YOKUŞUN SONU
Mesut karısının eline öyle bir yapışmıştı ki, kadın
bırakıverse adamın elini, kaybolacaktı sanki. Oysa korkacak ne vardı ki, memleketine geliyordu yıllar sonra. Aydın’ı henüz geçmişlerdi.
Dolmuş yokuşu tırmanınca, mavinin kucağına düşmeyi
bekliyordu Mesut. İyot kokusu şimdiden
pencerelere sızmıştı. Arkadan da yosun kokusu dolduracaktı şu anda ter kokan
dolmuşu, biliyordu. Söğütler saçlarını
sallayıp uzanmışlar onu selamlıyorlardı.
Hava değişiverirdi köyün topraklarına
ayak basınca. Bir kuşkanadı gibi
dokunurdu rüzgâr insana bu topraklarda. Ürperdi genç adam bu sıcakta.
Üniversiteye yola çıkarken de yine böyle bir eylüldü, son
bastıran sıcaklar. Gömleği terlemiş,
koltuk altlarının kokusundan kendisi bile rahatsız olmuştu. Elinde bir valiz,
bir de anasının hazırladığı erzak çantası. Pişiler, çökelek, kuru et. İstanbul’da
neyle karşılaşacağını bilmediğinden her şeyden azar azar koymuştu anası. Babası
ve muhtar amcası beraber gelmişlerdi kasabanın garajına. Babası sadece omzuna
vurmuştu. Gözleri ıslaktı ama gözyaşları göz pınarlarında birikmişti,
akmıyordu. Koltukları ise kabarıktı
adamın. Dili tutulmuş, konuşamıyordu. Muhtar amcası ise aleni ‘’ sen bizim,
köyümüzün gururusun, iyi yolculuklar oğlum’’ diyordu. Dolmuşa ikisini
öylece bırakıp bindi Mesut.
İlk defa büyük bir şehre gidiyor olması ve tek başına yeni
bir hayata adım atacağı düşüncesi bile dizlerini titretiyordu. O an ki korkuyla
karışık heyecanını hatırladı. Onları arkasında boyunları bükük bıraktığını,
daha o anda annesini özlediğini, kendine verdiği sözleri, sizin için
başarılı olacağım, hiç merak etmeyin, dediğini.
Küçükken sorarlardı ona. Ne olacaksın, diye. Doktor olacağım, derdi.
Köyümüze gelip hastaları iyileştireceğim. Çocukların ölmesine izin
vermeyeceğim. Hem de parasız, derdi.
Çok başarılı olmuştu gerçekten de Mesut. Bütün enerjisini babasına, muhtar amcasına
verdiği sözleri tutmak için harcıyordu. İstanbul’a sığmadı başarısı, Amerika’dan davetler aldı. ‘’ tabi ki gideceksin ‘’ dedi babası. Tıp kongreleri, bilimsel araştırmalar. Nasıl da meşgul, nasıl da çalışkan, nasıl da
aranılan bir adam olmuştu. Köyü çok
uzaklarda kalmıştı, sanki başka bir âlemde. Gece düşlerine girerdi memleket havası. Ancak rüyalarında sarılırdı anne babasına.
Televizyon programlarına davet edildiğinde suratı utançtan
kıpkırmızı olurdu. Babası ile muhtar amcası ekranın karşısında onu
seyrediyorlar sanırdı, bakamazdı
kameraya. Yıllar var ki görmemişti hiç birini… Nadiren telefonda konuşurdu
anasıyla. Babamı da ver anne, derdi. Babasının telefondan kalp atışlarını
hisseder, nefes nefese konuşmasından da korkardı, bir daha göremeyecek miyim ki?
Diye. Annesinin sesi de iyice yorgun gelmişti son konuşmalarında. Sitemsiz
konuşurdu iki yaşlı, dudaklarından az kelime çokça sevgi akardı. Onların dilinden saf ve duru özlem dolu sözcükler duydukça
daha da çok utanırdı kendinden.
Bir gün yine yoğun bir çalışma temposundan sonra eve döndüğünde yerde oyuncaklarıyla oynayan küçük oğluna gidip sarılmıştı, bütün yorgunluğunu
unutmak istercesine.
Çok özledim oğlum seni, demişti.
Ama baba daha sabah görmüştün beni, dedi minik oğlan bilmiş
bilmiş ellerini iki yana açarak.
Olsun ben seni bir an bile görmesem özlüyorum, dediğinde babası,
Peki ama babacığım dedem babaannem seni hiç görmüyorlar, özlemiyorlar
mı acaba, deyince verecek cevabı olmayanların şaşkınlığıyla çocuğunun oyuncak
kamyonetini alıp sürmüştü uzun uzun halının üzerinde.
Yaşlı dolmuş nefes nefese tırmanıyordu yokuşu şimdi. Karısı, çocuğu boyunlarını uzatıp deniz daha
görünmedi mi, diye kıpırdanıyorlardı. Dolmuşun içinde Ayten Alpman, havasına,
suyuna, taşına toprağına, bin can feda yurduma, deyip genç adamın kulağından girip
ciğerinden çıkıyordu.
