12 Aralık 2020 Cumartesi

 






YOKUŞUN SONU

Mesut karısının eline öyle bir yapışmıştı ki, kadın bırakıverse adamın elini, kaybolacaktı sanki.  Oysa korkacak ne vardı ki,  memleketine geliyordu yıllar sonra.  Aydın’ı henüz geçmişlerdi.

Dolmuş yokuşu tırmanınca, mavinin kucağına düşmeyi bekliyordu Mesut.  İyot kokusu şimdiden pencerelere sızmıştı. Arkadan da yosun kokusu dolduracaktı şu anda ter kokan dolmuşu, biliyordu.  Söğütler saçlarını sallayıp  uzanmışlar onu selamlıyorlardı.  Hava değişiverirdi köyün topraklarına ayak basınca.  Bir kuşkanadı gibi dokunurdu rüzgâr insana bu topraklarda. Ürperdi genç adam bu sıcakta.

Üniversiteye yola çıkarken de yine böyle bir eylüldü, son bastıran sıcaklar.  Gömleği terlemiş, koltuk altlarının kokusundan kendisi bile rahatsız olmuştu. Elinde bir valiz, bir de anasının hazırladığı erzak çantası. Pişiler, çökelek, kuru et. İstanbul’da neyle karşılaşacağını bilmediğinden her şeyden azar azar koymuştu anası. Babası ve muhtar amcası beraber gelmişlerdi kasabanın garajına. Babası sadece omzuna vurmuştu. Gözleri ıslaktı ama gözyaşları göz pınarlarında birikmişti, akmıyordu.  Koltukları ise kabarıktı adamın. Dili tutulmuş, konuşamıyordu. Muhtar amcası ise aleni ‘’  sen bizim,  köyümüzün gururusun, iyi yolculuklar oğlum’’ diyordu. Dolmuşa ikisini öylece bırakıp bindi Mesut.

İlk defa büyük bir şehre gidiyor olması ve tek başına yeni bir hayata adım atacağı düşüncesi bile dizlerini titretiyordu. O an ki korkuyla karışık heyecanını hatırladı.    Onları arkasında boyunları bükük bıraktığını, daha o anda annesini özlediğini, kendine verdiği sözleri,  sizin için başarılı olacağım, hiç merak etmeyin, dediğini.

Küçükken sorarlardı ona.  Ne olacaksın, diye. Doktor olacağım, derdi. Köyümüze gelip hastaları iyileştireceğim. Çocukların ölmesine izin vermeyeceğim. Hem de parasız, derdi.

Çok başarılı olmuştu gerçekten de Mesut.  Bütün enerjisini babasına, muhtar amcasına verdiği sözleri tutmak için harcıyordu. İstanbul’a sığmadı başarısı,  Amerika’dan davetler aldı.  ‘’ tabi ki gideceksin ‘’ dedi babası.  Tıp kongreleri, bilimsel araştırmalar.  Nasıl da meşgul, nasıl da çalışkan, nasıl da aranılan bir adam olmuştu.   Köyü çok uzaklarda kalmıştı,  sanki başka bir âlemde.  Gece düşlerine girerdi memleket havası. Ancak rüyalarında sarılırdı anne babasına.

Televizyon programlarına davet edildiğinde suratı utançtan kıpkırmızı olurdu. Babası ile muhtar amcası ekranın karşısında onu seyrediyorlar sanırdı,  bakamazdı kameraya. Yıllar var ki görmemişti hiç birini… Nadiren telefonda konuşurdu anasıyla. Babamı da ver anne, derdi. Babasının telefondan kalp atışlarını hisseder, nefes nefese konuşmasından da korkardı, bir daha göremeyecek miyim ki? Diye. Annesinin sesi de iyice yorgun gelmişti son konuşmalarında. Sitemsiz konuşurdu iki yaşlı, dudaklarından az kelime çokça sevgi akardı.  Onların dilinden saf ve duru özlem dolu sözcükler duydukça daha da çok utanırdı kendinden.

Bir gün yine yoğun bir çalışma temposundan sonra eve döndüğünde  yerde oyuncaklarıyla oynayan küçük oğluna gidip sarılmıştı, bütün yorgunluğunu unutmak istercesine.

Çok özledim oğlum seni, demişti.

Ama baba daha sabah görmüştün beni, dedi minik oğlan bilmiş bilmiş ellerini iki yana açarak.

Olsun ben seni bir an bile görmesem özlüyorum, dediğinde  babası, 

 Peki ama babacığım dedem babaannem seni hiç görmüyorlar, özlemiyorlar mı acaba, deyince verecek cevabı olmayanların şaşkınlığıyla çocuğunun oyuncak kamyonetini alıp sürmüştü  uzun uzun halının üzerinde.

Yaşlı dolmuş nefes nefese tırmanıyordu yokuşu şimdi.  Karısı, çocuğu  boyunlarını uzatıp deniz daha görünmedi mi, diye kıpırdanıyorlardı. Dolmuşun içinde Ayten Alpman, havasına, suyuna, taşına toprağına, bin can feda yurduma, deyip genç adamın kulağından girip ciğerinden çıkıyordu.

Ne vatana, ne millete hayrım dokundu. Hele ki kendi insanıma. Babama anama, diye kendi kendine konuşuyordu.

Anılamadı dediklerini karısı. Sadece gülümsedi. Adamın avucundaki ıslak ellerini okşayıp,  sıktı iyice.

Ya şimdi,

Neden oğlum, yıllardır bir kez bile uğramadın memleketine, derlerse.

Cevabı yoktu.

Hani sen doktor olup, gelecektin topraklarına derlerse.

Cevabı yoktu.

Ne vefasızmışsın, derlerse.

Cevabı yoktu.

Aniden kalktı oturduğu koltuğundan.  İndir beni Mustafa, ineceğim.

Olur, mu Mesut , 10 dakika sonra köy meydanındayız, dedi  çocukluk arkadaşı şoför Mustafa. İstanbul’da hava alanında karşılamıştı onları.

Mustafa, indir beni, diye tekrarlarken aynı cümleleri, bir yandan da deli sorular kafasındaydı.

Anneme seni çok özledim, desem inanır mı ki bana.  Sırtını dönüp giderse.  Bakmazsa suratıma.

Hele muhtar amcaya ne diyeceğim ki? Hangi yüzle öpeceğim elini?

Yapamayacağım. İndir beni Mustafa.

Şoför Mustafa tınmadı bile. Daha çok gaza bastı.  Yol kenarındaki bağlar süslenmiş kara kara razakılarla. Hasanların bağı değil miydi  şurası? Sırtlarında küfelerle asmaların arasında dolaşırken bir yandan küfeye bir yandan ağızlarına attıkları üzümlerin sulu, tatlı lezzetlerini düşündü. Ağzında buruk bir tat vardı şimdi nedense.  Doldurdukları  her bir küfeye para verirdi Hasan’ın babası. Hemen köy meydanındaki tek bakkala gider, gazoz alırlardı.  

Arkadaşı Hasan’ı hatırladı birden.  Öğretmen olup köyüne geri dönen,  verdiği sözü tutan Hasan’ı görünce ne yapacaktı acaba?

Gömleği terden yapışmıştı ensesine, cebinde mendilini aradı,  dolarlar geldi eline. Hızla çekip pantolonun üzerine sildi ellerini.

Köy meydanına doğru iniyorlardı şimdi. Dolmuş coşmuş,  yuvarlanıyordu  yokuşta. Hanım elleri  evlerin bahçe duvarlarından firar etmiş,   köy yollarına sızmıştı kokuları.

Parke taş döşemişler, diye bağırdı meydanı görünce. Sesini kendi bile tanıyamadı.  Mutlu yaramaz bir çocuk mu konuştu diye bakındı dolmuşun içine.

Kahveler sıralanmış meydanın dört bir yanına. Köylüler sandalye atmış dışarıya.  Güneşin son demleri ile vedalaşıyorlardı, ellerinde ince belli çay bardakları. Hem de merakla bekliyorlardı misafirlerini.

Davul sesi geliyordu bir yerlerden.

Düğün var, düğün zamanıdır şimdi, dedi heyecanla Mesut.  Bakındı görür müyüm diye gelin ile damadı.

Kış gelmeden düğünler yapılır, yavuklular kavuşurdu birbirine köyde. Yan yana sıralanmış koca koca kazanları hatırladı. Mis gibi geldi burnuna etli nohut kokusu.  Hele ki keşkek. O en çok sevdiği keşkeğin tadını unutmuştu. 

Karısı da merakla davul zurna sesi nereden geliyor diye aranıyordu. Kocasının elini iyice sıkmaya başlamıştı, şimdi de o kaybolmaktan korkuyordu.

Dolmuş ilerleyemiyordu artık insan kalabalığından.

Düğün alayı dolmuşun önündeydi, davullu zurnalı.  Köylüler bir öbek toplanmış, bakıyorlardı ta dünyanın öbür ucundan, Amerika’dan gelecek misafirlere.

Genç adam ayağa kalktı dolmuşun içinde. Ön cama doğru uzattı kafasını.

Şu en öndeki, Muhtar amca mı o? Saçları bembeyaz olmuş, kamburu da çıkmış.

Babasını gördü köylülerin arasında,  adam ikide bir kasketini çıkarıp takıyordu başına, sırtını sıvazlıyordu arkadaşları, gözün aydın, diye.

Anası, kadınların ortasında kalmış, iğne oyalı bahar çiçekli çemberini dolamış başına, çemberinin bir ucuyla gülümsemekten toparlayamadığı ağzını kapatıyor utanarak, bir taraftan da kafasını uzatıyordu dolmuştakileri görebilmek için. Çocuklar sümükleri akmış, bakıyorlardı  merakla. Kimin geldiğinden haberi olmayanlar ise, kesin politikacılar geliyor yine, oy istemeye, başka zaman uğramazlar buralara, diye sinirli sinirli söyleniyorlardı.

 Mesut indi dolmuştan. Davulun sesi güm güm kalbinde, Hocam hoş geldin köyüne, hoş geldin Mesut, hoş geldin,  diyen özlem dolu sesler kulağında ilerledi kalabalığa. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder