ODASI OLMAYAN
ÇOCUKLARDIK
Biz boş odaları olan evlerde odası olmayan çocuklardık.
Misafir odaları kilitli, uzun formika on iki kişilik yemek
masaları belki senede bir iki iftar sofralarında ya da bayramlarda açılıp
görevini yerine getirirdi. Sadece önemli sınavım varsa bu masanın başına
kurulur ders çalışırdım. Çoğunlukla da gözüm büfedeki aslanlı kadeh takımına
gider, kendimi bir ormanın içinde kaybolmuş hayal ederdim. Vurmalı duvar saati
ise beni daldığım ormandan kurtarmak için hiç duraksız sallanır dururdu. Dokuz
kez bazen on.
Sadece sobalı evler değil az sayıda olan kaloriferli evlerde
de yaşam aynıydı.
Bizim odamız aynı zamanda oturma odasıydı. Karşılıklı iki
formika divan, babamın dükkânından. Çek yat denirdi. Çekerdik yatardık bizde
kardeşimle karşılıklı olarak. Onun
divanındaki açık bölmede rengârenk demir arabaları dizili olurdu. Elinde
oyuncak askerleri ile uyur, rüyamda savaştırıyorum ben onları, derdi. Benim
başucumda kitaplar dizili.
Sabah olunca hokus pokus yapar yatakları divana dönüştürür,
buruşuk geceyi pencereden silkeler, odaya güneşi davet ederdik.
Odada bir gömme dolap vardı. Sol taraftaki yüklük annemin
kahverengi cevizden çeyiz sandığını, sandık ise yüzlerce el emeği göz nurunu saklardı. Arada içindekiler havalandırılır, oda
naftalin kokusuyla dolardı. Annemin gaz lambası eşliğinde yaptığı uçları çiçek
oyalı renkli yemenilerini başımıza sarar Seyyal Taner şarkıları söylerdik.
Sağ taraf bizim
dolabımız. Kapağında dönemin ünlülerinin posterleri. Cem Karaca, kepçe kulak
Sezen. Bir de ders programı.
Pazar sabahları televizyonda kovboy film kuşağı olurdu. O
zaman kahvaltımızı bu odada yapardık. Babam sucukları minik minik doğrar,
yağına banardık fırından yeni alınmış tazecik ekmeği. Kaşarlar delikli, bir
daha bulamadığım tatlarıyla aklımda.
Televizyon başköşede. Körting marka, mecbur, babam satıyor
zira. Biz karşısına dizilince şımarıverirdi BAY Körting. Karlar yağdırırdı
ekranına. Babam da kalkar kafasına bir tokat indirir, Bay Körting’i, kendine
getirirdi. Bir ara yeşil cam gelmişti
önüne de yılbaşında renkli seyretmiştik Nesrin Topkapı’yı.
Kimse yoksa evde annemlerin yatağına kapağı atar,
kitaplarımı orada okurdum. Hayattan
uzak, apartman boşluğuna bakan oda da. Her çekmeceden lavanta kokusu sızardı.
Romantik bir hava vardı, romantik hiçbir anlarını görmediğim anne babamın yatak
odasında.
Benim odam kavramı doğmamıştı daha. Kapılara, girilmez,
yazılmazdı. Kalabalıkların gürültüsünde kalbimizin fısıltısını dinleyebilirdik.
Kalabalıklarda yalnız kalabilirdik. Yaratıcılığımızı zorlardık. Günlüğümü
okumasın kimse diye simgesel bir alfabe yaratmıştım mesela.
İşte bu ortamlarda ders çalışırdık biz. Kucağımızda yastık,
ya da önümüzde sehpa, üzerinde defter kitabımız, iki büklüm olup, Küçük Ev
dizisinde Laura İngals’ a üzülür, bir taraftan da ödev yapardık.
Odası olmayan çocuklar kulübüne üye olanlar olarak,
Kendimize ait odamız yokmuş ama duvarları huzurdan, çatısı
sevgiden yapılmış sarayımız varmış, diyebilir miyiz acaba?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder