SESSİZLİK
Sessizliğin sesi kulakları tırmalıyordu. Küpeli çiçeğinin
sararmış bir yaprağının tozlu parkenin üzerine düşüşü. Duvarın köşesindeki
örümceğin sekiz adımının sesi. Kadının omuzuna düşen ölü bir saç telinin fısıltısı.
Hayriye ve kocası pencerenin önündeki pembe beyaz çiçekli
berjere oturmuşlardı. Adam bulmaca çözüyordu,
her zaman ki gibi. Sağdan sola yedi harfli. Eski dilde Pişmanlık. Bulamadı bir
türlü. Sorsa karısına, bilmezdi ki o. Hiç görmemişti onun elinde gazete, bulmaca,
bir kalem. Sadece yemek tarifleri kitabı vardı onun çekmecesinde.
Konuşacak ilginç bir konu buluncaya kadar susmuş insanların
damarlarında dolaşan yalnızlığın sesi odayı kaplıyordu.
Kadın da elinde danteli, ince uçlu tığı bir ileri bir geri
çalıştırıyordu. Arada da duvarda ağ yapan örümceğe bakıyordu. O hangi modeli
örüyor acaba, diye düşündü bir ara.
Odadaki hoyrat ve korkutucu sessizlik Hayriye’nin aklına anneannesinin
sözlerini getirdi. Yaşlı kadının özlü sözleri olurdu hep. Derdi ki, karı koca
çok sessizleştiyse ya biri bunamaya başlamıştır içine dönmüştür ya da aklı dışarıda,
başka yerlere gitmeye. Bu da iyi gelmez evliliklere. Eviniz cıvıl cıvıl olmalı.
Yoksa nedamet boşuna olur.
Sessizlik ruhları farklı mecralara taşır, günahkâr davetiyesini
yollardı insanlara. Elinde bir bıçakla süzülürdü ruhlara. Ayın, yıldızların, güneşin tüm evrenin sesi
kısılır, sinsice beklerlerdi onlarda, ne olacak diye?
Kurtulmak gerekirdi örümceğin ayak seslerinden, dökülen saç
tellerinin fısıltısından.
Berjerlerin ortasındaki sehpanın üzerindeki radyo Hızır gibi
yetişti Hayriye’nin korkusuna. Yankılansın neşe odanın ölü duvarlarında.
Doldursun boşluğu bir yabancının sesi. Tanıdık olmasın daha iyi. Saçmalasın,
güldürsün, konuşsun isterse boş boş. Dünyanın en saçma fıkrasını anlatsın. En
ayıp fıkrasını. En kötü hikâyesini. Biz yine de dinleyelim onu. Radyonun
düğmesini çevirdi ki eskilerden Salim Dündar, o küçücük bedeninden beklenmeyen
gür sesiyle daldı odaya paldır küldür.
Eyletmen beni
Söyletmen beni
Ağlatman beni
Aynalar aynalar
Hüznüm sizde görünür
Saçım beyaz bürünür
Yaşarken de ölünür…
Hiç de umduğunu bulamadı kadın. Nerden çıkmıştı şimdi bu
hüzünlü şarkı…
Eli saçlarında dolaştı istemsizce. Bir zamanlar tarakla bile
açılamayan, lastiklere sığmayan, tokalarla uslanmayan gür, dalgalı kahverengi
saçlarında. O saçlarda yolunu kaybeden
ince uzun parmaklı Serhat’ı düşündü. Yarım
mı kalacak aşkımız şimdi? Demişti. Ya
bulamazsak bir daha bu mucizeyi. Ama
genç kız onunla gitmeye cesaret edemeyince, delikanlı ne bir el sallamış, ne de
bir veda sözcüğü edebilmişti. Öylece gidivermişti. Şimdi kadının gözleri
duvardaki örümceğin hırsla ördüğü ağdaydı. Nasıl da şaşırmıyordu ki? Tek amacı ördüğü o
muhteşem dantel miydi? Ya sonra ne olacaktı?
Adam bulmacadan kaldırdı başını Salim Dündar’ı duyunca,
nerden çıktı bu der gibi gözlüklerini çıkarıp yere düşen küpelinin tozlu
parkenin üzerindeki yaprağına baktı. Sigaradan sararmış kalın küt parmakları ile
başını sıvazladı. Saçları dökülmüş, artık dışarı çıkarken ille bir kasket
takıyordu ya da bere. Yoksa ensesi üşüyordu. Zaman acımasız, zaman kalleşti. Ne
kadar yalvarmıştı babasına, izin ver gideyim, radyo sanatçısı olmak için
sınavlara gireyim, diye. Kasabadan çıkmış bir müzisyen abisi sesini çok
beğenmiş, yol göstermişti ona sınava girmesi için. Ama babası bunu duyunca
azgın nehirler gibi köpürmüştü. Kasabanın çıkışı örümcek ağlarıyla örülmüştü
sanki. Çıkamadı bu köhnemiş kasabadan. O
da hiç sevmediği baba mesleğine devam etti. Ama ne uzadı ne kısaldı.
Hava sıcaklığı mevsim
normallerinin altında seyredecek. Hafta sonu Marmara yağmurlu…
Hava durumunu sunan spikerin ciddi sesi kendine getirmişti
ikisini de. Adam öksürdü. Köh köh köh. Son zamanlarda illet bir öksürük yerleşmişti
ciğerlerine, rahat bırakmıyordu. Hayriye endişeyle sıçradı yerinden. Ödü
patladı kocasının öksürüklerinden. Su getirdi hemen. Ona bir şey olmasın, ne
olur? Şimdi ihtiyacımız var birbirimize, diyordu içinden.
Sessizlik şimdi ikisinin de kalbinde gürültülerle
karşılaşıyor, ortaya çıkan çelişkilere çarpıyordu. Sessizliği yırtıp atmak,
kesip biçmek istiyordu ikisi de.
Adam suyunu içince bulmacasına döndü, sağdan sola. Eski
dilde pişmanlık. Yedi harfli. Bir türlü bulamıyordu.
Hem hava da dağılsın biraz odada, diye düşünerek sordu karısına.
Hayriye kaç saattir bulamıyorum, şimdi sana da soracağım.
Dinle bakalım. Eski dilde pişmanlık, ne
olabilir ki?
Kadın bir çırpıda, Nedamet, deyiverdi.
Adam saydı. Tam da yedi harfli. Şaşırdı ve gülerek
yerleştirdi kutucuklara.
O sırada Hayriye’de dantelini bırakmış mutfağa doğru gidiyordu.
Bir çay demliyeyim ben, hem senin sevdiğin portakallı kekten de yapmıştım.
Örümcek de o duvarda işini bitirmiş, başka köşelere ağlarını
örmeye doğru gidiyordu şimdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder