26 Ocak 2019 Cumartesi

SEVİMLİ HAYALET








SEVİMLİ HAYALET

İki katlı, bir de çatı katı olan bir ev bulduk sonunda. Bu ev, yani satın aldığımız ve de yeni taşındığımız bu sevimli ev,  sevimliydi ama, aynı zaman da da hayaletli bir evdi, bundan hiç kuşkum yoktu.

Gece yarısından sonra başlıyordu, ayak sesleri, takırtılar, tukurtular. Bir ayak sesi, bütün evi dolaşıyor, eşyaları birer birer elliyor, onlara dokunuyordu. Bazen ayak sesleri hızlanıyor, ev sallanıyordu resmen, deprem oluyor gibi, avizeler bir o yana, bir bu yana salsa yapıyordu. Ertesi gün kalkınca bazı eşyaların ya yerlerinden oynamış ya da ellendiği için üzerindeki tozların alınmış olduğunu görüyordum. Toz almama gerek kalmıyordu benim de, böylece.

Şaka bir yana, bazen ciddi sorunlar da yaşamaya başlamıştık aslında. En son yaşadığımız olay, her şeyin tuzu biberi olmuştu.

Yeni satın aldığımız bu evde bir takım tadilatlar yapmamız gerekiyordu. Evin bütün kapıları yağlı boya, ama ne yazık ki yeşildi. Yeşil yağlı boyalı kapıları vardı bu evin. Oysa ben evimde bembeyaz kapılarım olsun istiyordum. Eve girenlerin içi açılsın istiyordum. Beyaza boyadık kapıları, bembeyaza,  çok da beğendim bu bembeyaz renkli kapıları.

Ama O, hiç beğenmedi belli ki, zevklerimiz hiç uymuyordu onunla birbirine. O gece sabaha kadar beğenmedim bu rengi dercesine,  kapıları çarptı teker teker, defalarca. Kapılar kapandı açıldı, kapandı açıldı sabaha kadar. İlk defa o gece korktuk kocamla. Yorganın altına iyice saklandık, birbirimize sarılıp, sessizce fırtınanın dinmesini, yani sinirinin yatışmasını bekledik
‘’eyvah, çok kızdı bize, kapıların rengini değiştirdik diye’’

Ertesi gün, hemen tekrar yeşil boya alıp, eski rengine boyadık kapıları. Ooh, ev o gece süt liman, sessiz, sakin. Rahat bir uyku çektik sonunda.
Artık bu soruna el atmalıydım, bu hayalet neyin nesi, eski defterleri bir bir karıştırmalıydım.

Evimizin çatı katına, henüz el atamamıştık daha. Hep sonraya ertelemiştim çatı katının tadilatını. O gün çıktım çatıya,  ahhhh ne kadar da güzel, , bayıldım o anda bu çatı katına. Her yerde antika eşyalar, eski telefonlar, küçük oyuncaklar,ağlayan bebekler, transistörlü radyolar, gramofon, onlarca taş plak, Safiye Ayla’lar, işlemeli kaftanlar, bakır kaplar…
Ve de…

Albümler, albümler, siyah beyaz fotoğraflar…

Hazine bulmuş gibiydim, Mısır piramitlerindeki hazineleri bulsam bu kadar memnun olmazdım.

Albümleri aldım elime, başladım incelemeye. Bir ömür vardı,  bir roman vardı,   değişik hayatlar vardı bu albümlerde.

Fotoğraflarda genç bir anne, baba ve de iki kız çocuğu vardı çoğunlukla.  Ama kız çocuklarından birinin vücudu duruyor da başı kesilmiş.
Bir başka fotoğraf alıyorum elime. Annenin elini tutan iki kız çocuğu, ama yine kız çocuklarından birinin başı çıkarılmış.
Bütün fotoğraflar da başı çıkarılmış, gözleri oyulmuş önceleri çocuk, sonraları bir genç kız var.

Kız kardeşlerden biri, fotoğraflarda bütün olarak yer alanı önce çocuk, sonra genç kız, sonra da yetişkin bir kadın olanı, esmer, kocaman siyah gözlü, upuzun kirpikli, Türkan Şoray gibi bir kadın hatta hafif şehla ve de çok güzeldi, ablaydı sanırım o.
 Ama ya diğeri? Başı çıkarılmış ve de gözleri oyulmuş olanı nasıldı acaba?  Benziyor muydu ki ablasına?

O birkaç hafta evde gün normal geçti. İşimize gidip geliyor, rutin yaşantımızı sürdürüyorduk. Düğün fotoğraflarımız da gelmişti bu arada fotoğrafçıdan, güzel olanlardan bazılarını seçip çerçeveletmiştik. O gece duvara astık onları, bir köşe yaptık düğün fotoğraflarımızdan.

İşte o uğultulu gece, yine kıyametler koptu evde, çerçevelere hiç rahat vermedi bizim hayaletimiz. Anladık ki hoşlanmadı fotoğraflarımızdan.  Kasırga gibi esiyordu evde bir rüzgâr şeklinde,  çerçeveler sallanıyordu sağa sola. Birkaç tanesi de dayanamayıp düştü ve de kırıldı hem de.

Ertesi gün çıktım yine bizim çatı katına. Baktım yine eşyalara, işime yarayan, hayaletimi sakinleştirecek bir şeyler var mıdır diye?

Daldım sandıkların arasına tekrar. Tek tek çıkardım eşyaları, bebek yelekleri, bebek eşyaları buldum sandığın en diplerinde bir bohçada. Yeleklerin birinde M, diğerinde S harfleri işliydi,  el işlemesiyle. Bu yelekler fotoğraftaki iki kız kardeşe aitti,  kesinlikle. Yeleklerin içinde bir gizli cep vardı, mendil cebiydi bu galiba. M harfli olanın cebi biraz kabarık gibi geldi elime. Hemen açtım baktım bu cebe. İçinden bir sürü kesik baş dökülmez mi yere. Siyah beyaz kafalar, kimi küçük bir çocuk kafası, kimi genç kız, kimi yetişkin bir kadın.

Evet, evet bu kafalar öbür kız kardeşindi. Fotoğraflardan kesilerek çıkarılan öbür kız kardeşti bu.  Bebek, ergen ve de  genç kız olmuş kız kardeşin fotoğraflarıydı bunlar, kesik kafalar, oyulmuş gözlerdi bunlar. .

Biri yok etmek istemişti bu kız kardeşi, silmek istemişti aralarından, silmek istemişti mutlu günlerin anılarından, görmeye katlanamamıştı onun fotoğraftaki suretini bile, amma velakin atamamıştı kesik kafaları yine de, yakamamıştı oyuk gözleri bir yerlerde. Yine kıyamayıp saklamıştı ta derinlerde, yeleğinin cebinde.

O kesik kafaları aldım önüme, bir tarafa da eksik fotoğrafları. Tek tek, puzzle yapar gibi her birini yerleştirdim yerine.

Artık fotoğraflar bütünlenmişti, boşlukları kapatmıştım, taşlar yani kafalar yerine oturmuştu. Daha önce mutsuz olan suretler mutluydular sanki şimdi.  Fotoğraflarda daha önce görmediğim bir gülümseme yerleşmişti siyah beyaz suretlere, buna emindim. İçleri rahattı şimdi siyah beyaz insanların, daha bir huzurluydu siyah beyaz insanlar şimdi. Anne baba bana teşekkür eder gibi bakıyordu, çocuklarına kavuşturdum onları diye. İki kız kardeş kahkaha atıyorlardı, tekrar çocukluklarına, eski günlerine döndürdüm onları diye…

Eski bir hesaplaşma yaşanmıştı belli ki aralarında, hayatlarının bir döneminde. Hangi öfkeyle, hangi sebeple, nasıl bir nefretle  çıkarılmıştı o kafalar fotoğraflardan?
Hangimiz yaşamıyorduk ki hayatımızın bir döneminde hesaplaşmalar, kırgınlıklar…

O gece girdik yatağımıza, çektik yorganımızı kafamıza. Bekledik, bakalım bu gece ne olacak diye? Uyumuşuz beklerken, demek ki sakin geçmiş bu gece.

Kapıları beyaza boyadım yeniden, bembeyaza,  saatlerce bekledim o gece, hayaletimiz esecek mi bakalım kasırga gibi diye?
Yine ses seda yok, ev sakin ve huzurlu.
Demek ki sorun çözülmüştü, fotoğraflardan çıkarılmış olan ve evimizde başıboş dolaşan bizim sevgili hayaletimiz yerine yerleşmiş, huzura ermiş ve de sevdiklerine kavuşmuştu.
Artık geceleri biz de bembeyaz kapılı evimizde rahatça uyuyabilirdik.

TAHSİLLİ OLANLAR DİNSİZ Mİ?







TAHSİLLİ OLANLAR DİNSİZ Mİ ?

Diyanet İşleri Bakanlığının çıkarmış olduğu ve de okullara parasız olarak dağıtılan dergide ‘’ tahsil ile dindarlık arasında ters bir ilişkiden bahsedilebilir. Seküler ( DÜNYEVİ, çağa uygun,  dinden bağımsız)  alanlarda yüksek tahsil yapmanın genel anlamda dindarlık, özelde dini inanç ve ibadetler üzerinde olumsuz etki yaptığı tespit edilmiştir.’’

Yukarıdaki bu yazı,  beni yine çok eskilere götürdü. Rahmetli eniştem, teyzemin kocası aklıma geldi. Eniştem ve ailesi, dinin bu derece yozlaştırılmadığı, günümüzdeki kadar siyaset malzemesi yapılmadığı, başörtüsünün belki işe girebilirim diye takılmadığı, taytlarla ve ağır makyajlarla kombin edilmediği dönemlerde dindar ve muhafazakâr bir yaşam tarzı sürerlerdi. Hacıya gitmenin moda ve turistik gezi sayılmadığı dönemlerde genç bir yaşta eşi ile Hacı ‘ya giderek bu mertebeye ulaşmışlardı.  Onlar İslam dinine uygun bir şekilde israftan, haramdan uzak, gösterişten uzak bir şekilde yaşamlarını sürdürürlerdi.Maddiyattan yana problemleri olmadığı halde.

50’li yıllarda lise mezunu bir gençti eniştem. Defter, kitaplarını, dergilerini yıllarca saklamış, o dönemin tahsillisi sayılan dümdüz, doğrucu  bir adamdı. Kızı liseyi bitirip üniversiteye gitme zamanı geldiğinde, biricik kızını elinden tutup şehir şehir gezdirmişti üniversitelerin yetenek sınavına girebilmesi için. Biricik kızını elinden tutup üniversite, üniversite gezdirmişti yetenek sınavlarına girebilmesi için. Tahsilli olsun, okuyup erkek eline bakmasın diye, ayakları üzerinde durabilsin diye.

Saygı duyduğumuz bir insandı, bu hareketiyle gözümde değeri kat be kat artmış ve de bu davranış biçimiyle bizleri  hayli de şaşırtmıştı. Bize uhrevi dünya ile seküler dünyanın bir arada olabileceğinin en güzel kanıtıydı. Takdirlerimin değerini şimdi daha çok anlıyorum ve o tip dindar insanları özlüyorum.

Diyanet İşleri Bakanlığının sözlerini duyan, üniversitelerin seküler bölümlerinden mezun olan yüzlerce AKP’ li siyasetçi, mecliste yer alan milletvekilleri, ( Binali Yıldırım' da dahil bir çok mühendis, dr milletvekilleri...) ya da, 

  şu anda üniversitelerde okuyan binlerce başörtülü kız öğrenci bu yazıya tepki gösteremez miydi? Siz ne demek istiyorsunuz, bizler varız burada, diye.

Örneğin, Selçuk Bayraktar Sayın C.Başkanımızın damadı. Bir mühendis. Elektronik ve Haberleşme Mühendisi. Ayrıca Türkiye Teknoloji  Takımı Vakfı M.H. Üyesi , diyor ki:'' festivalimizin mottolarından bir tanesi kızım astronot olsun, oğlum uzaya gitsin, dedelerin aklı havada olup, dedelerin izinde olanların festivali. Nuri Demirağların, Vecihi Hürkuşların festivali'' diyebilen bir insan.

Tahsilini ve dindarlığını sorgulamamız mümkün mü, haşa!



Ama sevgili arkadaşlarım, tık yok, tık yok. Derin bir sessizlik. Çünkü amaç din ve inanç ile ilgili değil zira. Bunu herkes biliyor, onlarda biliyor. Amaç daha marjinal kesime, din odaklı yaşayan kesime bakın biz buradayız, rahat olun, oylar yolunu şaşırmasın, diye iç rahatlatıp, talana, yalana, dolana devam etmek. Her nabza şerbet dağıtmak ve de bu kişiler sayesinde  seküler hayatlarını doyasıya yaşamak.

Eminim ki eniştem yaşıyor olsaydı, bu sözleri söyleyenlere,cevap bile vermez ve de şu anda tahsil yapan torunlarıyla da gurur duyardı.

Saygıyla anıyorum, onu ve onun gibi, dinini en güzel biçimde özelinde yaşayan, bu dünya için de bilginin peşinde kapı kapı gezen insanları…


24 Ocak 2019 Perşembe

İKİ KIZ KARDEŞ-6-






İKİ KIZ KARDEŞ-6- 

İndi aşağıya çatı katından kadın, yavaş adımlarla, sanki nefretini de çatı katına bırakaraktan, indi alt kata.  Yıllar sonra sol omuzundaki nefret üfleyen melek sanki onu özgür bırakmıştı, üst katta kalmıştı ya da o bırakmıştı sol omuzundaki meleği, kim bilir?

Kapının zili çaldığında bir gece, ‘’ tam da dizinin en güzel yerinde ‘’ diye sinir olaraktan kapıyı açmaya gittim. Karşımda bir genç kadın duruyordu da, tanıyamamıştım. Sapsarı benizli, bandana ile saklanmış saçları dökülmüş olan kafası, cılız bir beden, karşımdaydı. Ama ama o kara gözleri, ah o kara gözleri… İzlenme rekorları kırabilirdi şu anda bu sahnemiz. Onu kapıp kucaklayıveresim, yine kanatlarım altına alıveresim geldi. Ahhh ne oldu sana, ne oldu o güzelim saçlarına, diyesim, kendimden nefret edesim geldi.

İçeri aldım onu, küçücük bir çantası vardı elinde. Hemen sarılamadım, hemen kucaklayamadım, korktum inciteceğim bir yerlerini diye,  götürdüm onu odasına. Nefretimizin aşka dönüşebilmesi için zamana ihtiyacı vardı. Ama bakalım zaman bize acıyacak mıydı?

Bilemedik bile, nefretimizin aşka dönüşüp dönüşmediğini, bilemedik, ne yazık ki. Roma’ya da gidememişti ya,  bu içimi daha da çok yaktı kavurdu.  

Kız kardeş odasında, yatağında, ablasının yaptığı çorbayı, yine ablasının elinden içerken kapatıverdi gözlerini bir anda hayata.

Mutfakta bol fıstıklı helvanın artıklarını akıtırken lavaboda, suyun altında, keşke hatalarımızı da sıyırıp atabilseydik üzerimizden böyle kolayca, diye düşünüyordu. İçerideki kadınların konuşmalarını da bir taraftan dinlerken.

Artık bu evde oturamazdı, yeni evli bir çifte sattı evini. Kendisini kimsenin tanımadığı, kendisinin de kimseleri tanımadığı bir yerlere gidecekti. Belki de Roma’ya, evet, evet Roma’ya gidecekti. Geride yeşil yağlı boyalı kapıları olan evini bırakarak. Antika eşyaları, gramofonu, taş plakları, Safiye Ayla’yı, ağlayan bebeklerini çatı katında bırakarak. Siyah beyaz eksik fotoğrafları ve de kız kardeşinin kesik kafalarını, oyulmuş gözlerini bir yeleğin cebinde bırakarak...

                              SON 

23 Ocak 2019 Çarşamba

İKİ KIZ KARDEŞ-5-





İKİ KIZ KARDEŞ-5-

Ne kadar duvarlar örsem de işe yaramadı, ne kadar konforlu bir kafes inşa etmiştim ona, ama istemedi. Gitti, gitti. Nefret ediyordum, nefret ediyordum ondan. Benim sağ omuzumda iyilik meleğim falan yoktu. İyi falan değildim ben, iyi olmak da istemiyordum.  Sol omuzumdaki her an faaliyetteydi. Nefret et ondan, seni terk etti, yapayalnız kaldın bak, diyordu bana. Çabalarımın hepsi boşunaydı, boşunaymış bütün çabalarım.

O nefretle çıktım çatı katına. Eski antika eşyalar, radyolar, gramofon, taş plaklar, Safiye Ayla’lar, oyuncak bebeklerimiz… Hepsinden nefret ediyordum, hepsinden. Bir tekme attım bebeklere. Bir tanesi başladı ağlamaya. Ağlayan bebeğimiz de vardı bizim. Şimdi ise ben ağlıyordum her dakika, bir başıma…

Siyah beyaz fotoğraflarla dolu albümler. Stüdyoda çekilmiş siyah beyaz fotoğraflar. Annem babam ve kız kardeşim ile ben. Babam ne kadar da meraklıydı, yoktu o zaman fotoğraf makinamız. Her ay giderdik stüdyoya, foto Deniz’e.  Bazen hepimizin olduğu, bazen iki kız kardeş elele tutuşmuş, bazen sadece anneyle kızları, poz poz… Bu fotoğraflara bakanlara anlatsanız şu anda yaşadıklarımızı, asla inanmazlardı. Bu mutlu pozlardan, acı çıkamazdı.  

Aldım makası elime nefretle. Fotoğraflarda, nerede varsa kız kardeşimin kafası,  bir bir kestim onları, fotoğraflarda, nerede varsa kız kardeşimin kara kara bakan gözleri bir bir oydum onları. Uzaklarda da olsa canını yakıyordum sanki her makası batırışımda.  Roma’da mıydı acaba? Her yer kesik kafalarla doldu, her yer bana bakan kara gözlerle doldu. Hala bakıyordu bana, ne yapıyorsun sen abla? Topladım hepsini avucuma, avucumdaydı küçük kardeşimin kafaları ve gözleri,  ne kadar da masum bakıyordu? Ahhh, kıyamadım atmaya çöpe, kıyamadım o masum bakan gözleri yakmaya.

Annemin ikimize ördüğü yelekler vardı sandıkta, bir bohçanın içinde. Her birimizin isminin baş harfinin işlenmiş olduğu yelekler. Kardeşimin yeleğini aldım bohçadan, M harfi işli olanı. Yeleğin cebine doldurdum kara gözleri, kesik kafaları…

                     ARKASI YARIN -SON-

21 Ocak 2019 Pazartesi

İKİ KIZ KARDEŞ-4-






İKİ KIZ KARDEŞ-4-

Onun üniversiteye gitmesini hiç ama hiç hazmedemiyordum. Gidemezdi hiçbir yere. Beni bu iki ihtiyar ile yalnız bırakamazdı. Ben bunu hak etmemiştim. Ben onlar için kendimi feda etmiştim. O şimdi gidecek, birisini bulacak, evlenecek… 

AHH, bu duygularla kavruluyordum, başa çıkamıyordum. Ahhh, sol omuzumdaki melek, sen şeytansın, bu duyguları sen üflüyordun kulağıma. Ahhh, bıraksaydın keşke yakamı.

 Babamı işledim günlerce, gecelerce. Gitmesin o üniversiteye diye, Ben başa çıkamıyorum hem annemle, hem ev işleri ile diye diye etkiledim babamı da. Sonunda, galiba sen haklısın, dediğinde babam, zafer kazanmıştım. Sol omuzumdaki melek gururla kasılıyordu omuzumda. Ahhh, sağ omuzum, ahh sağ omuzumdaki iyilik meleğim, sen nerelerdeydin o zaman?

Bir daha abla demedi bana, nefretle baktı bana o kara gözleri ile. Çatı katı sığınağı oldu, Roma’ya uçmasına izin vermemiştim, çatı katı Roma’dan  beter oldu. Çatı katındaydı, hemen üzerimizde, ama bizden çok uzaklarda sanki dünyanın öbür ucundaydı, sanki Roma’daydı. Evde var mı, yok mu bilemedik. Değil ev işi, sokaktaki işlere bile elini sürmedi. Ta ki ikimiz baş başa kalana kadar. Anne ve babamı art arda toprağa verene kadar.

Amacım hep yalnız kalmamaktı ya, bu yüzden onun okumasını engellemiştim ya. Hep korkmuştum yapayalnız kalmaktan ya. Annem onu bana beraber olalım, birbirimizi bırakmayalım diye doğurmuştu ya. Ama işte, daha baş başa kaldığımızın 2. Ayında evden kaçtı, alt kattaki kiracı ile. Berlin duvarı nasıl yıkılmıştı, abla duvarı yani benim ördüğüm duvar da yıkılacaktı tabi ki sonunda. Nasıl da anlayamamıştım?

Denizciydi alt kattaki kiracımız. Uzak denizlere açılan bir kaptan. Uzaklara açılacak bir gemiydi o. Kız kardeşimi bu evden kaçıracak, kullanamadığı kanatlarını tekrar takıp uçuracak Robin Hood’du o. Onu hayallerine götürecek,  çılgın rüzgârların peşine takılacak,  benim yüzümden gidemediği,  taa Roma’ya götürecek yelkenliydi o. Bir not bile bırakmadan, pupa yelken gitti, arkasına bile bakmadan.

                              ARKASI YARIN

İKİ KIZ KARDEŞ-3-








İKİ KIZ KARDEŞ-3-

Bu duygularla boğuşur olmuştu son zamanlarda. Kız kardeşinin büyümesi, evden bir an önce uçmaya hazırlanışı yüzünden,  daha öfkeli, daha sabırsız olmuştu son zamanlarda.

 Ama kız kardeş bunun farkında bile değildi. O kendi havasında, bambaşka bir kafadaydı.  O üniversiteye gidecek, yeni arkadaşlar edinecek, yeni maceralara adım atacaktı. Roma’ya bile gidecekti, tek hayali buydu bir de.  

Ablasının davranışlarındaki değişimin farkına varması mümkün değildi küçük kardeşin. Ablası, annesinin yerini almıştı hayatında.  Hep uyaran, hep kollayandı kendisini. Hava soğuk, üzerine bir şey al, ıslak saçla dışarı çıkma, ezan okunmadan evde ol. Bazen sertleşir, bazen şakalaşırdı ablası. Ama küçük kız ablasının sorumluluk duygusunun mantığını anlayamazdı tabi ki. Ablasına, çık dışarıya, git eğlen arkadaşlarınla, ablacığım kapatma kendini bu eve, derdi. Ama ablası, memnunum ben hayatımdan, diye cevap verince, iyi o zaman, kendi tercihi, diye düşünürdü. Bu yüzden de,  ablasını, bu eski eve kapanıp kalmış, eğlenmekten, gezmekten tozmaktan anlamayan eski kafalı biri olarak görürdü. Bir zorunluluğu yoktu, onu zorlayan yoktu bu evde kalması için, bu sorumlulukları alması için. İstese çıkardı, kendi hayatını yaşardı. Bu evde kalmak, babasına, annesine bakmak kendi tercihiydi ablasının, ona göre. Ona göre ablası kuşlar gibi uçmayı değil, evde kalmayı, yani kolayı seçmişti. O ise kısa zamanda uçacaktı uzaklara, çok uzaklara belki de taaa Roma’ya…

Sınava giriş belgeleri elinde heyecanla eve geldiğinde nefes nefeseydi, bir an önce koşarak eve gelmiş, formları dolduracaktı hemencecik. Ama onun o heyecanına karşın,  ablasının ve babasının kendisinin heyecanını paylaşmadıklarını fark ettiğinde bir hoş oldu içi. İçi ezildi birden. Bir gariplik vardı, bir terslik vardı,  normal değildi bu halleri, bu duruşları.

Ne olduğunu çözmeye çalışırken, babasının’’ hiç boşuna hayal kurma, üniversiteye falan gidemezsin, ablanın sana ihtiyacı var bu evde’’ demesi ile neye uğradığını şaşırdı.  Anlayamadı, babası şaka yapıyor sandı. Oysa babası çok da ciddiydi, babası gerçekti, hayat kadar gerçek, Acı Hayat filmi kadar gerçekti. Ablasına baktı bir umutla. Ablası kurtarırdı onu bu durumdan, o abla değil anneydi ona, bırakmazdı onu zor durumda. Hayallerini biliyordu küçük kardeşinin, nasıl çalıştığını görmüştü yıllardır.  Ablacığım, ne olur, yardım et bana… Ama ablasının bakışlarından, bir oh olsun, ulaşıyordu sanki onun bakışlarına. Anladı ki bu durumun mimarı oydu.  Ablası bir duvar gibi karşısındaydı, Berlin Duvarı bile aşılabilirdi de, abla duvarının aşılabilmesi  çok zordu. Ama ya Roma, ya Roma ne olacaktı?

                   ARKASI YARIN

20 Ocak 2019 Pazar

İKİ KIZ KARDEŞ-2-








İKİ KIZ KARDEŞ -2-

Evin büyük kızı, ablası, her şeyiydi o. Herkes Türkan Şoray’a benzetirdi onu. Upuzun kirpiklerin arasında bir çift kocaman siyah göz, biraz da şehla hatta. Bir kez gören, o gözleri bir daha unutamazdı. Saçları bukle bukle, belinde. Ama evlenmedi, bırakamadı ailesini. Herkes onun kanatları altında mutlu mesut yaşıyorlardı, ya da ne bileyim işte, her evde neler yaşanıyorsa onlar da da yaşanıyordu. Ta ki küçük kız kardeş liseyi bitirene kadar.
Kız kardeşti işte o, hiç büyümeyen ve de büyümeyecek olan. Ev işlerinden anlamayan, her zaman okulu ile arkadaşları ile vakit geçirendi o. Yani evin küçük şımarık kedisiydi o. Ablası kendi elleriyle şımartmıştı onu. Ders çalışırken meyvesini soyup odasına götürmüş, rahatsız olmasın diye gece evine misafir kabul etmemiş, ses gitmesin odasına diye en sevdiği dizileri seyretmemişti.

 Şımartmıştı isteyerek bilerek, ama önceleri hiç batmıyordu kardeşinin şımarıklıkları ve davranışları ona. Hatta onun kaprislerine, nazlı davranışlarına bayılırdı, dalga geçer, eğlenirdi.  Ama son zamanlarda kız kardeş iyice evden uzaklaşmaya başlayıp, özgürlüğünü ilan etmeye başlayınca biraz serin rüzgârlar esmeye başladı evde. Kız kardeş çoğu zaman dershaneye gittiği için eve geç geliyor, ben dışarıda atıştırdım deyip, yemek yemiyordu. Ablasına, sen ütüleme, ben ütülerim formamı diyor, saçlarını kendisi örüyordu. Hep elinde defteri, kitabı, ablasıyla şakalaşmıyor, ona nazlanmıyordu artık. Büyüyordu kız kardeş. Uçmaya hazırlanıyordu evden, kanatlarını takıyordu birer birer vücuduna, üniversite sınavını bekliyordu artık heyecanla.

Ama serin esmeye başlayan rüzgârlar sertleşmeye başlamıştı birden evin içinde. Yaz bitmişti de sonbahar gelmişti eve, belki de sonbaharı  yaşayamadan kışa girilmişti. Kendi eliyle yarattığı bu şımarık varlık elinden kayıp gidiyordu. Bu güne kadar hiç farkına varmadığı duygularla kaplanmıştı bütün benliği. Kıskançlık ve bencillik kasıp kavuruyordu bedenini.

Ben bu evde saçımı süpürge ettim onlara,
Ne bir erkek arkadaş edindim, ne bir sevgili,
Bir genç kız bile olamadım ki,
Beni bırakıp gidecek, bir daha da dönmeyecek, dönmeyecek…

                                ARKASI YARIN

19 Ocak 2019 Cumartesi

İKİ KIZ KARDEŞ-1-








İKİ KIZ KARDEŞ-1-

Mutfakta lavabonun başında kirli tabaklardaki helva artıklarını su ile akıtıyordu şehrin kanalizasyonlarına, karanlıklarına. Bir taraftan da ölünün ardından Kuran okumaya gelmiş kadınların konuştuklarını dinliyordu. Kuranlar okunmuş, dualar yapılmış, şimdi sıra günlük hayatta, dedikodulardaydı. Bol fıstıkla kavrulmuş irmik helvasını yiyerek ölünün arkasından yorum yapıyorlardı.

-Evi terk edip, kaçtığında 20 yaşındaydı.
-Neden kaçmıştı ki?
-Çok uzun süre görüşmediler
-Sonunda barıştılar…

Ne güzel günlerimiz olmuştu çocukluğumuzun geçtiği bu evde. Alt katta kiracılarımız, üst katta biz. Bir de çatı katımız. O çatı katı, evde kullanılmayan her türlü ıvır zıvırı barındıran, antika eşyaları saklayan, modası geçmiş olanları kollayan, bizim masal ve oyun odamız. Çatı katı olan bir eve sahip olan çocuklar ne kadar da şanslıdırlar. Biz onlardandık işte. 

 Ve de bir de yeşil yağlı boyalı kapılarımız. Annem severdi bu yeşil kapıları. Yeşil kapı dileklere açılan kapıdır derdi. Yeşil renk murattır derdi.  Annem benden sonra bir kızı daha olacağını öğrenince ne kadar çok sevinmişti. Birbirlerine arkadaş olacaklar, destek olacaklar, diye. Babam erkek beklemiş, ama yine de, aman sağlıklı olsun da, gerisi önemli değil, diye de eklemiş tabi ki sonunda.

Benim sorumluluğum hep farklı oldu ailede, evin içinde. Ağırbaşlı olandım ben, oturaklı, hanım hanımcık derler ya işte öyle. Kardeşime bakan, onu doyuran, bezini değiştiren, ikinci anneydim ben ona. Annemin erkenden hastalanması da evin idaresini iyice bana yüklemişti. Ortaokuldan sonra liseye başlasam da yürütemedim ikisini bir arada. Ev işleri ile okul beraber gidemiyordu işte. Hem ben hamarattım, ev işlerinde uzmanlaşmıştım. 

Evlenmek mi, yok canım, aklımın ucundan bile geçmedi bu şartlarda.  Sonra bensiz ne yaparlardı ki? Babama sıcak yemek, biricik kardeşime ütülü önlük, annemin ilaçları derken hayat nasıl da geçiveriyordu. İyi ki cep fotoromanları vardı, gece yatınca okurdum onları, göz kapaklarım düşene kadar. Sonra da yastığımın altına koyardım onu. Gece rüyama gelsin o kahramanlar diye, bazen gelirlerdi de. Rüyalarımda  yaşardım aşklarımı, kimseye çaktırmadan.


                         ARKASI YARIN

12 Ocak 2019 Cumartesi

YAĞMUR VE ADAM







YAĞMUR VE ADAM…

‘’Eğik yağmurlar altında kalan günlerden
Başlatsam zamanı, fısıldayarak kulağına
Bu sefer çok şey beklemediğimi ondan.
Günler dönmese de ben dönsem ışığın köküne
Bana yüz çevirmeden önceki haline   … ‘’ A.ÖZER
                                                                      
Kaç yıldır beraber yaşıyorlardı, onu bile unutmuştu. Kim kimi daha çok seviyordu ki? Kim bu beraberlik bitmesin diye savaş veriyordu acaba, daha çok?
Hangisi daha fedakârdı bu beraberlikte? Hangisi uykusunu alamamış bile olsa, erkenden kalkıp ona çayı demliyordu sabahları? Ekmekleri kızartıp, yatak odasına doğru yolluyordu, bu kokuyu sevgisi ile beraber?
Kimin ödü kopuyordu bitmesin bu beraberlik diye? .

Erkek hissediyordu,  bitişin ayak seslerini duyuyordu, ama bitmesin istiyordu. Onsuz ne yapacağını bilemiyordu, hayata tekrar, tek başına atılmaktan çok ama çok korkuyordu.
Kadın ise, yatak odasında, battaniyenin altında, o çok sevdiği kızarmış ekmek kokusunu duyuyor ama yataktan kalkıp, bittiğini hissettiği bir beraberliği yine başlatmak istemiyordu. Her sabah o kızarmış ekmeği, üzerine çilek reçeli koyarak yemek, adama hep umut veriyordu. Kızarmış ekmek ile kadını özdeşleştirmişti adam.

Adam kadının yataktan bir türlü kalkmadığını gördükçe, korkusu da gittikçe artıyordu. Ya bu gün çilek reçeli ile kızarmış ekmeğini yemezse…

Bir umut, gitti yatak odasının kapısına.’’ Sana gazete alayım mı ‘’ dedi kadına.

Sen bilirsin, dedi kadın umarsızca.

Adam şakaya vurdu, aşk bu işte, yüzsüzleştiriverirdi .’’ çok yağmur da yağıyor, ya erirsem’’ dedi.

‘’ keşke erisen’’ lafını duydu derinden.

Mutfağa döndü, kızarmış ekmeği tabağına koydu kadının, üzerine de çilek reçelini…

Çıktı dışarıya. Yağmur deli gibi yağıyordu, çıldırmıştı…

''keşke erisen'' 

Üzerine düşen her damla ile yok oldu azar azar. Önce kadını okşayan elleri eridi, sonra onu saran kolları, sonra onu hep en güzel gören gözleri, sonra onun misler gibi sabun kokan kokusunun hep gitmediği burnu, sonra onu öpmeye kıyamayan dudakları sonra ona ait olan, o olmazsa bir anlam ifade etmeyeceğini bildiği tüm bedeni eriyiverdi.

‘’Yağmur eritti elimi yüzümü
Bu dünyada bir yürek kaldım.’’ AHMET ERHAN


9 Ocak 2019 Çarşamba

AVANAK AVNİ





AVANAK AVNİ

Ruh sağlığınız iyi mi?
Her şey yolunda mı?
Çok huzurlu ve mutlu musunuz?
Geleceğinizden hiç endişe duymuyor musunuz?

O zaman bir ruh doktoruna(eski tabirle) görünmenizde fayda var sevgili dostlar.

Yaşadığımız dünyada 1,6 MİLYAR ton gıda israfı yapılırken, 870 milyon kişinin açlıkla boğuştuğu, her gün 15 bin çocuğun öldüğü, dünyanın enerji kaynaklarının hızla tükendiği, buna karşılık silah ve nükleer silahlanmanın son 10 yılda %50 oranında arttığı, besin kaynaklarının tamamen hormonlu ve yapay üretime dönüştürüldüğü, teknolojik gelişimlerin hem beden, hem psikolojik etkilerinin çocuklarda geri dönülmez hasarlara yol açtığı,
Hala insanların din, dil, ırk olarak ayrıştırıldığı, hala çıkarlar için sömürge düzeninin devam ettiği bir dünyada endişe duyulmuyorsa bir ruh doktorundan randevu almanın zamanıdır.


Kısacık bir sürede cehenneme dönen bir Ortadoğu’dan,  cehennemin öbür parçası olan bir Güneydoğu’dan, hala Kürtçe tartışmalarının, hala özgürlüklerin yok olmasından, hala onlarca gazetecinin tutuklanmasından, hala muhalefet yapanın terörist olmakla suçlanmasından, hala hiçbir AKP’linin ya da hiçbir siyasetçinin Fetöcü olarak tutuklanmamasından, hala anası, babası, danası, baldızı, eniştesi, Kavakçısı, Meşelisinin mevkilere yerleştirilmesinden, hala kurultay toplayıp, kaç seçim kaybedip hala koltuğunu işgal edenlere katlanmaktan, hala iktidarın bu kadar yıpranmasına karşın oy oranını zerrece arttıramayıp bir de dokusu tutmayacak olanlarla ittifak yapanlardan, hala kılık kıyafetle uğraşanlardan,


Hala eğitim sisteminin yerle bir olmasından, hala Turizm Bakanının imar barışına başvurmasından, kaçak otellerinden, din adamlarının iğrenç cinsellik kokulu fetvalarından rahatsız değilseniz, bunları okuyup, duyup huzurluysanız, randevu almanın zamanıdır.


Ülke minicik çocuklara tacizcilere boğulmuşken, yurtlarda küçücük kızlar yanıp tutuşurken, binlerce genç şehit olurken din ve vatan ile sizin oylarınıza talip olanlardan şikâyetçi değilseniz randevu zamanı çoktan geçmiştir.

Eğer huzurluysanız, eğer memnunsanız, eğer korkmuyorsanız normal olan siz değilsiniz belki de.

Normal olanlar bu yaşananlardan korkanlar, endişe duyanlar, rahatsız olup da  kafayı sıyırmış olanlar belki de. Biraz kaba tabirle.
Katlanamayıp bu yaşananlara dünyada ya da ülkesinde, ya da mahallesinde, ya da ailesinde, o ince çizgide öte tarafa, normal olmayana kayıverenler normaldir belki de.

Normal olan belki de AVANAK AVNİ heykelini çalan G.T’dir.

Ailesi ile çatışıp, bir de psikolojik tedavi gördüğü için hap alıp sokaklara çıkan, daha önce de Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkların'da tedavi gören  G.T adlı kişi AVANAK AVNİ heykelini çalıp evine götürmüş. Ama bir dakika, bir sorun bakalım, niye götürmüş, diye.

‘’Heykel çok hoşuma gitti. Komik görünüyordu. Heykeli tanımıyordum. Bana gülümsüyordu. Koşarak gidip sarıldım. Heykel sarsıldı. İçimden bir ses bana, al bunu, eve götür, dedi. Ben de hiçbir şeye sarmadan, aldım metrobüse binip eve götürdüm. BENİM HİÇ ARKADAŞIM YOKTU. Onun için aldım’’


AVANAK AVNİ, Oğuz Aral’ın, gırgır dergisinde yarattığı ünlü çizgi kahraman. Yıllar geçse de konuşmayı öğrenemeyen, ama konuşmadan da derdini anlatan DIGIL DIGI AVNİ, bir gecekondu mahallesi çocuğu. Dalga geçilen, adam yerine konmayan ama hiç bir zaman  yenilgiyi kabullenmeyen ve de  bir şekilde hakkını elde eden AVNİ. ODTÜ’lü gençlerin tişörtlerinde sol elini havaya kaldırıp, sert mi sert bakan ‘’ ÖZGÜR ÜNİVERSİTE İÇİN MÜCADELE ET’’ pankartı taşıyan, sonra da Orta Amerika ve Avrupa’da antifaşist gençlik örgütlerinin sembolü haline gelen AVNİ. Saf, temiz, yalansız, dolansız, yeri gelince isyankar, devrimci, mücadeleci, dost, arkadaş AVNİ


Söyleyin bakalım bu figüre sarılan ve onu arkadaş seçen G.T ‘ mi daha normal,

Yoksa tüm yukarıda yaşananlara tepkisiz kalıp, uyuşmuş vaziyette seyreden bizler mi normal?

YORUM SİZİN.


5 Ocak 2019 Cumartesi

KAR VE ŞEHİR







KAR VE ŞEHİR




beyaz ipek gibi yağdı kar
bir kız kardan hafif yüreğiyle
geçip gitti güvercinleri anımsatarak. A.Behramoğlu

Bu gün bütün engellere rağmen dışarı çıkmak zorundaydı. Bir kafede işe başlayacaktı bu gün, geç kalmamalıydı hatta.

Çok sevdiği lacivert mantosunu, kırmızı beresini, kırmızı atkısını ve kırmızı eldivenlerini taktı.

Attı kendini sokaklara. Daha ilk adımında battı karlara, o karlara battıkça işe gitmeyip, oyun oynayası, kardan adam yapası geliyordu içinden. DÜRTME beni, dedi içindeki şeytana.  Ne Atıl dolmuşları ne de belediye otobüsleri, hiç biri çalışmıyordu, yürümek zorundaydı şimdi meydana kadar. Sevgi yolunda bir kafeydi çalışacağı yer.

Ordu caddesinden iniyordu ki, bir dükkânın girişine sığınmış bir köpek gördü. Hiç de dayanamazdı hayvanlara. Üşüyordu,  hayvanları anlardı tavırlarından. Çıkardı kocaman atkısını, örttü köpeğin üzerine. Hayvan yaladı elini, teşekkür edercesine.

Yürümeye devam etti, yürümek denirse buna, yuvarlana yuvarlana, düşe kalka. Ama acayip heyecanlıydı. Ne zamandır bu işten haber bekliyordu. İstediği kursa katılabilmesi için para biriktirmesi gerekiyordu. Ailesine yeterince yük olmuştu, üniversite bitene kadar.

Caddeler bomboştu, ne işi vardı insanların bu havada sokaklarda. Okullarda tatil mi olmuştu acaba?

Halk Bankasının önündeki otobüs durağında birbirine sarılmış birileri vardı sadece. Onlara doğru yaklaştıkça bir anne kız olduklarini anladı. Anne kızını örtmeye çalışıyordu elinde bir şalla, soğuktan korumaya çalışıyordu, ahh annelik işte. Kendisi incecik bir ceketle kalmıştı.

Kafeye de yaklaşmıştı ya kız, hemen çıkardı, o çok sevdiği lacivert mantosunu, örttü kadının omuzlarına. Kadın bir şeyler dedi ama anlamadı kız, yabancıydılar büyük bir olasılıkla. Nasılsa kafeye iyice yaklaşmıştı. Üşümezdi bu sürede.

Kafeye nefes nefese girdi, patron asık bir suratla karşıladı onu. İlk günden geç kaldın, istemem ben senin gibisini, uğraşamam, demez mi?

Çıktı kafeden, meydana doğru yürüdü. Daha karlara basan olmamıştı, ilk ayak izini o bırakacaktı. Üzgün olması gerekmez miydi? İlk işini ilk günden kaybetmişti. Ama ne gariptir ki kalbi karlar gibi tertemizdi, hiç de üzgün değildi.


Oturdu Sevgi yolundaki banka,  Beter’in yanına, Beter’in karlarını temizledi. ’Beter’in beteri var be betercim’’ dedi. Beter’le bir şelfi çekti.

En iyisi eve geri dönmekti, tekrar yürüdüğü yollara döndü, aya ilk basan adam gibi yavaş yavaş yürüdü bu kez. Üzerinde sadece kazağı kalmıştı, ama gerçekten de üşümüyordu, patrona da kızmıyordu be yaaa…

Aaaa, durakta hala oturuyordu anne kız. Çağırıyorlardı onu galiba, gitti onlara doğru. Kadın bir şeyler uzatıyordu kıza doğru. 
Sabah kendisi için hazırlayıp lacivert mantosunun cebine koyduğu kumanyaydı bunlar. Bir paket kremalı bisküvi, bir paket çubuk kraker, birkaç tane gofret, en sevdikleri.

Mantosundan cebinden çıkanları, yine kendisine uzatıyorlardı.

Güldü ve ‘’ama onları sizin için hazırlamıştım ben ’’dedi anne kıza, almadı tabi ki…

Yine düşe kalka bata çıka yürümeye başladı, buna yürümek denirse.

Evin önüne gelince,
 ’kesin iş bulmam lazım şimdi, hem kurs parası hem de lacivert bir manto için’’ deyip,

Gömdü kendini karlara iyice…

3 Ocak 2019 Perşembe

BİR KUTU ÇİKOLATA




BİR KUTU ÇİKOLATA

2010 yılıydı. Bursa merkez belediyesinde, taşeron şirketin bir elemanı olarak temizlik işlerinde çalışan E.A, o gün işini bitirip malzemelerini koymak için malzeme odasına girdi ve gözüne bir çikolata kutusu çarptı. Kendi deyimiyle tam bir dikiş kutusu yapılacak kutuydu ve de aldı evine götürdü.



Ertesi gün, belediye çalışanlarından biri, çikolata kutusunun kendisine hediye gelmiş olduğunu söyleyerek, kutusunun çalındığını, ilgililere bildirdi. Kameralardan da görüntülere hemen ulaşıldı, anlaşılan E.A oracığa bırakılan kutunun patlamaya hazır bir bomba olabileceğini hiç akıl etmemiş ve kameralardan saklanmamıştı.

İş büyüdü, olay mahkemeye taşındı. Ve de E.A çikolata kutusunu çalmak suçuyla işinden atıldı ve tazminatı ödenmemek üzere diye de karar çıktı.

Daha sonra karşılıklı temyizlerle bu dava 8 yıl sürecek bir mecraya girdi. Davalı tazminat vermem, davacı tazminatımı isterim diyordu.

Bu süreç zarfında, çikolata kutusunun çalınması üzerine bütün mahkemeler, Cumhuriyet başsavcılıkları, avukatlar, şirketler teyakkuza geçmişken,

Ülkede tam da bu yıllarda, milletin coğrafi bilgilerine İrlanda Denizinde bulunan bir adacık ekleniyordu. MAN ADASI.  Söylenenlere göre ülkeyi yönetenlerin hemen hemen bütün akrabalarının ve bakanların ve de çocuklarının adı geçtiği dava da paralar şimdilik kutu ile değil de, off shore hesaplar üzerinden MAN ADA'sına gönderiliyordu.




‘’şüphelilerin BELLWAY şirketi tarafından hesaplarına gönderilen paraları herhangi bir suç işleyerek elde ettikleri yönünde somut herhangi bir delil elde edilmemiş olması nedeniyle, üzerlerine atılı bulunan suçtan kaynaklanan mal varlığı değerlerini aklama ve yurt dışına kaçırma suçundan dolayı kamu adına kovuşturma yapılmasına yer olmadığına karar verilmiştir…(hürriyet internet haber)3.ocak.2019

‘’…belgeler kanıtlıyor ama paralar kara para değil’’ diye not düşülüyordu. Demek ki sadece ticari ilişkiler sürdürülüyordu, vergisiz MAN adası ile.

 Bu arada, Bursa yerel mahkemesi ,çikolata kutusu davasında,  tazminatın verilmesine karar veriyor, önceki kararı bozuyordu ama davalı taraf tekrar temyize başvurunca karar tekrar bozuluyor, tazminat ödenmeyecek deniyordu.

İşte, tam da bu sıralarda,yine bir söylentiye göre bu sefer de aynı ülkeyi yönetenlerin çocuklarının, ülkenin bir devletin bankasının, bakanların ve yine çocuklarının ve de birçok iş adamının adının karıştığı yolsuzluk davaları ile Türkiye sarsılıyordu.



Kutu kutu pense… Pardon yine kutular sahnedeydi. Ama bunlar çikolata kutusu değildi. Çikolata kutusuna ne kadar para sığardı ki. Ancak işçi E.A’ nın vizyonu ölçüsünde birkaç makara, dikiş iğnesi, ipliği sığardı. Bu kutular  ise, vizyon sahibi insanların düşleyebileceği milyon dolarların sığacağı ayakkabı kutularıydı.

Ahh, bu ayakkabı kutularına  neler sığmadı ki neler, o ülkede. Cemaatler, iktidarlar, ’ne istedin de vermedikler’’, ‘’sıfırlamalar’’, örgütler, darbe girişimleri.

Ayakkabı kutuları o yüzden çok kıymetlidir bizlerde, önemlidir bu kutular.

Bize sarmaşık sitesini, ufak tefek cinayetleri hatırlatır kendileri.

Sonuçta çikolata kutusunu alıp evine götüren E.A tazminatını alamayıp, filler yukarıda ayakkabı  kutularıyla oynarken, karıncalar ezilir ’in örneğini verdi bize.

Filler mi, hiç merak etmeyin keyifleri gayet yerinde, en sevdikleri oyun da KUTU KUTU PENSE…



DAVACI ZENGİN, DAVALI YOKSULSA
ZENGİNDEN YANA İŞLER YASA,

DAVACI YOKSUL, DAVALI ZENGİNSE
DAVALI DA KALIR YİNE NİZALI ARSA,

DAVACI DA DAVALI DA ZENGİNSE DAVADA
ÖZÜR DİLER ÇEKİLİR ARADAN KADI,

DAVACI DA DAVALI DA YOKSULSA BAK,
SADE O ZAMAN İŞTE YERİNİ BULUR HAK. 
                                                   CAN YÜCEL…