Ne vatana, ne millete hayrım dokundu. Hele ki kendi
insanıma. Babama anama, diye kendi kendine konuşuyordu.
Anılamadı dediklerini karısı. Sadece gülümsedi. Adamın avucundaki
ıslak ellerini okşayıp, sıktı iyice.
Ya şimdi,
Neden oğlum, yıllardır
bir kez bile uğramadın memleketine, derlerse.
Cevabı yoktu.
Hani sen doktor olup, gelecektin topraklarına derlerse.
Cevabı yoktu.
Ne vefasızmışsın, derlerse.
Cevabı yoktu.
Aniden kalktı oturduğu koltuğundan. İndir beni Mustafa, ineceğim.
Olur, mu Mesut , 10
dakika sonra köy meydanındayız, dedi çocukluk arkadaşı şoför Mustafa. İstanbul’da
hava alanında karşılamıştı onları.
Mustafa, indir beni,
diye tekrarlarken aynı cümleleri, bir yandan da deli sorular kafasındaydı.
Anneme seni çok özledim, desem inanır mı ki bana. Sırtını dönüp giderse. Bakmazsa suratıma.
Hele muhtar amcaya ne diyeceğim ki? Hangi yüzle öpeceğim
elini?
Yapamayacağım. İndir beni Mustafa.
Şoför Mustafa tınmadı bile. Daha çok gaza bastı. Yol kenarındaki bağlar süslenmiş kara kara
razakılarla. Hasanların bağı değil miydi
şurası? Sırtlarında küfelerle asmaların arasında dolaşırken bir yandan
küfeye bir yandan ağızlarına attıkları üzümlerin sulu, tatlı lezzetlerini
düşündü. Ağzında buruk bir tat vardı şimdi nedense. Doldurdukları
her bir küfeye para verirdi Hasan’ın babası. Hemen köy meydanındaki tek
bakkala gider, gazoz alırlardı.
Arkadaşı Hasan’ı hatırladı birden. Öğretmen olup köyüne geri dönen, verdiği sözü tutan Hasan’ı görünce ne
yapacaktı acaba?
Gömleği terden yapışmıştı ensesine, cebinde mendilini
aradı, dolarlar geldi eline. Hızla çekip
pantolonun üzerine sildi ellerini.
Köy meydanına doğru iniyorlardı şimdi. Dolmuş coşmuş, yuvarlanıyordu yokuşta. Hanım elleri evlerin bahçe duvarlarından firar etmiş, köy yollarına sızmıştı kokuları.
Parke taş döşemişler,
diye bağırdı meydanı görünce. Sesini kendi bile tanıyamadı. Mutlu yaramaz bir çocuk mu konuştu diye
bakındı dolmuşun içine.
Kahveler sıralanmış meydanın dört bir yanına. Köylüler
sandalye atmış dışarıya. Güneşin son
demleri ile vedalaşıyorlardı, ellerinde ince belli çay bardakları. Hem de merakla
bekliyorlardı misafirlerini.
Davul sesi geliyordu bir yerlerden.
Düğün var, düğün
zamanıdır şimdi, dedi heyecanla Mesut. Bakındı görür müyüm diye gelin ile damadı.
Kış gelmeden düğünler yapılır, yavuklular kavuşurdu
birbirine köyde. Yan yana sıralanmış koca koca kazanları hatırladı. Mis gibi
geldi burnuna etli nohut kokusu. Hele ki
keşkek. O en çok sevdiği keşkeğin tadını unutmuştu.
Karısı da merakla davul zurna sesi nereden geliyor diye
aranıyordu. Kocasının elini iyice sıkmaya başlamıştı, şimdi de o kaybolmaktan
korkuyordu.
Dolmuş ilerleyemiyordu artık insan kalabalığından.
Düğün alayı dolmuşun önündeydi, davullu zurnalı. Köylüler bir öbek toplanmış, bakıyorlardı ta
dünyanın öbür ucundan, Amerika’dan gelecek misafirlere.
Genç adam ayağa kalktı dolmuşun içinde. Ön cama doğru uzattı
kafasını.
Şu en öndeki, Muhtar amca mı o? Saçları bembeyaz olmuş,
kamburu da çıkmış.
Babasını gördü köylülerin arasında, adam ikide bir kasketini çıkarıp takıyordu
başına, sırtını sıvazlıyordu arkadaşları, gözün
aydın, diye.
Anası, kadınların ortasında kalmış, iğne oyalı bahar çiçekli çemberini dolamış başına, çemberinin bir ucuyla gülümsemekten toparlayamadığı ağzını kapatıyor utanarak, bir taraftan da kafasını uzatıyordu dolmuştakileri görebilmek için. Çocuklar sümükleri akmış, bakıyorlardı merakla. Kimin geldiğinden haberi olmayanlar ise, kesin politikacılar geliyor yine, oy istemeye, başka zaman uğramazlar buralara, diye sinirli sinirli söyleniyorlardı.
Mesut indi dolmuştan. Davulun sesi güm güm kalbinde, Hocam hoş geldin köyüne, hoş geldin Mesut, hoş geldin, diyen özlem dolu sesler kulağında ilerledi kalabalığa.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder