kimi böyük kim böcek kimi kul/ marak edip heçbirini sordun mu

Bunlar neden nedenini sordun mu

 

İnsan ölür ama uruhu ölmez/Bunca mahlukat var heç biri gülmez

Cehennem azabı zordur çekilmez/Azap çeken hayvanları gördün mü

 

Insandan doganlar insan olurlar/Hayvandan doganlar hayvan olurlar

Hepiside bu dünyaya gelirler/Ana haktır sen bu sirra erdin mi

 

Vade tekmil olup ömrün dolmadan/Emanetçi emaneti almadan

Ömrüyün baginin gülü solmadan/Varip bir canana ikrar verdin mi

varip bir cananın kulu oldun mu

 

Garip bülbül gibi feryat ederiz/Cehalet(cahiller) elinde küskün kederiz

Hep yolcuyuz böyle geldik böyle gideriz/Dünya senin vatanin mi yurdun mu

                                                                             NEŞET ERTAŞ 




16 Ocak 2021 Cumartesi

 




AŞICI GELDİ HANIM…

Kendi kafeslerimizi, kendi ellerimizle özene bezene yaptık. Kimimiz demirden, kimimiz tahtadan. Kilitledik ve anahtarını da okyanusların en derinine attık.

Şimdi ise bu kafesten kurtulabilmek için bir umuda bel bağlamış durumdayız. Aşı ‘ya. Nasıl Covid 19 ile ilgili bütün bilgileri, efsaneleri öğrendiysek şimdi de aşılar hakkında gerekli gereksiz cümleleri ezberliyoruz. Türk insanının ortalama dört yüz ile sınırlı olan kelime dağarcığı- oysa yüz bin kelime yer alıyor Türkçemizde-  müthiş bir artış gösterdi bu dönemde. Bulaş, pandemi, antikor, asemptomatik, entübe, filyasyon, immün, karantina, pik yapmak, pnömoni, antikor gibi.

Sinovac, Moderna, Biontek aşıları. Denenme fazları. Saklanma koşulları. Etken maddeleri… Biliyoruz hepsini.

Önce Sayın Cumhurbaşkanını gördük ekranda. Gömleğini sıvamış, uzatmış kolunu doktoruna. Ama gerçekten tirajı komik her halimiz. Tam Aziz Nesinlik. Ah bir de Levent Kırca yaşasaydı diye düşünüyorum sık sık. Nereye gitti lafın istikameti? Cumhurbaşkanıma aşı yapan zavallı doktorumun önlüğü söküktü. Aklıma hemen atasözümüz geldi. ’terzi söküğünü kendi dikemezmiş’’ derler ya. (Sağlık sistemine atıf olarak)

Sonra da Fahrettin Koca ekranlardaydı. Bir buçuk yılda yaşlandı vallahi. Yüzü kırıştı, saçları kırlaştı adamcağızın. O da kolunu uzatıyordu.

 Onları seyrederken iki görüntü geldi gözümün önüne, yine eskilerden J))

Birincisi ÇERNOBİL radyasyon sızıntısından sonra ekranlara çıkıp ‘’bakın ben çay içiyorum’’ diyen Ticaret Bakanımız Sayın Cahit Aral’ı görür gibi oldum bir an. Sağlık Bakanımızın sonu benzemesin de kendileri sonra kanser olup hayata veda etmişlerdi.

İkincisi okullarda aşı olduğumuz günlerden.

Bazen  günler öncesinden ‘’ bu hafta aşıcılar gelecekmiş ‘’ diye söylentiler yayılırdı. Bazen de aniden gelirlerdi sağlık görevlileri. Sınıfın cesur yürekleri hemen en ön sıraya geçer, kollarını kahramanca uzatırlardı sağlık görevlisine. (  Bu arada hep aynı şırınga mı kullanılırdı, nasıl dezenfekte edilirdi, unutmuşum onları. )Ben onlardandım, gerçekten doğru söylüyorum… Zor zamanlarda bir cesaret yüklenmesi yaşarım genelde.  Bazıları ise ağlamaklı, sıraya geçer, kolunu uzatırken de kafasını baykuş gibi arkaya çevirirdi.  Kimini masanın altından çıkarırdı öğretmenler. Ama bazıları vardı ki, hiç aşı olmamış tipler. Fırsatını bulup sırra kadem basanlar. Benim kıymetli kocam da onlardanmış. Siz hangi gruba girerdiniz acaba?

Aynı şimdi ki gibi yine aşı kampanyaları yapılırdı o zamanlarda da. Unutulmaz, efsane ikili Zeki ve Metin, ekranda bağırırlardı. ‘’ aşıcı geldi hanım ‘’ Gülerek izlerdik onları.

Ve de hep vardı aşı karşıtları. Ya da aşıların ulaşamadığı ücra köşeler, geri kalmış – sanki kendi istemişte geri kalmış gibi- köyler vardı.  Kızamık aşısı olmadığı için hayatını kaybeden çocuklar duyardık. Ailesinin aşıya karşı olması nedeniyle çocuk felci geçiren ve tekerlekli sandalyede hayatını sürdüren Ali vardı mesela. Babasına neden aşı yaptırmadıkları sorulunca ‘’ kadere karşı koyulmaz’’ dediğini duymuştu bu kulaklar.

Karşılaştırma yapmak amacıyla yazmadım bunları. Bu gün ve dünkü yaşananlar çok farklı tabi ki birbirinden. Sadece aşı deyince çağrışım yapan anıları yazmaya çalıştım çalakalem.

Ama şu bir gerçek ki. Hepimiz sağlıklı bir dünya istiyoruz. Okul çantası elinde çocuklar görmek istiyoruz.  Otobüsler, uçaklar, restoranlar, kafeler, parklar insanla güzel, bunu biliyoruz, acı bir şekilde de olsa öğrendik. Dokunmak istiyoruz. Dokunmak sevmektir, dokunmak söyleyemediklerini duyurmaktır. Mutlu insanlar görmek istiyoruz biz. İyi insanlar görmek çevremizde.   En çok da güvenmek istiyoruz. Siyasetçiye,  yöneticiye, iş adamına, akrabamıza, dostumuza, gazeteciye, da bilim adamlarına güvenmek istiyoruz.  İnsan denen varlığa güvenmek istiyoruz. Bir gün güvenebilir miyiz acaba?