26 Aralık 2020 Cumartesi

 

ADA’YA  YENİ YIL MEKTUBU.

Sevgili Adacığım, adalardan gelen mimoza kokulum, 

Senin dünyadaki ikinci yeni yıla girişin, benimse elli altıncı. Kelimelerle söylenince çok uzun bir süreç gibi gelse de, geriye dönüp baktığında birkaç tatlı kremalı bisküvi, birkaç tuzlu çubuk kraker  tadında. Mutluluk veya hayal kırıklığı, sevinç veya keder, zenginlik veya yokluk, başarı ya da hüsran, adalet veya haksızlık, bir umutlu bir çaresiz olmak gibi. Bunlar bazen bir arada bazen ayrı ayrı ziyaret ediyor insanı.

Bu elli altı yılda Adacığım babaannen ve yaşıtları teknolojide devrim yaşadılar gerçekten. Kollu telefonlardan görüntülü  ıphone’ lara. Bir zamanlar kolunu çevirirdik telefonun postane çıkardı karşımıza. Numarayı söyler, bir daha bekler dururduk bağlansın diye.

Ben dedenle nişanlanınca doğru dürüst telefonla bile konuşamamıştık.  Geyve’de çalışıyordum ve de telefonum yoktu. Arkadaşımın evindekinden arardı  deden. Koşar giderdim, bütün kızlar toplanır başıma, kıkır kıkır. Ne denirdi k, ne konuşulurdu ki bu ortamda. Utanırdım, hı, hı, hı diye cevap verirdim dediklerine.

Gaz lambasından neon ışıklı ampullere level atladı sizin deyiminizle bizim nesil. Çocuklar galvaniz ya da plastik leğenlerde yıkanır haşlama suyla, çok kıpırdarsan kafana yerdin maşrapayı.  Bir çok kişi o yıllarda kafasına yediği darbeler yüzünden ortada hala çocuk gibi gezer.

Yılbaşı demek televizyonda saat oniki’de çıkacak dansözü ya da yasaklı arabesk sanatçılarını beklemek demekti. Hiç yenmemiş gibi kiloyla çerezler alınır, portakal sandıkları gelirdi evlere. Hindi yerine tavuk süslerdi masaları. Biz de büyük anneanne, babaanne ile muhakkak tombala oynanırdı. Mecburiyetten hep baban kazanırdı.

Adacığım, Savaş görmedik şükür derken, savaştan beterini gördük bu yıl da.  Covid- 19 yılı dünyayı kasıp kavurdu hala da devam ediyor. İşte sana çok sarılamayışımız, senin çok insanla birlikte vakit geçiremeyişin, daha çok bebekle arkadaş olamayışın bu sebepten. Genelde yalnız büyüdünüz bu dönemin çocukları. Evlerde, telefonla ulaştınız sevdiklerinize. Bizi dedenle siyam ikizi gibi tanıdın bu yüzden. Küçücük bir ekranda iki kafa.

Ama ben umut besliyorum yine de önümüzdeki yılın bize mucizeler getireceğine dair.  Evet, Adacığım, umut nedir, diye sorarsan.  Hani ben sana ‘’ mini mini  bir kuş donmuştu, pencereme konmuştu’’ diye şarkı söylüyorum ya.  Umut işte o kuş. En kötü zamanında bile kalbinde cik cik öten, Pır pır edip heyecanlandıran.

Elli altı yaştan nerelere geldi çenesi düşük babaannen. Ah Ada ah, sana anlatacak ne çok hikaye var bir bilsen.  Küçükken büyümek ister insanoğlu, ama büyüyünce de çocukluğum diye öyküler, şiirler yazar. Sen şimdi günün yarısını küçük bir hav hav olarak geçiriyorsun ya, hepimizin gönlünden geçen de sana ve arkadaşlarına katılabilmek aslında. Ama zaman dediğimiz şey izin vermez işte. Kiminin dizleri mani olur, kiminin beli, kiminin gözleri.

Bir şair demiş ki Adacığım’’ düşünüyorum da biz büyümekle çocukluk etmişiz’’. Ama büyümemek el de değil ki?

Sana versek şu an dünyayı, inan bana, büyük adamlardan  daha güzel yönetirsin. Mesela  hepimizi koşturursun peşinden hav hav, miyav miyav dedirterek oyun oynamaya mecbur edersin.  Kalplere kilitlenmiş çocuklukları serbest bıraktırırsın. Ay dedeyi görmeden uyutmazsın kimseyi. Çiçekler koparılmaz,  koklanır dersin onlara. Elmadan bir kere ısırınca bir de babalarla paylaşılacak dersin. Resim yapmayı öğretirsin duvarlara, kirli olmak da güzeldir, deyip kahkaha atarsın.  Sık sık anne kucağına koşar, sevdiklerine sarılmayı unutanlara hatırlatırsın, hatta mecbur edersin. Renkli balonların peşinde koşup, renkli bir dünyalar yaratır o zaman insanlar. Bombalara, silahlara, ciddi adamlara inanmazlar.

Dün Ankara’da kar yağmış Ada. Sen her sabah yaptığın gibi, hava kontrol levhanla balkondan bakmış, karlı havayı işaretlemişsindir okla. Aferin sana.  Her zaman kendin gör güneşi gökyüzünde , kendin gör  ve hisset yağmuru, kendin gör kara bulutları. Kimsenin sana hava da bu gün çok kötü demesine izin verme. Herkesin baktığı yer farklıdır çünkü. Bazen bulutlu bir hava romantik gelirken insana bazen güneşli bir hava üşütebilir soğumuş kalpleri.

Yeni bir yıla gireceğiz birkaç gün sonra Adacığım. Bu kaçıcı gireceğimiz yeni yıl olursa olsun sayısı hiç önemli değil. Önemli olan yaş almayan kalpler. İhtiyarlamayan yürekler. Onlar da nasıl mı olur? Çok basit. Sevgi ile sulanarak.

Sevgin çok olsun,  gözlerin, dudakların, kulakların kalbin, sevgi ile dolsun. O kadar çok , o kadar çok sevgi dolsun ki, ceplerinden taşıp bütün  insanlara ulaşsın.

Hav hav hav. Babaannen.

19 Aralık 2020 Cumartesi

 

 




SESSİZLİK

Sessizliğin sesi kulakları tırmalıyordu. Küpeli çiçeğinin sararmış bir yaprağının tozlu parkenin üzerine düşüşü. Duvarın köşesindeki örümceğin sekiz adımının sesi. Kadının omuzuna düşen ölü bir saç telinin fısıltısı.  

Hayriye ve kocası pencerenin önündeki pembe beyaz çiçekli berjere oturmuşlardı.   Adam bulmaca çözüyordu, her zaman ki gibi. Sağdan sola yedi harfli. Eski dilde Pişmanlık. Bulamadı bir türlü. Sorsa karısına, bilmezdi ki o. Hiç görmemişti onun elinde gazete, bulmaca, bir kalem. Sadece yemek tarifleri kitabı vardı onun çekmecesinde.

Konuşacak ilginç bir konu buluncaya kadar susmuş insanların damarlarında dolaşan yalnızlığın sesi odayı kaplıyordu.

Kadın da elinde danteli, ince uçlu tığı bir ileri bir geri çalıştırıyordu. Arada da duvarda ağ yapan örümceğe bakıyordu. O hangi modeli örüyor acaba, diye düşündü bir ara.

Odadaki hoyrat ve korkutucu sessizlik Hayriye’nin aklına anneannesinin sözlerini getirdi. Yaşlı kadının özlü sözleri olurdu hep. Derdi ki, karı koca çok sessizleştiyse ya biri bunamaya başlamıştır içine dönmüştür ya da aklı dışarıda, başka yerlere gitmeye. Bu da iyi gelmez evliliklere. Eviniz cıvıl cıvıl olmalı. Yoksa nedamet boşuna olur.

Sessizlik ruhları farklı mecralara taşır, günahkâr davetiyesini yollardı insanlara. Elinde bir bıçakla süzülürdü ruhlara.  Ayın, yıldızların, güneşin tüm evrenin sesi kısılır, sinsice beklerlerdi onlarda, ne olacak diye?

Kurtulmak gerekirdi örümceğin ayak seslerinden, dökülen saç tellerinin fısıltısından.

Berjerlerin ortasındaki sehpanın üzerindeki radyo Hızır gibi yetişti Hayriye’nin korkusuna.   Yankılansın neşe odanın ölü duvarlarında. Doldursun boşluğu bir yabancının sesi. Tanıdık olmasın daha iyi. Saçmalasın, güldürsün, konuşsun isterse boş boş. Dünyanın en saçma fıkrasını anlatsın. En ayıp fıkrasını. En kötü hikâyesini. Biz yine de dinleyelim onu. Radyonun düğmesini çevirdi ki eskilerden Salim Dündar, o küçücük bedeninden beklenmeyen gür sesiyle daldı odaya paldır küldür.

Eyletmen beni

Söyletmen beni

Ağlatman beni

Aynalar aynalar

Hüznüm sizde görünür

Saçım beyaz bürünür

Yaşarken de ölünür…

Hiç de umduğunu bulamadı kadın. Nerden çıkmıştı şimdi bu hüzünlü şarkı…

Eli saçlarında dolaştı istemsizce. Bir zamanlar tarakla bile açılamayan, lastiklere sığmayan, tokalarla uslanmayan gür, dalgalı kahverengi saçlarında.  O saçlarda yolunu kaybeden ince uzun parmaklı Serhat’ı düşündü.  Yarım mı kalacak aşkımız şimdi? Demişti.  Ya bulamazsak bir daha bu mucizeyi.  Ama genç kız onunla gitmeye cesaret edemeyince, delikanlı ne bir el sallamış, ne de bir veda sözcüğü edebilmişti. Öylece gidivermişti. Şimdi kadının gözleri duvardaki örümceğin hırsla ördüğü ağdaydı.  Nasıl da şaşırmıyordu ki? Tek amacı ördüğü o muhteşem dantel miydi? Ya sonra ne olacaktı?

Adam bulmacadan kaldırdı başını Salim Dündar’ı duyunca, nerden çıktı bu der gibi gözlüklerini çıkarıp yere düşen küpelinin tozlu parkenin üzerindeki yaprağına baktı.  Sigaradan sararmış kalın küt parmakları ile başını sıvazladı. Saçları dökülmüş,  artık dışarı çıkarken ille bir kasket takıyordu ya da bere. Yoksa ensesi üşüyordu. Zaman acımasız, zaman kalleşti.   Ne kadar yalvarmıştı babasına, izin ver gideyim, radyo sanatçısı olmak için sınavlara gireyim, diye. Kasabadan çıkmış bir müzisyen abisi sesini çok beğenmiş, yol göstermişti ona sınava girmesi için. Ama babası bunu duyunca azgın nehirler gibi köpürmüştü. Kasabanın çıkışı örümcek ağlarıyla örülmüştü sanki. Çıkamadı bu köhnemiş kasabadan.  O da hiç sevmediği baba mesleğine devam etti. Ama ne uzadı ne kısaldı.  

Hava sıcaklığı mevsim normallerinin altında seyredecek. Hafta sonu Marmara yağmurlu…

Hava durumunu sunan spikerin ciddi sesi kendine getirmişti ikisini de. Adam öksürdü. Köh köh köh. Son zamanlarda illet bir öksürük yerleşmişti ciğerlerine, rahat bırakmıyordu. Hayriye endişeyle sıçradı yerinden. Ödü patladı kocasının öksürüklerinden. Su getirdi hemen. Ona bir şey olmasın, ne olur? Şimdi ihtiyacımız var birbirimize, diyordu içinden.

Sessizlik şimdi ikisinin de kalbinde gürültülerle karşılaşıyor, ortaya çıkan çelişkilere çarpıyordu. Sessizliği yırtıp atmak, kesip biçmek istiyordu ikisi de.

Adam suyunu içince bulmacasına döndü, sağdan sola. Eski dilde pişmanlık. Yedi harfli. Bir türlü bulamıyordu.

Hem hava da dağılsın biraz odada,  diye düşünerek sordu karısına.

Hayriye kaç saattir bulamıyorum, şimdi sana da soracağım. Dinle bakalım.  Eski dilde pişmanlık, ne olabilir ki?

Kadın bir çırpıda, Nedamet, deyiverdi.

Adam saydı. Tam da yedi harfli. Şaşırdı ve gülerek yerleştirdi kutucuklara.

O sırada Hayriye’de dantelini bırakmış mutfağa doğru gidiyordu. Bir çay demliyeyim ben, hem senin sevdiğin portakallı kekten de yapmıştım.

Örümcek de o duvarda işini bitirmiş, başka köşelere ağlarını örmeye doğru gidiyordu şimdi.

12 Aralık 2020 Cumartesi

 






YOKUŞUN SONU

Mesut karısının eline öyle bir yapışmıştı ki, kadın bırakıverse adamın elini, kaybolacaktı sanki.  Oysa korkacak ne vardı ki,  memleketine geliyordu yıllar sonra.  Aydın’ı henüz geçmişlerdi.

Dolmuş yokuşu tırmanınca, mavinin kucağına düşmeyi bekliyordu Mesut.  İyot kokusu şimdiden pencerelere sızmıştı. Arkadan da yosun kokusu dolduracaktı şu anda ter kokan dolmuşu, biliyordu.  Söğütler saçlarını sallayıp  uzanmışlar onu selamlıyorlardı.  Hava değişiverirdi köyün topraklarına ayak basınca.  Bir kuşkanadı gibi dokunurdu rüzgâr insana bu topraklarda. Ürperdi genç adam bu sıcakta.

Üniversiteye yola çıkarken de yine böyle bir eylüldü, son bastıran sıcaklar.  Gömleği terlemiş, koltuk altlarının kokusundan kendisi bile rahatsız olmuştu. Elinde bir valiz, bir de anasının hazırladığı erzak çantası. Pişiler, çökelek, kuru et. İstanbul’da neyle karşılaşacağını bilmediğinden her şeyden azar azar koymuştu anası. Babası ve muhtar amcası beraber gelmişlerdi kasabanın garajına. Babası sadece omzuna vurmuştu. Gözleri ıslaktı ama gözyaşları göz pınarlarında birikmişti, akmıyordu.  Koltukları ise kabarıktı adamın. Dili tutulmuş, konuşamıyordu. Muhtar amcası ise aleni ‘’  sen bizim,  köyümüzün gururusun, iyi yolculuklar oğlum’’ diyordu. Dolmuşa ikisini öylece bırakıp bindi Mesut.

İlk defa büyük bir şehre gidiyor olması ve tek başına yeni bir hayata adım atacağı düşüncesi bile dizlerini titretiyordu. O an ki korkuyla karışık heyecanını hatırladı.    Onları arkasında boyunları bükük bıraktığını, daha o anda annesini özlediğini, kendine verdiği sözleri,  sizin için başarılı olacağım, hiç merak etmeyin, dediğini.

Küçükken sorarlardı ona.  Ne olacaksın, diye. Doktor olacağım, derdi. Köyümüze gelip hastaları iyileştireceğim. Çocukların ölmesine izin vermeyeceğim. Hem de parasız, derdi.

Çok başarılı olmuştu gerçekten de Mesut.  Bütün enerjisini babasına, muhtar amcasına verdiği sözleri tutmak için harcıyordu. İstanbul’a sığmadı başarısı,  Amerika’dan davetler aldı.  ‘’ tabi ki gideceksin ‘’ dedi babası.  Tıp kongreleri, bilimsel araştırmalar.  Nasıl da meşgul, nasıl da çalışkan, nasıl da aranılan bir adam olmuştu.   Köyü çok uzaklarda kalmıştı,  sanki başka bir âlemde.  Gece düşlerine girerdi memleket havası. Ancak rüyalarında sarılırdı anne babasına.

Televizyon programlarına davet edildiğinde suratı utançtan kıpkırmızı olurdu. Babası ile muhtar amcası ekranın karşısında onu seyrediyorlar sanırdı,  bakamazdı kameraya. Yıllar var ki görmemişti hiç birini… Nadiren telefonda konuşurdu anasıyla. Babamı da ver anne, derdi. Babasının telefondan kalp atışlarını hisseder, nefes nefese konuşmasından da korkardı, bir daha göremeyecek miyim ki? Diye. Annesinin sesi de iyice yorgun gelmişti son konuşmalarında. Sitemsiz konuşurdu iki yaşlı, dudaklarından az kelime çokça sevgi akardı.  Onların dilinden saf ve duru özlem dolu sözcükler duydukça daha da çok utanırdı kendinden.

Bir gün yine yoğun bir çalışma temposundan sonra eve döndüğünde  yerde oyuncaklarıyla oynayan küçük oğluna gidip sarılmıştı, bütün yorgunluğunu unutmak istercesine.

Çok özledim oğlum seni, demişti.

Ama baba daha sabah görmüştün beni, dedi minik oğlan bilmiş bilmiş ellerini iki yana açarak.

Olsun ben seni bir an bile görmesem özlüyorum, dediğinde  babası, 

 Peki ama babacığım dedem babaannem seni hiç görmüyorlar, özlemiyorlar mı acaba, deyince verecek cevabı olmayanların şaşkınlığıyla çocuğunun oyuncak kamyonetini alıp sürmüştü  uzun uzun halının üzerinde.

Yaşlı dolmuş nefes nefese tırmanıyordu yokuşu şimdi.  Karısı, çocuğu  boyunlarını uzatıp deniz daha görünmedi mi, diye kıpırdanıyorlardı. Dolmuşun içinde Ayten Alpman, havasına, suyuna, taşına toprağına, bin can feda yurduma, deyip genç adamın kulağından girip ciğerinden çıkıyordu.

Ne vatana, ne millete hayrım dokundu. Hele ki kendi insanıma. Babama anama, diye kendi kendine konuşuyordu.

Anılamadı dediklerini karısı. Sadece gülümsedi. Adamın avucundaki ıslak ellerini okşayıp,  sıktı iyice.

Ya şimdi,

Neden oğlum, yıllardır bir kez bile uğramadın memleketine, derlerse.

Cevabı yoktu.

Hani sen doktor olup, gelecektin topraklarına derlerse.

Cevabı yoktu.

Ne vefasızmışsın, derlerse.

Cevabı yoktu.

Aniden kalktı oturduğu koltuğundan.  İndir beni Mustafa, ineceğim.

Olur, mu Mesut , 10 dakika sonra köy meydanındayız, dedi  çocukluk arkadaşı şoför Mustafa. İstanbul’da hava alanında karşılamıştı onları.

Mustafa, indir beni, diye tekrarlarken aynı cümleleri, bir yandan da deli sorular kafasındaydı.

Anneme seni çok özledim, desem inanır mı ki bana.  Sırtını dönüp giderse.  Bakmazsa suratıma.

Hele muhtar amcaya ne diyeceğim ki? Hangi yüzle öpeceğim elini?

Yapamayacağım. İndir beni Mustafa.

Şoför Mustafa tınmadı bile. Daha çok gaza bastı.  Yol kenarındaki bağlar süslenmiş kara kara razakılarla. Hasanların bağı değil miydi  şurası? Sırtlarında küfelerle asmaların arasında dolaşırken bir yandan küfeye bir yandan ağızlarına attıkları üzümlerin sulu, tatlı lezzetlerini düşündü. Ağzında buruk bir tat vardı şimdi nedense.  Doldurdukları  her bir küfeye para verirdi Hasan’ın babası. Hemen köy meydanındaki tek bakkala gider, gazoz alırlardı.  

Arkadaşı Hasan’ı hatırladı birden.  Öğretmen olup köyüne geri dönen,  verdiği sözü tutan Hasan’ı görünce ne yapacaktı acaba?

Gömleği terden yapışmıştı ensesine, cebinde mendilini aradı,  dolarlar geldi eline. Hızla çekip pantolonun üzerine sildi ellerini.

Köy meydanına doğru iniyorlardı şimdi. Dolmuş coşmuş,  yuvarlanıyordu  yokuşta. Hanım elleri  evlerin bahçe duvarlarından firar etmiş,   köy yollarına sızmıştı kokuları.

Parke taş döşemişler, diye bağırdı meydanı görünce. Sesini kendi bile tanıyamadı.  Mutlu yaramaz bir çocuk mu konuştu diye bakındı dolmuşun içine.

Kahveler sıralanmış meydanın dört bir yanına. Köylüler sandalye atmış dışarıya.  Güneşin son demleri ile vedalaşıyorlardı, ellerinde ince belli çay bardakları. Hem de merakla bekliyorlardı misafirlerini.

Davul sesi geliyordu bir yerlerden.

Düğün var, düğün zamanıdır şimdi, dedi heyecanla Mesut.  Bakındı görür müyüm diye gelin ile damadı.

Kış gelmeden düğünler yapılır, yavuklular kavuşurdu birbirine köyde. Yan yana sıralanmış koca koca kazanları hatırladı. Mis gibi geldi burnuna etli nohut kokusu.  Hele ki keşkek. O en çok sevdiği keşkeğin tadını unutmuştu. 

Karısı da merakla davul zurna sesi nereden geliyor diye aranıyordu. Kocasının elini iyice sıkmaya başlamıştı, şimdi de o kaybolmaktan korkuyordu.

Dolmuş ilerleyemiyordu artık insan kalabalığından.

Düğün alayı dolmuşun önündeydi, davullu zurnalı.  Köylüler bir öbek toplanmış, bakıyorlardı ta dünyanın öbür ucundan, Amerika’dan gelecek misafirlere.

Genç adam ayağa kalktı dolmuşun içinde. Ön cama doğru uzattı kafasını.

Şu en öndeki, Muhtar amca mı o? Saçları bembeyaz olmuş, kamburu da çıkmış.

Babasını gördü köylülerin arasında,  adam ikide bir kasketini çıkarıp takıyordu başına, sırtını sıvazlıyordu arkadaşları, gözün aydın, diye.

Anası, kadınların ortasında kalmış, iğne oyalı bahar çiçekli çemberini dolamış başına, çemberinin bir ucuyla gülümsemekten toparlayamadığı ağzını kapatıyor utanarak, bir taraftan da kafasını uzatıyordu dolmuştakileri görebilmek için. Çocuklar sümükleri akmış, bakıyorlardı  merakla. Kimin geldiğinden haberi olmayanlar ise, kesin politikacılar geliyor yine, oy istemeye, başka zaman uğramazlar buralara, diye sinirli sinirli söyleniyorlardı.

 Mesut indi dolmuştan. Davulun sesi güm güm kalbinde, Hocam hoş geldin köyüne, hoş geldin Mesut, hoş geldin,  diyen özlem dolu sesler kulağında ilerledi kalabalığa. 


28 Kasım 2020 Cumartesi

 


BOŞLUKTA

Yağmurun çatıya vuran sesi uyandırmıştı onu. Yatağının içinden çıkınca evin içi serin geldi. Sarıçiçekleri solmuş pijamalarını çıkarmadı. Anneannesinin ördüğü yeşil yeleği de üstüne geçirdi. Bir ters, bir düz, bir ters, bir düzdü lastikleri. Obez kedisi de girdi yeleğin içine. Oturdular sokağa bakan camın önündeki geniş mermere.  

Yağmur damlaları cama vurup ince şeritlere dönüşüp çerçevenin çatlaklarından içeriye sızmaya çalışıyorlardı. İzin vermeyeceğim, deyip sehpanın üzerindeki örtüyü uzattı çerçevenin önüne. Ne de uysaldılar, Geri döndü damlalar hiç itiraz etmeden, başka yol seçtiler kendilerine.

Başını cama yasladı. Boş boş bakmak istiyordu dışarıya bugün.  İçindeki çay yeni bitmiş ince belli boş bir çay bardağı olmak istiyordu.  İşe yaramaz dikişleri sökülmüş bomboş bir cüzdan.

Hiç bir şeye anlam yüklemeden, çok abartmadan, kahretmeden, cebelleşmeden sadece boş boş bakmak istiyordu camdan.

Ne durakta servis bekleyen kadının sökük mantosunu

Ne genç bir kadının kolunda sürüklenen yaşlı adamın geçmişini

Ne her gün minik köpeğini gezdiren sarı saçlı kızın nasıl olup da hep aynı saatte buradan geçebildiğini

Ne de çöp toplayıcıların ıslak yoluk saçlı küçük kızının çıplak ayaklarının üşüyüp üşümediğini

Ağzında, burnunda, çenesinde, kolunda maskeyle gezen insanların ruh halini

Ne de acı acı sireniyle hızla giden ambulans şoförünün o anda ne düşündüğünü,

 Bilmek istemiyordu.

O sadece camdan bakmak istiyordu.

Ama pencere gülü misali  romantik bir kadın da olmak istemiyordu.

Ya da hüzünlü…

Ya da yalnız…

Dalgın bir kadın da olmak istemiyordu.

O sadece hiçlikle el ele vermiş bir kadın olmak istiyordu.

Sadece bakmak istiyordu camdan.

Bir ters bir düz lastikli yeleğine sarılıp boş boş bakmaktı yegâne arzusu.

Hatta boşlukta kaybolmak belki de.

O sırada saçları örgülü bir kız çocuğu camın önüne gelip durdu.  Kadının hiç hoşuna gitmedi seyredilmek,  git işareti yapıyordu, dil çıkarıyordu ama çocuk tınmıyordu bile. Kendisiyle hiç ilgilenmiyor kediyi camdan okşamaya çalışıyordu sadece.   Sonra dönüp durakta bekleyen adama seslendi.

Baba gelsene buraya,  bak,   yeşil bir yelek giymiş kedi oturuyor camda.

21 Kasım 2020 Cumartesi

 




KOKLAMAYA KIYAMAM

Bir otobüs yolculuğunda kitabımı çıkarmış, kulaklıkları takmak üzere hazırlanmış kendimce bütün mesajı vermiştim yanımda oturacak olan kişiye. Lütfen rahatsız etmeyinizin kibarcası.  Bir süre sonra yanıma uzun boylu, dalgalı kumral saçlı, güneş gözlükleri Türkçe bilmeyen( Gülşah Saraçoğlu deyimiyle. Evet doya doya moda seyrediyorum söylemesi ayıptır) bir kadın oturdu.  Daha yerleşirken merhaba, yolculuk nereye, dedi. Duymazlıktan geldim, kulaklık var ya.  Omuzumu dürttü, merhaba, dedi ısrarla. Çıkardım, merhaba, iyi yolculuklar, dedim. Bu sefer kitabımı açtım.

‘’Ben de çok okurum,’’ dedi. Anlamıştım, rotayı çizmişti, sohbet edilecekti.

‘’Ne okursunuz,’’ dedim.

‘’Ne bulursam, ‘’diye geçiştirdi. ‘’Aslında bu ara iyi değilim, kafam çok dağınık, kendimi veremiyorum, ‘’ deyip gözlüklerini çıkarınca kan çanağına dönmüş gözleri çıktı ortaya.

‘’Hasta mısınız,’’ dedim kitabımı kapatarak.

Hayır, ama sayılır. Kocamla ilişkimiz hasta, dedi gözlüğünü dikkatle kutusuna koyup kaldırdı çantasına.

‘’Nasıl oluyor o hastalıklı ilişki, tedavisi yok mu,’’ dedim biraz alaylı.

‘’Sanırım bıktı benden. Sıkıldı otuz yıl sonra evliliğimizden. Çoluk çocuk gidip ikimiz kalınca sudan çıkmış balığa döndük. Sanki iki yabancı olmuşuz aynı evde fark etmeden. Geçen gün sinirlendi bana elindeki kumandayı fırlattı, gözüme geldi.’’

‘’Siz de terk ettiniz tabi onu. ‘’

‘’Terk ettim ama şimdi geri dönüyorum, ‘’dedi ve  nasıl bir tepki vereceğimi kestirmeye çalışarak bana döndü iyice.

‘’Aaaa, neden?’’ Dedim sadece.

‘’Onu terk ettiğimden beri gözümü kırpmadım daha. ‘’ Paltosunun yakasını kaldırıp derin derin kokladı.

‘’Onun kokusu olmadan uyuyamıyorum da…’’

İçime işledi bu sözü. Alışmak, bağlanmak, kokusunu aramak. Ömrümüz bir koku peşinde geçiyor belki de.

Annenin sıcak ev kokusu

Babanın avucundaki emek ve ter  kokusu

Bebeğin süt kokan teninin kokusu

Sevgilinin parfümüyle karışmış nefesinin kokusu…

Ve bazı evlerin kendine has kokusu.

 Bahriyeli apartmanında karşı dairedeki komşumuz Meserret Teyzemin evinin kokusu da bunlardandı. Yurt dışı gezileri ilk ondan duymuş ve dinlemiştim. Roma’dan gelirken bana üzerinde Pisa kulesi olan bir fular getirmişti. İspanya’dan üzerinde Flamenko dansı yapan kabarık kırmızı etekli bir İspanyol kızı bulunan yelpaze.  Kapının zili çaldığında dürbünden bakar, kapıdaki Meserret Teyzem ise ben açmazdım, anne ne olur sen açsana, derdim.  Çünkü ben de bel lastikleri gevşemiş çiçekleri solmuş pazen pijamalar, onda ise ipek sabahlık ya da kadife işlemeli eşofmanlar olurdu.  İlk evlerine girmem ise bir bayram sabahı olmuştu.  Hiç sevmezdim bayram ziyaretlerini ama babam olmaz, gidilecek deyince kuzu kuzu katıldım sürüye. Kocası Servet Amca da eski Belediye Başkanı, emekli asker. Daha kapı açılınca burnuma ulaşan o koku beni benden alıverdi. Oturduğum sürece kokunun kaynağını bulmaya çalıştım. Tazı gibi burnumu fırt fırt çekiyordum. Babam, ne oluyor kızım, demişti. Annem de kaş göz işareti yapıyordu durmadan. Yerler halı kaplıydı, acaba halı kokusu muydu, ya da Paris’ten aldığı bir parfüm kokusu mu? Bir üst tabaka kokusu mu, biraz zenginlik, biraz görmüş geçirmişliğin kokusu mu, biraz resmiyet, biraz siyaset, biraz kültür,  biraz mazi, biraz,  biraz, hepsi harmanlamış, bir imbikte damıtılmış sonra da etrafa azar azar damlatılmış, kesin öyleydi. Likörlü kahveyi de ilk orada içmiştim o gün. Çıkarken de içi çikolata dolu bir simli kese vermişti elime. Hala hepsi duruyor çekmecemde.

Ben de yıllar sonra kimyacı oldum. Her yaşadığım evde o kokuyu yaratmaya çalıştım. Ama olmadı bir türlü. Benim evim Meserret Teyzemin evi gibi kokmadı hiç. Bazen  rutubet, bazen portakallı kek, bazen simit, çay,  bazen kitap, bazen kahve dumanında hasret koktu.

Meserret Teyzemi ise en son bir hastane odasında ziyaret ettim. İlaç kokulu bir yatak, ecza kokulu bir odada. Onu hiç yakıştıramadım oraya.  Çıkardım çantamdan küçük parfüm şişemi. Odaya şöyle bir sıkıp havayı değiştirdim. Elimi tutup,   gülümsedi bana.

Köşe başını tutan leylak kokusu / yakamı bırak da gideyim , demiş ya  şair. O kadar tutsağız  işte kokulara hepimiz. Zaman dediğimiz kavram  ise  sadece bir koku demeti .

Geçmiş,  naftalinli hediyelerin kokusu, kitap sayfaları arasında kalmış kurumuş yaprakların ekşi kokusu, gitmiş bir sevgilinin içine çekip kalbine depoladığın  boynunun kokusu,

Şimdi, ceplerimize sakladığımız çocukluk hallerimizin kokusu,  etrafında toplanmış olan bütün çiçeklerin kokusu ,

Gelecek , ağaçların yeni filizlenen  tomurcuklarının kokusu, ‘’yarın güzel bir gün olacak’’ yazan mürekkepli kalemin kokusu, umudun kokusu…

 

14 Kasım 2020 Cumartesi

 





ODASI OLMAYAN ÇOCUKLARDIK

Biz boş odaları olan evlerde odası olmayan çocuklardık.

Misafir odaları kilitli, uzun formika on iki kişilik yemek masaları belki senede bir iki iftar sofralarında ya da bayramlarda açılıp görevini yerine getirirdi. Sadece önemli sınavım varsa bu masanın başına kurulur ders çalışırdım. Çoğunlukla da gözüm büfedeki aslanlı kadeh takımına gider, kendimi bir ormanın içinde kaybolmuş hayal ederdim. Vurmalı duvar saati ise beni daldığım ormandan kurtarmak için hiç duraksız sallanır dururdu. Dokuz kez bazen on.

Sadece sobalı evler değil az sayıda olan kaloriferli evlerde de yaşam aynıydı.

Bizim odamız aynı zamanda oturma odasıydı. Karşılıklı iki formika divan, babamın dükkânından. Çek yat denirdi. Çekerdik yatardık bizde kardeşimle karşılıklı olarak.  Onun divanındaki açık bölmede rengârenk demir arabaları dizili olurdu. Elinde oyuncak askerleri ile uyur, rüyamda savaştırıyorum ben onları, derdi. Benim başucumda kitaplar dizili.

Sabah olunca hokus pokus yapar yatakları divana dönüştürür, buruşuk geceyi pencereden silkeler, odaya güneşi davet ederdik.

Odada bir gömme dolap vardı. Sol taraftaki yüklük annemin kahverengi cevizden çeyiz sandığını, sandık ise yüzlerce el emeği göz nurunu saklardı.  Arada içindekiler havalandırılır, oda naftalin kokusuyla dolardı. Annemin gaz lambası eşliğinde yaptığı uçları çiçek oyalı renkli yemenilerini başımıza sarar Seyyal Taner şarkıları söylerdik.

 Sağ taraf bizim dolabımız. Kapağında dönemin ünlülerinin posterleri. Cem Karaca, kepçe kulak Sezen. Bir de ders programı.

Pazar sabahları televizyonda kovboy film kuşağı olurdu. O zaman kahvaltımızı bu odada yapardık. Babam sucukları minik minik doğrar, yağına banardık fırından yeni alınmış tazecik ekmeği. Kaşarlar delikli, bir daha bulamadığım tatlarıyla aklımda.



Televizyon başköşede. Körting marka, mecbur, babam satıyor zira. Biz karşısına dizilince şımarıverirdi BAY Körting. Karlar yağdırırdı ekranına. Babam da kalkar kafasına bir tokat indirir, Bay Körting’i, kendine getirirdi.  Bir ara yeşil cam gelmişti önüne de yılbaşında renkli seyretmiştik Nesrin Topkapı’yı.

Kimse yoksa evde annemlerin yatağına kapağı atar, kitaplarımı orada okurdum.  Hayattan uzak, apartman boşluğuna bakan oda da. Her çekmeceden lavanta kokusu sızardı. Romantik bir hava vardı, romantik hiçbir anlarını görmediğim anne babamın yatak odasında.

Benim odam kavramı doğmamıştı daha. Kapılara, girilmez, yazılmazdı. Kalabalıkların gürültüsünde kalbimizin fısıltısını dinleyebilirdik. Kalabalıklarda yalnız kalabilirdik. Yaratıcılığımızı zorlardık. Günlüğümü okumasın kimse diye simgesel bir alfabe yaratmıştım mesela.

İşte bu ortamlarda ders çalışırdık biz. Kucağımızda yastık, ya da önümüzde sehpa, üzerinde defter kitabımız, iki büklüm olup, Küçük Ev dizisinde Laura İngals’ a üzülür, bir taraftan da ödev yapardık.

Odası olmayan çocuklar kulübüne üye olanlar olarak,

Kendimize ait odamız yokmuş ama duvarları huzurdan, çatısı sevgiden yapılmış sarayımız varmış, diyebilir miyiz acaba?  

 

7 Kasım 2020 Cumartesi

 



 

GECENİN BİR VAKTİNDE

 Alnımı sokağa bakan cama yaslıyorum. Burnumdan çıkan sıcak nefesim buğu oluşturuyor camda. Dışarısı iyice soğumuş anlaşılan. Ayaz bir Kasım yaklaşıyor adım adım. Oluşan buğuyu silmek için kaldırıyorum kolumu,  sonra bir şey dürtüyor elimi, bir ev konduruyorum cama, bacası ve tüten dumanı ile.  Hayatı konduruveriyorum birkaç çizgiyle cama. Sonra da günün katiline dalarak Turgut Uyar’ın ‘’Geyikli Gece ‘’şiirini okuyorum.

 ''Hiçbir şey umurumda değil diyorum

 Aşktan ve umuttan başka

 Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı

 Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor.''

 Kara Gecenin karanlığına bakıyorum şehrin ortasında geyikli geceyi arıyorum.   Yıldız bile yok gökyüzünde. Ne var sanki birkaç tanecik olsaydı da karanlıkta kaybolanlara buldursaydı kaybettiği yolunu. Ay' da karalara bürünmüş, ne bileyim belki de dertli dertli kafa çekiyor bir kuytuda. Bir bulutun ardında kim bilir, belki de bir sevgilinin koynunda.

Sadece bir sokak lambası karşıda, tek başına, ayakta hala. Hayat boyu nöbetçi atanmış mahalleye. Ben de karşısında gece kafasına düşünceler üşüşenlerin temsilcisi.  Bu güne kadar yazılmış bütün gece yarısı şarkıları, şiirleri  aklımda.  Bir dize aydınlık ise lambanın etrafında.   Bunun farkında sanırım o da, arada bir titretiyor ışıklarını. Arada göz kırpıyor karanlığa, yoksa bana mı? 

 Ben de karanlığa göz kırpıyorum ondan cesaret alarak sesleniyorum,  Ey, kulakları sağır, gözleri kör gece, biliyorum bütün sırlar, gizli sevdalar, hüzünler sende saklı,  diş ağrıları sende,  gözyaşları, doğum sancıları. Ama hükmün kaç saat sürecek ki, diyorum ona. Korkutamazsın beni karanlığınla. Az kaldı. Sancılı olsa da, uyku mahmuru kuşların el çırpacak biraz sonra çığlık çığlığa,  kan revan için de kalsa da gün doğacak yarın şafakta. Kıpkırmızı olacak her yer önce savaş meydanı gibi. Ama sonra aydınlık kucaklayacak dünyayı.  Karanlıktan korkup yorganın altına saklananlar çıkaracaklar başlarını rahat bir nefes alacaklar oh diye.

 Yarın, yarın, ah yarın. Seviyorum seni. Seviyorum aydınlığını.

'' Sabahın karşısında konuşmak ne zor

 İncecik kül gibi kalıyorsun

 Dağ susmaya giden yolu biliyor

 Sen bilmiyorsun

 Taş yarılıyor bir çiçek için yol veriyor

 Kısacık konuşuyor çiçek ''Dünya '' diyor. '' Birhan Keskin


31 Ekim 2020 Cumartesi





GÜNAYDIN SEVGİLİ PAZAR OKUYUCULARIM. Tatsız ve de tuzsuz değil mi ağız tadımız. Ne zaman saçma sapan bir şeyler yazayım desem, şöyle güldüren tebessüm ettiren diye karar versem olmuyor, mavi ay izin vermiyor, ya da yükselen merkür ya da bacaya konan uğursuz baykuş. ( zavallı Baykuş) Geçen gün bir haber okudum. Japon bir adam ağlama dersleri veriyormuş. Şu ana kadar 50.000 kişiye ağlamayı öğretmiş. Vayy. Ama bu adam Türkiye'de olsaydı kesin aç kalırdı. Ağlamanın her türlüsü bilinir bu ülkede.Hatta en iyi bildiğimiz şeydir diye de ekleyebiliriz. Yine ağladık İzmir'e, enkaz altında kalan insanlarımıza. Ne diyeyim ki acı bir çay mı içsek, acı bir kahve de olur belki de.

😔😔😔
ÇATLAKLARIMIZ
Dün akşamı ve bugünü ekran başında geçirdi Türkiye’m. Nefeslerini tuttu tüm insanlar, zarar vermeyelim enkaz altındakilere diye, yardımcı oldular o yüce gnüllü kurtarma ekiplerine. Kolonların altında kalmış bu ülkenin kara yazılı insanlarının, gencecik İnci’nin, Buse’nin kurtulmasını izlediler. O izleyenler herkesti. Dindardı, solcuydu, gençti, çocuktu, dedeydi, işçiydi, doktordu. Herkesti. Ve hepsinin gözyaşları aktı yol yol oldu İzmir’ e doğru yüzlerinde.
Lakin gözleri fal taşı gibi açılmışken, bir taraftan da kulaklarını tıkamak zorunda kaldılar.
‘’ Deprem kıyametin alıştırmasıdır’’ diyen, hala böyle bir ortamda halkın dini duygularını kullanmayı hak sanan bir Diyanet Başkanı’na
‘’ Japonya’da deprem olunca insanlar sırtüstü yatıyorlar da bu ülkede niye insanlar ölüyor’’ diyen Çevre ve Şehircilik Bakanına( Özhaseki 2017 )
Deprem Vergilerini soranlara ‘’ biz hesap vermeyiz ‘’ diyen en en baştakine…
Bir kolonun altında ‘’siz köpeği yollayın, ben kedi taklidi yaparım ‘’ diyen Buse’ den utanmadan bu sözleri söylediler çatlak sesler.
Çatlak sesler
Çatlak duvarlar
Çatlak binalar
Çatlak kaldırımlar
Birkaç gün sonra bu çatlakların üzerini üstün körü sıvalarla kapatıp kaldığı yerden yaşamayadevam edecek insanlar. Şehirler daha birkaç gün önce toz duman olmamış gibi açan güneşle gülümseyip sahte cennetler yaratacak gözümüzde.
Ya çatlak ruhlarımız ne olacak ama? Ruhlarımızı sıvamaya bir avuç çimento, bir avuç alçı yetecek mi? Çatlak düşlerimizi, kırık kalplerimizi bir parça badana kapatacak mı? Bir sonraki sarsıntıya kadar bunlar bizi idare eder mi diyeceğiz yine?
Göçen bir madende
Çöken bir binada
Yakılan bir otelde
Meydanda patlayan bir bombada
Sokakta öldürülen bir kadında
Taciz edilen bir çocukta,
Çatlayan ruhlarımızı nasıl tamir edeceğiz acaba?
……………………………………………………….
Yüzünün kavruk engebesinde,
Bir çatlak durmadan ilerler
Kırık çizgileriyle.
Bir yerden uzaklaştıkça,
Yaklaştıkça bir başka yere. Metin Altıok
Fazilet Kirtay, Türkan Doğan ve 8 diğer kişi
Beğen
Yorum Yap
Paylaş

17 Ekim 2020 Cumartesi


 

AH ŞU EV İŞLERİ…

Yok, yok o kadar da değil. Erdek çay bahçelerini yazmayacağım bugün. Onları rahat bırakıyorum, özgür bırakıyorum.  2020 yazını şöyle bir hazmetsinler, kareli masa örtülerine dökülenleri bir bir temizlesinler, misafirlerinin dillerinden, yüreklerinden dökülenleri,  kimi zaman kahkahaları, kimi zaman bir gözyaşını, kimi zaman öfkeli tartışmaları sindirsinler, içselleştirsinler. Bir daha ki yaz mevsimini daha bir sevgiyle daha bir olgunlukla daha bir empati ve anlayışla ve de özlemle karşılasınlar. Tertemiz ince belli bardaklarını yıkasınlar, kırılanların yerine yenilerini koysunlar.

Bir mutfak cadısıyım şu sıralar /Çeşitli şeyleri çeşitli şeylere karıştırmak /Ve seni düşünmek, mırıldanmak /Bazı büyülü yemekler yapmak/ Bazı şifalı yemekler yapmak /Ve kalmak istemek ahbap…DİDEM MADAK

Ben de şu an bir temizlik cadısıyım. Eve dönüş demek büyük temizliklerin yapılması demektir ya bizlerde. Kış temizliği, yaz temizliği. Gerçi benim sıralamam da ev işleri zorunluluk çerçevesi içinde yer alır. Yaşamak için, temiz düzenli hijyen ortamlar yaratmalı , buna inanırım. Ama cam silerken kendinden geçen, ütü yapmanın verdiği hazzı iki de bir gözümüze sokan, ya da ayda bir perde yıkayan ya da yıkatanlarda var aramızda takdire şayan. Bazen dalarım kitaplara, romanlara, filmlere. Bülent Çinko’yu elinde cam bezi ya da toz bezi ile gezerken görünce biraz kıpırdanırım.

Ama ruh hali bu işte. Bazen de insan  kendini kaptırıverir  ev işlerine. Temizlenmek ruhunun arınmasına döner. Elinde toz bezi, sen silersin onlar uçuşur yine yüzeye. Sen silersin, hele ki güneş tependeyse pes eder gidersin.  Tamam, uğraşmayacağım daha fazla marş marş dönün yerlerinize. Aynı beynine üşüşen asalak düşüncelere benzetirim o zaman toz zerrelerini. Ne kadar resetlersen resetle, ne kadar kovalarsan kovala sana nanik yapıp uçuşurlar önce sonra da gelip otururlar yine sehpaların üzerine, başköşeye.

İyi ki toz almaya kalktım, tozlar aynı yerde de benim düşünceler  nerelerde?

Mutfak dolaplarına da bir el atsam. Koca yaz geçti, küsmesinler bana.  Yapacaklarımı kolaylaştırmam zevkli hale getirmem ancak müzik eşliğinde gerçekleşebilir bir de. Yıllar öncesinden eve alınan küçük nostaljik radyonun düğmesini çevirdim bu niyetle.  İnanın çıkan parça

‘’söyleyemem derdimi kimseye, derman olmasın diye,

İnleyen şu kalbimin sesini ah yar duymasın diye

Sakladım gözyaşımı vefasız o yar görmesin diye….…O nefis Türkçesiyle Zeki Müren yanıbaşımda….

Hem dolap siliyordum bir taraftan de fetva vermeye başladım. Ama söyleyemezsen derdini derman bulamazsın ki. Gerçi derman de istemiyor ki şarkıda. Ne insanlar var dünyada.  Aşk acısı ile yanıp kavrulmak istiyorsa kendi bilir, ne diyelim.

 Mutfak dolaplarında bazı yerlerde yıllların dertleri tasaları pardon yağ birikintileri özleşmiş dolabın yüzeyiyle. Bütünleşmiş. Üzerinize yapışan sorumluluklar gibi. Ne kadar kazımaya çalışırsan çalış kurtulamazsın bir türlü. Daha fazla kazırsan, kurtulayım da ne olursa olsun dersen çizersin yüzeyleri. Yok, oldu, kurtuldum sanırsın hayat boyu izi kalır ama yüreğinde. Neyse ki şimdi yağ çözücüler var. Üzerine sıkıyorsun yağlar bırakıveriyor kendini. Ama sakın denemeyin üzerinizde.

İşler bittikten sonra şöyle bir göz gezdiriyorum artık sabun kokan mutfağıma. Evin kalbi gibi atıyor pıt pıt pıt. Ayakta kalmamızı sağlayan, doyuran hazdan dört köşe yapan.

Ocak başında yaptığım yemekleri düşündüm bir an. Acaba her yapılan yemeğe sevgiyi katmak mümkün mü?  En sevdiklerinizi yemeğe davet ettiğiniz  bir yılbaşı gecesine  sardığınız dolmalara neler kattınız acaba? Sadece kıyma pirinç değil herhalde. Heyecan, telaş, özlem, çabuk akşam olsa da gelseler düşüncesi. Misafirleriniz o  dolmaları yerken gözlerinde görürsünüz kattıklarınızı. Yapılan sohbetlerde koyduklarınız gelir geriye.

Ama hep de aşkla mı yapılır yemekler acaba?  Sabah sabah kavga edip evden ayrılan kocanızı düşünüp, Hiç lanet olsun diyerek karıştırmadınız mı çorbanızı?  En yakın dostunuzun  ihanetini öğrendiğinizde Patlıcanları çatır çatır kızartmadınız mı  tavada. O kızgın yağ tanecikleri hiç yüzünüze sıçrayıp iz bırakmadı mı?  Ya da ne bileyim çocuğunuz işten çıkarıldığında  düşüncelere dalıp başında beklediğiniz sütü taşırmadınız mı?

Mutfak işte duyguların dans ettiği pist. Tango, çaça, vals, halay bazen de çökertme…

AH, şu kadına doğmadan biçilmiş elbise, ah şu ev işleri….

Sevgili Pazar Okuyucularım Yine DİDEM MADAK dizeleriyle veda edelim ev işlerine…

Mutfağa gidip domates çorbası pişirdim.

Çoktandır öksüz olan mutfakta

Buğulandı ve ağladı camlar,

Gözyaşlarını kuruladım perdelerin ucuyla.

Çoktandır öksüz olan dünyaya baktım,

Allah babasıyla baş başa kalmış insanlara,

Poşetin tamamını beş bardak suya boşaltınca,

Sanki biraz rahatladım.

Kazanlar dolusu çorba kaynatsam sanki,

Artık kimse mutsuz olmayacaktı.

Ah...dedim sonra…

3 Ekim 2020 Cumartesi

 

Ünlü masal anlatıcı JUDİTH LİBERMAN'ın derlediği ve müthiş bir anlatım ile aktardığı masalı:

DİLEK AĞACI

Bir yolcunun masalı bu masal. Nereden geldiğini nereye gittiğini hatırlamayan bir yolcunun. Bizim yolcu gerçekten de sadece yolların çocuğuydu. Yol onu nereye götürüyorsa oraya gidiyordu. Bazen bir köyde dururdu. Orada çalışır ekmeğini kazanır, sonra yine yol onu nereye çağırıyorsa giderdi. Günlerden bir gün bizim yolcu bir köyde durmuştu. Birkaç gün kalmış, ekmek parasını kazanmıştı. Artık bu köyden gitme vakti gelmişti. Uzaklardan  bir köy onu çağırıyordu. … Köylüler dedi ki,   hiçbir yere sapmadan, dümdüz yürürsen önümüzdeki köye varırsın. O da dümdüz yürümüştü. Yürümüştü de akşam olmak üzereydi, karanlık basmaya başlamıştı. Ne bir ışık, ne bir ev, ne bir ses. Ormanın içinde kalakalmıştı.  Bu kadar uzak olacağını tahmin edememişti. Çaresiz toprağın üzerinde uyuyacaktı. İlk değildi ki bu. Bir ağacın kökleri arasında kendine bir yatak yapacaktı. Ağacın upuzun yerlere kadar eğilmiş iki dalı onu kucaklarcasına uzanmıştı. İşte burası uygun, dedi bizim yolcu. Heybesini çıkardı içine baktı. Ama başka bir köye gideceğini umarak tedariksiz davranmıştı. Ekmeği bitmek üzereydi. Hiç yiyecek yoktu heybesinde. Derin bir iç çekti. Of yine aç bir gece geçecek, dedi üzgün üzgün. Yine aç bir gece, yine toprakta uyuyacağım bir gece, diye düşünürken,

Bir şarkı duydu yakınlardan bir yerden. Şarkı ne diyordu biliyor musunuz?

NE istiyorsun,

Ne özlüyorsun

Kalbine sor ve dinle

Sonra hayretle izle

Şaşırdı. Nereden geliyor bu ses diye bakındı, ama kimseler göremedi karanlıkta. Sonra da şarkının dediğini yaptı. Bizim yolcu düşündü gerçekten.  Bu heybenin içinde ne bulmak isterdim acaba? Kalbine sordu.  Ve,  annem ben çocukken bir ekmek yapardı. Mis gibi kokardı o ekmek, dedi. Kokuyu duydu. Fırından yeni çıkmış sıcak ekmeğin  ve Üzerine annesinin sürdüğü tereyağının kokusu. Gözlerini kapadı, yine kokladı. Ama bu koku çok yakından geliyordu. Sanki heybesinden. Kokladı, kokladı, heybesini açtı. Gerçekten üzerinde tereyağı erimiş halde bir ekmek bulmaz mı? O kadar açtı ki nereden geldi diye sormadan bir çırpıda yedi bitirdi. Mmmm evet evet tam annemin ki gibi.

Tekrar şarkıyı duydu…

NE istiyorsun,

Ne özlüyorsun

Kalbine sor ve dinle

Sonra hayretle izle

Bu sefer yine düşündü. Annem elma ağacından elmaları toplar, onlardan elma turtası yapar, üzerine tarçın serperdi, şeker serperdi… Ohh kokusu geldi yine burnuna. Ama ama yine koku çok yakından gelmeye başlamıştı.  Yine Heybesine baktı orada elma turta dilimleri duruyordu. Nasıl olabilirdi ki… Tam annesinin yaptığı gibi.  Turta dilimleriyle beraber parmaklarını da yedi bizim yolcu. Kaç yıl oldu, çocukluğundan beri böyle bir lezzet almamıştı.

Artık hatırlıyordu çocukluğunun lezzetlerini,       özlemeye başlamıştı  annesinin yemeklerinin tadını. Hayatı boyunca tattığı ı bütün lezzetleri hatırladı. Kalbine izin vermişti artık.  İsteyebiliyordu bildiği ve bilmediği tatları, ulaşamadıklarını.

Sonra da devam etti. Bir masa olsa dedi. Hiç bana denk gelmedi öyle masada yemekler yemek. Üzerine beyaz bir örtü. Bir de sandalye olsa. Ben hep yerde oturarak yedim yemeklerimi. Masanın üzerinde sıcak bir çorba… Biraz ekmek.  Hele bir de etli mantı. Yoğurtlu, üzerine tereyağlı soslu. Ve de dolma.  Etli dolma. Taze yapraklara sarılmış. O istedikçe masa donatıldı. Hiç sorgulamadan hepsini yedi, bazılarını hiç tatmamıştım diyerek yedi. Hepsi bitince de bir çay istedi canı. O da geldi üzerinde dumanı tüterken. Çayı da içtikten sonra  gevşedi, rahatladı bizim yolcu. Uyku da bastırdı iyice tok karnına.

Ama şimdi bu yemeğin üzerine de yerde yatmak istemedi. Hayal etti. Bir yatak olsa beyaz sabun kokan çarşaflar serilmiş üstüne, saten dikişli yorganlar. Kuştüyü yastığa başımı koysam. Şimdi hepsi Gözünün önündeydi. Kuruluverdi  yatak ağacın altına. O da girdi çarşafların arasına, yorganın altına, koydu kafasını kaz tüyü yastığa…

Ama sevgili Pazar Okuyucularım, Bizim yolcunun bilmediği bir şey vardı. O bu gece tesadüfen bir dilek ağacının altındaydı. Bu ağaçlar vardı yeryüzünde.  Ve de şimdi ona denk gelmişti. Kaç tane olduklarını bilmiyoruz.  İşte o yüzden Hepimiz bilmeden bir dilek ağacının altına oturabiliriz. Ne istersek gerçekleştirebiliriz. İşte bizim yolcunun bütün istekleri bu yüzden olmuştu.

NE istiyorsun,

Ne özlüyorsun

Kalbine sor ve dinle

Sonra hayretle izle

Tok karnına yumuşak yatağına yatınca bir den sorgulamaya başladı. Dur bakalım bütün bunlar nasıl oldu. Ben doğuştan şanslı mıyım ki bütün bunlar gerçekleşsin. Bu kesin bir canavarın ya da büyücünün tuzağıdır. Beni doyurdu, besledi, şimdi de beni uyutuyor. Tam ben gözümü kapattığı anda yorganların arasından beni çekecek ve yiyecek. Evet, kesin bir canavar çıkıp beni yiyecek. Ve bu korku dolu düşünceyi aklına soktuğu anda gerçekten de bir canavar çıkıp onu yedi.

İşte sevgili Arkadaşlarım. Ne dilediğimize çok dikkat etmeliyiz. Çünkü bilemeyiz ne zaman bir dilek ağacına rastlayacağımızı. Masalın dediği gibi onlar her yerde olabilir. Ve her yerde sen de bu şarkıyı duyabilirsin…

 O yüzden gönlünü hep ferah tut.  Her zaman kendin için, sevdiklerin için,  doğa için, çocuklar için, insanlık için, dünya için güzel şeyler dile.

Kim bilir belki de sen şu an bir dilek ağacının altındasındır.  JUDİTH LİBERMAN