31 Ağustos 2018 Cuma

PENCERE ÖNÜ .





PENCERE ÖNÜ

Annesiyle yaşıyordu, 40’lı yaşlarına gelmişti, ama başka bir yaşam şekli bilmiyordu.
Başka yaşam şekilleri biliyordu aslında da, sadece hayallerindeydi bu yaşamlar.

 Bazen bavulunu alıp kapıyı çekip çıkıveresi vardı evden, bazen de bavulunu bile almadan çıkası, hayallerine doğru.

Yaşadıkları ev, hayalet eve dönmüştü son zamanlarda. Ölü toprağı serpilmişti sanki evlerinin üzerine. Bu güne kadar evlerine gelip giden bütün insanlar bir kürek toprak atmışlardı sanki üzerlerine, kımıldıyamıyorlardı. Sonra da:

-        ''  İyi biliriz, iyi biliriz.''

Demişlerdi ve de gitmişlerdi.

İyi değildi oysa,  iyi olmak istemiyor ve iyi olmaktan nefret ediyordu. Kötü olmak istiyordu, insanları üzmek ve de en çok da annesini üzmek istiyordu. Annesi onun hayallerine gitmesini engelleyen bir prangaydı bu evde.

Okul hayatı bittikten sonra yavaş yavaş arkadaşlarından uzaklaşmaya başlamıştı.  Çünkü onlar tahsil hayatlarına devam ediyorlardı.  Ekonomik durumlar, babasının erkenden ölümü onu mahrum bırakmıştı okuldan. Ama onların çevresi de, mahallesi de genelde böyleydi. Kızlar ortaokulu bitirir. Ev işlerini öğrenir, çeyiz yapar, sonra da evlenir. Bunu biliyordu onlar sadece.

 İlk önceleri sorun yoktu yaşamlarında. Annesiyle kolektif bir yaşam kurabilmişlerdi, mutfak işleri annesinde, temizlik ve dış işler kendisinde. Beraber komşuya gidilir, mahalledeki dedikodular tekrar tekrar anlatılırdı. Kim kocasından dayak yemiş, kim kırmızı pantolon giymiş, kim saçını sapsarı boyamış…

O zamanlar daha küçüktü, dinlerdi anlatılanları, yorum yapmazdı. Zaten büyüklerin yanında da genç kızlar konuşmazdı.

Yaşı ilerledikçe eve gelen komşularının, yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen insanların kendisine bakışları değişmişti, bunu fark ediyordu kendisi. Kahve yapmaya odadan çıkınca, dedikodusunu yapıyorlardı aleni, duyuyordu aslında hepsini.

-         '' Yaşı da geçiyor, tüh tüh, bu gidişle evde kalacak senin kız,'' diyorlardı anasına.

O da biliyordu yaşının geçtiğini. 

Geçiyordu yaşı, biliyordu, korkularıyla, düş kırıklıklarıyla…

Ama kim ne derse desin, nasıl düşünürse düşünsün… Sadece annesini mutlu etmek için evlenemezdi sevmediği biri ile. Sadece komşularının çenesi kapansın diye bir ömür süremezdi sevmediği bir adamla. Sadece toplum böyle istiyor diye kuramazdı bir yuva.

Sinir oluyordu kendisini görmeye gelenlere. ‘’ Kabul etme şunları eve’’ diye,  kızıyordu her seferinde annesine. Ve her seferin de de mahcup ediyordu annesini görücülerin karşısında.

Bir keresinde kendisini görmeye gelen erkek annesine,’’şişko patates ‘’deyince kadın zor kaçmıştı evden, kahve falan içmeden.
Bir kaynana adayının suratına da sakız çiğneyip, balon patlatmıştı da, bir daha aramadılar kendilerini onlarda.
Bir diğerine de tuzlu kahve yapmıştı da, kadın az daha boğuluyordu.
Bir keresinde de gelenlerin ayakkabılarını toplayıp çöpe attı, gelenler yalınayak döndüler evlerine.
O çok eğleniyordu, katıla katıla gülüyor, annesine de ‘’nasıl öç aldım senden’’ der gibi dik dik bakıyordu.

Böylece kimse gelmemeye başlamıştı artık görücü olarak.

Onu ilgilendirmiyordu taliplerinin azalması.  Evliliğe karşı değildi de, bu insanlara karşıydı işte. Kendisine evde kalmış gözüyle bakanlara, arkasından dedikodu yapanlara, kendisinden komşularına dert yanan annesine kısaca çevresindeki herkese.

Evleneceği erkeği kendisi seçmeliydi, erkeğin anası seçmemeliydi. Ama devir o devirdi ne yazık ki. Yine de ‘’ evlenmeyeceğim ben böyle ’’ demişti.

Gittikçe yalnız kalmaya başlamış, hayaletli evin ahşap merdivenle çıkılan üst katını kendine yaşam alanı yapmıştı. Annesi ile de yavaş yavaş ilişkileri kopmaya başlamıştı. Herkes alanına çekilmiş, konuşmaz olmuşlardı eskisi gibi. Komşular da gelmiyordu artık evlerine. Annesi gidiyordu hep komşularına. Kızını anlatıp, ağlıyordu onlara.

Kendisine kurduğu küçük alanında önceleri dikişler dikiyor, danteller örüyor, para bile kazanıyordu. Cep fotolar olmazsa olmazdı. Oradaki aşkları yaşıyordu gerçek gibi. Bir ara şiir bile yazmaya başlamıştı. Ama zamanla sokağa  çıkmamaya başlamıştı, bir gün geldi ki hiç sokağa çıkmaz oldu.  Annesi ondaki olumsuz değişiklikleri fark etse de, çok yaşlıydı, bir şey yapamıyordu.

Pencerenin önüne geçip prensini bekliyordu. Dışarı da çıkmadığına göre penceresinin önünden geçen birisi ancak onun prensi olabilirdi. Yoldan gelip geçenler arasından bulabilirdi ancak evleneceği erkeği.

Bütün günü pencerenin önünde geçmeye başladı. Yağmurda, güneşli havalarda ya da kar yağdığında. Dikişi, danteli, cep fotoyu bile bıraktı zamanla. Penceresi onun dünya ile tek bağlantısı olmaya başlamıştı.

Dikkat çekmek için abartılı makyaj yapmaya başladı. Kıpkırmızı rujlar, elma gibi allıkla kızartılmış yanaklar, mavi, yeşil, göz kapaklarına farlar.  Artık mahalleli ve mahallenin çocukları gülerek bakıyordu o pencereye.
Gelen geçen erkeğe laf atmaya da başladı bir zaman sonra.
-Hişttt! , baksana bana

Acımasız çocukluk işte, mahalle çocukları geçiyordu karşısına:
-         '' Benimle evlenir misiniz bayan?''  Diye dalga geçiyorlardı onunla.
Kafalarına bazen bir terlik, bazen de bir saksı fırlatıyordu kızgınlıkla.

Oturdu yıllarca penceresinin önünde. Annesi öldüğünde bile penceresinin önündeydi. Mahalleli kaldırdı cenazesini. Yine makyajlı, boyalı, annesini uğurladı penceresinden.

Hiç olmazsa annesi bir kap yemek yapıyor, koyuyordu kapısının önüne de, yaşıyordu aç kalmadan. Ama şimdi yemek verecek bir annesi de yoktu.

Oturdu haftalarca, aylarca annesinin ardından, penceresinde. Laf da atmaz olmuştu artık kimseye.

Şimdi bir masal gibi anlatılır her evde, onun hikâyesi.
En son gördüklerinde onu, üzerinde beyaz bir elbise, aynı bir gelinlik, beyaz sivri topuk ayakkabıları, beyaz çantası ve de ellerinde beyaz dantel eldivenleri…
Bir daha dönmedi evine.

O eve daha sonra taşınanlar arada bir beyaz gelinlikli bir hayaletin evi ziyaret ettiğini söylerler. Pencere önünde:
-          Hişt! Baksana bana


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder