19 Aralık 2020 Cumartesi

 

 




SESSİZLİK

Sessizliğin sesi kulakları tırmalıyordu. Küpeli çiçeğinin sararmış bir yaprağının tozlu parkenin üzerine düşüşü. Duvarın köşesindeki örümceğin sekiz adımının sesi. Kadının omuzuna düşen ölü bir saç telinin fısıltısı.  

Hayriye ve kocası pencerenin önündeki pembe beyaz çiçekli berjere oturmuşlardı.   Adam bulmaca çözüyordu, her zaman ki gibi. Sağdan sola yedi harfli. Eski dilde Pişmanlık. Bulamadı bir türlü. Sorsa karısına, bilmezdi ki o. Hiç görmemişti onun elinde gazete, bulmaca, bir kalem. Sadece yemek tarifleri kitabı vardı onun çekmecesinde.

Konuşacak ilginç bir konu buluncaya kadar susmuş insanların damarlarında dolaşan yalnızlığın sesi odayı kaplıyordu.

Kadın da elinde danteli, ince uçlu tığı bir ileri bir geri çalıştırıyordu. Arada da duvarda ağ yapan örümceğe bakıyordu. O hangi modeli örüyor acaba, diye düşündü bir ara.

Odadaki hoyrat ve korkutucu sessizlik Hayriye’nin aklına anneannesinin sözlerini getirdi. Yaşlı kadının özlü sözleri olurdu hep. Derdi ki, karı koca çok sessizleştiyse ya biri bunamaya başlamıştır içine dönmüştür ya da aklı dışarıda, başka yerlere gitmeye. Bu da iyi gelmez evliliklere. Eviniz cıvıl cıvıl olmalı. Yoksa nedamet boşuna olur.

Sessizlik ruhları farklı mecralara taşır, günahkâr davetiyesini yollardı insanlara. Elinde bir bıçakla süzülürdü ruhlara.  Ayın, yıldızların, güneşin tüm evrenin sesi kısılır, sinsice beklerlerdi onlarda, ne olacak diye?

Kurtulmak gerekirdi örümceğin ayak seslerinden, dökülen saç tellerinin fısıltısından.

Berjerlerin ortasındaki sehpanın üzerindeki radyo Hızır gibi yetişti Hayriye’nin korkusuna.   Yankılansın neşe odanın ölü duvarlarında. Doldursun boşluğu bir yabancının sesi. Tanıdık olmasın daha iyi. Saçmalasın, güldürsün, konuşsun isterse boş boş. Dünyanın en saçma fıkrasını anlatsın. En ayıp fıkrasını. En kötü hikâyesini. Biz yine de dinleyelim onu. Radyonun düğmesini çevirdi ki eskilerden Salim Dündar, o küçücük bedeninden beklenmeyen gür sesiyle daldı odaya paldır küldür.

Eyletmen beni

Söyletmen beni

Ağlatman beni

Aynalar aynalar

Hüznüm sizde görünür

Saçım beyaz bürünür

Yaşarken de ölünür…

Hiç de umduğunu bulamadı kadın. Nerden çıkmıştı şimdi bu hüzünlü şarkı…

Eli saçlarında dolaştı istemsizce. Bir zamanlar tarakla bile açılamayan, lastiklere sığmayan, tokalarla uslanmayan gür, dalgalı kahverengi saçlarında.  O saçlarda yolunu kaybeden ince uzun parmaklı Serhat’ı düşündü.  Yarım mı kalacak aşkımız şimdi? Demişti.  Ya bulamazsak bir daha bu mucizeyi.  Ama genç kız onunla gitmeye cesaret edemeyince, delikanlı ne bir el sallamış, ne de bir veda sözcüğü edebilmişti. Öylece gidivermişti. Şimdi kadının gözleri duvardaki örümceğin hırsla ördüğü ağdaydı.  Nasıl da şaşırmıyordu ki? Tek amacı ördüğü o muhteşem dantel miydi? Ya sonra ne olacaktı?

Adam bulmacadan kaldırdı başını Salim Dündar’ı duyunca, nerden çıktı bu der gibi gözlüklerini çıkarıp yere düşen küpelinin tozlu parkenin üzerindeki yaprağına baktı.  Sigaradan sararmış kalın küt parmakları ile başını sıvazladı. Saçları dökülmüş,  artık dışarı çıkarken ille bir kasket takıyordu ya da bere. Yoksa ensesi üşüyordu. Zaman acımasız, zaman kalleşti.   Ne kadar yalvarmıştı babasına, izin ver gideyim, radyo sanatçısı olmak için sınavlara gireyim, diye. Kasabadan çıkmış bir müzisyen abisi sesini çok beğenmiş, yol göstermişti ona sınava girmesi için. Ama babası bunu duyunca azgın nehirler gibi köpürmüştü. Kasabanın çıkışı örümcek ağlarıyla örülmüştü sanki. Çıkamadı bu köhnemiş kasabadan.  O da hiç sevmediği baba mesleğine devam etti. Ama ne uzadı ne kısaldı.  

Hava sıcaklığı mevsim normallerinin altında seyredecek. Hafta sonu Marmara yağmurlu…

Hava durumunu sunan spikerin ciddi sesi kendine getirmişti ikisini de. Adam öksürdü. Köh köh köh. Son zamanlarda illet bir öksürük yerleşmişti ciğerlerine, rahat bırakmıyordu. Hayriye endişeyle sıçradı yerinden. Ödü patladı kocasının öksürüklerinden. Su getirdi hemen. Ona bir şey olmasın, ne olur? Şimdi ihtiyacımız var birbirimize, diyordu içinden.

Sessizlik şimdi ikisinin de kalbinde gürültülerle karşılaşıyor, ortaya çıkan çelişkilere çarpıyordu. Sessizliği yırtıp atmak, kesip biçmek istiyordu ikisi de.

Adam suyunu içince bulmacasına döndü, sağdan sola. Eski dilde pişmanlık. Yedi harfli. Bir türlü bulamıyordu.

Hem hava da dağılsın biraz odada,  diye düşünerek sordu karısına.

Hayriye kaç saattir bulamıyorum, şimdi sana da soracağım. Dinle bakalım.  Eski dilde pişmanlık, ne olabilir ki?

Kadın bir çırpıda, Nedamet, deyiverdi.

Adam saydı. Tam da yedi harfli. Şaşırdı ve gülerek yerleştirdi kutucuklara.

O sırada Hayriye’de dantelini bırakmış mutfağa doğru gidiyordu. Bir çay demliyeyim ben, hem senin sevdiğin portakallı kekten de yapmıştım.

Örümcek de o duvarda işini bitirmiş, başka köşelere ağlarını örmeye doğru gidiyordu şimdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder