4 Ağustos 2018 Cumartesi

ÇOCUKLUK








ÇOCUKLUK

’Yüzümden bir şeyler aktı aktı,
İçimde menekşelendi Hilmi Bey
Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk
Hiçbir yere gitmiyor’’   E.Cansever

Şehirde son zamanlarda ilginç bir hırsızlık vakası yaşanıyordu. Bütün çarşı esnafı ‘’yeter artık ‘’ diye ayaklanmış, polis karakolunun önünü mesken yapmışlardı. Bir çare bulunsun istiyorlardı, bu hırsızlık olaylarına karşı.

Dükkânlara giriliyor ama kasalara ellenmiyor, paralara dokunulmuyordu, ilginç olan buydu işte.
Bir ilginç durum daha vardı ki, o da soyulan dükkânların hep oyuncakçı dükkânları ve şekerlemeciler olmasıydı.

Artık özellikle bu tip dükkânların çok olduğu yerlerde esnaf kendisi nöbet tutmaya başlamış, polislerde nöbet sayısını arttırmışlardı.  Sıkı önlemler alınıyordu. Soyulan dükkânlar oyuncakçı ve şekerlemeci olunca baş şüpheliler tabii ki çocuklar olmuştu. Bu yüzden çocuk çetelerinden şüpheleniliyordu. Sokak çocuklarına göz açtırmıyordu polisler, resmen sokak çetelerine karşı savaş açmışlardı. Ama olmuyor, olmuyor, bir türlü yakalayamıyorlardı.

Her oyuncakçı dükkânına giren çocuk potansiyel hırsızdı artık dükkân sahibinin gözünde de.

O ise üzerinde kocaman paltosu, heybetli görünüşü, elinde bastonu ile giriyordu her dükkâna, rahatça geziyordu saatlerce.

Kimse ilgilenmiyordu onunla dükkânlarda. Kızmıştı bile bir keresinde, bir oyuncak araba sorduğunda, kimse kendisine bakmayınca.

Ama dedik ya, herkesin gözü çocuklarda, kim bakacak ki bu tonton ihtiyara.

Yalnız başına yaşayanlardandı o da. Anne babasına bakmaktan, onların hastalıklarıyla uğraşmaktan sıra hiçbir zaman kendine gelememişti. Babası küçücük yaşta felç olunca, okula bile gidememiş, hep çalışmıştı. Ta ki sıra ile ölüp, onu yalnız bıraktıkları zamana kadar. Sudan çıkmış balığa dönmüştü, hatta bir de bakmıştı ki, yaşlanmıştı. Yaşlandığının  farkına bile varamamıştı. Sanki o hala anne babasının küçük çocuğu, onları yaşatmakla, onlara bakmakla mükellef, daha oralardaydı o, sanki dünkü çocuktu daha o. Ta ki yalnız kalana kadar.

Birden büyüdü, kalbi değil de, beyni değil de, ruhu değil de bedeni büyümüş, eskimişti işte.

Sabahın erken saatlerinde  bir çıkıyordu sokaklara, bastonuna yaslana yaslana…

Dolaşıyordu şehrin sokaklarında, ne çok insan vardı bu sokaklarda.  O zaman yalnız hissetmiyordu kendini. Sanki hepsi yalnız gibiydi karşıdan. Herkes yalnız doğuyordu aslında, göbek bağı kesildikten sonra yapayalnızdın bu dünyada. Ondan ağlıyordu çocuklar, doğunca. Ölürken de yalnız değil mi ki insanlar? Biliyor muyuz ölüm anında ne hissediyorlar ellerini tutsanız da. Yapayalnız gözlerini kapatıyorlar. Kimse gidiyor mu onlarla yalnız olmasın diye? Yalnızlığına dair bir sürü düşünce üretiyordu, sokaklarda yürüdükçe.

Yaz kış paltosuyla, tanınmıştı sokaklarda, esnaf, mahalleli, çocuklar selam veriyordu ona. İyi hissediyordu o zaman yaşlı adam.

Çalışan çocukları görünce, ayakkabı boyacılarını, mendil satanları, inşaatlarda çalışanları, gazete ve çöp toplayanları… Bazen yanlarına yaklaşıyor, bir çİkolata uzatıyordu onlara, bazen de kırmızı minik bir demir araba.

Bu arada soygun olayları devam ediyordu, teknoloji de gittikçe gelişiyordu aynı zamanda.  Kameralar girmişti insanların hayatına. Sitelere, sokak girişlerine, dükkânlara kamera sistemleri kurulmaya başlanmıştı.

Bütün oyuncakçı ve şekerlemecilerin dükkânlarına da kamera sistemi kuruldu. Artık bu yaramaz çocukların gelmişti sonu.

Birkaç zaman sonra kayıtlar incelenmeye alındı polis tarafından.

Her karede yaşlı adamı görüyorlardı, her dükkânda. Yaz kış üzerinden çıkarmadığı kocaman paltosuyla. Çocuklara, çocuk çetelerine dair bir tek ipucu yoktu kamera görüntülerinde.

 Takibe aldılar yaşlı adamı. İzlediler günlerce, onunla beraber girip çıktılar şekerlemecilere.

Rahatça dolaşıyordu adam dükkânlarda, bir oyuncağı alıyordu eline, inceliyordu evire çevire, sonra rahatça atıyordu paltosunun içine.

Nerden bilsin kameraları, artık izleniyordu herkes, attığın adım biliniyordu, yakında düşünceler bile okunacaktı, ama o nereden bilsindi ki?

O mutlu ve mesut giriyordu dükkânlara…

Bir gün takip ettiler evine kadar. Şehir dışına doğru, küçük bahçeli minik bir baraka. Bahçesinden girdi içeri, oturdu duvarın kenarındaki eski, döşemesi yırtılmış, yayları çıkmış bir koltuğa. Çıkardı attı paltosunu yere, terlerini sildi eski bir mendille. Hani bayramlarda verilen eski mendillerden. Paltodan birkaç şey yuvarlandı yerlere. Küçük demir arabalar, kırmızı, yeşil, beyaz, Ferrariler, Murat124,ler… Birkaç tane de şekerleme…

Paltosunun içinde küçük, büyük birçok cep görünüyordu, içleri ıvır zıvır dolu.

Polisi görünce karşısında afalladı birden. Gözleri ile soruyordu: ‘’beni nasıl buldunuz ‘’ Şaşkın,  Kalktı evinin kapısını açtı. Bekledi içeri girsinler diye.

Polisler şaşırdılar eve girince. Bu yaşlı bir ihtiyarın evi miydi?  Bir polis gözlerini ovuşturdu, yanlış mı görüyorum diye. Her yer, ama her yer  oyuncak ile doluydu, bir de şekerleme.

Oyuncak atlar, bebekler, daha çok da minik demir arabalar, mantar tabancaları, toplar…

Horoz şekerler, baston çikolatalar… Şekerlemelerin çoğu erimiş, bozulmuş, kurtlanmıştı. Üzerlerini karıncalar sarmıştı.

Polisler ne diyeceklerini bilemediler, ne düşüneceklerini, nasıl davranmalıydılar ki?

Baktılar yorgun ihtiyara, bastonu elinde yaslanmış bir duvara. Paltosunu çıkarınca da kalmış minicik bir beden. Kuru, sıska, zayıf, kemikleri meydanda. Hani ekmek çalsa, açlıktan diye hoş görülecek cinsten.

Çıt çıkmıyordu duvarları badanasız,   yeri göğü oyuncak dolu evin içinde.

Sessizliği birinin bozması gerekiyordu.
Polisler ne yapsak der gibi birbirlerine bakıyorlardı.

Beklenen ses ev sahibinden geldi sonunda.
Yaşlı adam sanki neler olup bittiğinin farkında değil gibi, utangaç  ve cılız bir sesle:
 ’Kötü bir şey yapmadım değil mi?
Hiç oyuncağım olmamıştı da çocukluğumda’’
 **********************************************************************************
’bir çocuğun rüyasında bazen
Bulunur kaybolmuş bir bilya
Kiraz ağaçları sallanır
Güvercinler uçuşur havalarda’’ A.Behramoğlu


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder