22 Şubat 2019 Cuma

REKOR SICAKLAR







REKOR SICAKLAR 

İstanbul son 50 yılın en sıcak gününü yaşayacak bu gün, diyordu televizyondaki sempatik hava durumu spikeri, tam telefonun çaldığı anda.

Ben dönüyorum, beni havaalanından alır mısın, diyordu bir kadın sesi ahizenin öbür ucundan.
Tabi ki, diye kekelerken hala, rekor sıcaklık kaç derecedir acaba diye düşünmekteydi adam. Kendine geldi bir an, saatine baktı, yola çıkmalıyım, bu trafikte ancak yetişebilirim, diyerek, hazırlandı alelacele, attı kendini yollara, rekor sıcaklıkların kucağına.

Trafikte arabalar milim milim ilerliyordu,  hatta hiç ilerlemiyordu. Trafiğin aksine beynindeki düşünceler roket hızıyla geriye, geçmişe gidiyor, hiç hatırlamak istemediği anılara doğru yol alıyorlardı.

Gidiyorum bile demeden gitmişti kadın bir sabah ansızın. Biliyordu adam, yaşadıkları çok ağırdı, tonlarca ağır, insan olan kaldıramazdı. Ama kaybettikleri ikisinin kaybıydı. Beraber yaratmışlardı, beraber kaybetmişlerdi. Acıları farklı mıydı ki?
Ben nasıl dayandım, koskoca bir 5 yıl, 60 ay, 260 hafta, 1800 gün, 43200 saat, 2.592.000 dakika,   onun oyuncaklarına, onun mama sandalyesine, beşiğine bakmak, nasıl dayandım ki, diye şaşkın şaşkın bakınıyordu ilerlemeyen trafiğe.

Bu düşüncelerle boğuşurken, klimasının çalışmadığını fark ettiğinde ise alnında geçmişin anıları birer ter damlasına dönüşmüştü adeta. Gömleğini ıslatıyor, koltuk altlarını ıslatıyor, pantolonunu yapış yapış yapıyorlardı. Adam ıpıslak, yapış yapıştı, kurtulamıyordu anılarından.

Trafik iyice sıkışmış, yol alamıyordu bir türlü, mengeneye sıkışmıştı sanki yolda. Yüreği de geçmişteki anılar yüzünden sıkışıyordu resmen. Kalbine sancılar giirmeye başladığı anda ise radyoda bir kadın sesi, kalp hastası olanlar sokağa çıkmasın bu gün, diyordu.

O sabah uyanıp yataktan kalktığında, evin odalarını tek tek dolaştığında onu bulamayınca deliye dönmüş, ama gittiğini de anlamıştı. 6 aydır tek laf etmemişti ki kendisine, gidiyorum, desin. İyi de gitmek neyi hallederdi ki? Kayıplar geri mi gelirdi, kötü anılar mutlu anlara mı dönüşürdü? Yaralar iyileşir miydi? Kilometrelerce git, dünyanın öteki ucuna git, Merkür’e, Mars’a git, yaşananları değiştirebilir miydin ki?

Saatine baktı adam, geç kalacaktı. Ya yetişemezsem, ya yetişemezsem, ya beni gelmedi sanıp giderse, beklemezse?

Havaalanı karşısındaydı, görüyordu, elini uzatsa tutacaktı, ama Allah’ın cezası arabalar milim oynamıyordu yerlerinden. Kapattı kontağı, attı kendini dışarı. Asfalt erimişti sıcaktan, insanlar da erir miydi ki?

Başladı koşmaya, bütün arabalar korna çalıyordu ona, araba bırakılır mı ortada diye. Oysa o kornaları, koş yetişeceksin diyorlar gibi tezahürat olarak algılıyordu. Bir Forest Gump tı o şu an. Koşacaktı sadece, bir boşluk vardı yüreğinde, bir boşluğa daha asla katlanamazdı.

Gördü onu, gitmemişti.  Karşısında duruyordu kadın, sırılsıklamdı tişörtü onun da, ıpıslaktı saçları, alnına yapışmış. Sanki erimek üzereydi, incecikti. Var mıydı gerçekten, yok muydu bilemedi.  Ama yine de güzeldi, çok güzeldi.

15 Şubat 2019 Cuma

DUT ZAMANI







                      DUT ZAMANI 

Size başımdan geçen bir olayı anlatacağım. Henüz yeni evlenmiştim. Başımızda bir sürü bela vardı. Öylesine bıkkındım ki her şeyi sonlandırmaya karar verdim. Bir sabah şafak sökmeden, yanıma bir ip alıp arabama atladım. Kendimi öldürmeyi kafama koymuştum. Dut ağaçlarıyla dolu bir bahçeye vardım. Orada durdum hava hala karanlıktı. İpi bir ağaca doğru fırlattım ama tutturamadım. Bir kere iki kere denedim ama kar ettiremedim. Ardından ağaca çıktım ve ipi sımsıkı düğümledim. Sonra elimin altında yumuşak bir şeyler hissettim. Dutlar! Lezzetli, tatlı dutlar. Birini yedim taze ve suluydu. Ardından bir ikincisini ve üçüncüsünü… Birdenbire güneşin dağların ardından yükseldiğinin farkına vardım. Ama ne güneş!  Ne manzara! Ne bahçeydi ama! Birdenbire okula giden çocukların seslerini duydum. Bana bakmak için durdular. Ağacı sallamamı istediler. Dutlar dallarından yere döküldü. Çocuklar yerken kendimi çok mutlu hissettim. Eve götürmek için biraz dut topladım. Karım hâlâ uyuyordu. Uyandığı zaman o da dutlardan yedi. Çok hoşuma gitti. Kendimi öldürmek için evden ayrılmıştım. Dutlarla geri geldim. Bir dut hayatımı kurtardı. Sadece bir dut, hayatımı kurtardı.

( İranlı usta  yönetmen Abbas Kiarostami’nin bir felsefi makale tadındaki filmi Kiraz Mevsim’inde sabah evden intihar etmek için çıkan ama elinde kirazla eve dönen Baheri’nin hikâyesi)

İçime işledi hikâye, deldi geçti beni kelimeleriyle.
En sevdiğimdir dutlar. Karadutum, Çatal karam çingenem, der ya şair, benim ağzım sulanır, o karadutu atmak isterim ağzıma hemencecik. Gözlerimi kapatıp o tadı hissederim dilimin üzerinde...

Ama dut ağaçtan yenecek, şartım var. Geçeceksin altına, sallayacak biri dallarını, yağacak gökten üzerine dolu taneleri gibi. Karadutsa lekeler bırakacak kıyafetlerinde, ağzın yüzün, ellerin kıpkırmızı olacak.

Yerlere dökülenleri bile toplayacaksın hafif kumlu, hafif topraklı, ne olacak ki? Hem bileceksin ki en olmuşları, en tatlıları yere düşendir. O yüzden hiç  kıyamayacaksın atmaya, o dutu toprağa. Üfleyecek ve de kimse görmeden atıvereceksin ağzına.

Boşuna sevmiyormuşum dutu. Kırmızısını, karasını, beyazını hatta olmuşunu, olmamışını.
Bakın işte bir sebebi var. Bir şey söyleyeyim mi, neyi seviyorsam, bir sebebi çıkıyor  yani. Sonradan anlasam da bazılarını, işte dut gibi.

Ölümden bile vaz geçirecek bir kudreti var bir dutun,  yukarıdaki öyküdeki gibi. Elimin altında yumuşak, lezzetli. Birini yedim taze ve sulu.

Yaşamayı seçmek de böyle bir şey işte. Yoksa her umutsuzlukta koşardık ölüme doğru.

Ama bazen bir dut ağacı, bazen bir ekşi erik tadı, bazen bir dostun telefonu, sevgilinin omzu, bir deniz kıyısı, ya da karşında kuyruğunu sevinçle sallayan bir köpek yavrusu, daha daha yazayım mı o kadar çok ki. Yeni bir çanta, bir kitap, Didem Madak'tan bir dize,  annenin yemekleri, çocuklarının kokusu, uzaktakilerin  özlemi, yazayım mı, yazayım mı daha… Ne kadar çok yaşamak için sebeplerimiz, ne kadar çok.

Bir ağacın altında, sallıyor biri dalları, konfeti gibi yağıyor yaşama sebeplerimiz üzerimize…
Aman dikkat edin, basmayın üzerine, ezmeyin, yok etmeyin, bilin değerini, doldurun ceplerinizi.



14 Şubat 2019 Perşembe

RAYLARIN ÜZERİNDE -6-






RAYLARIN ÜZERİNDE-6- 


Kendime geldiğimde bir ayağım alçıda, kafam bandajlı, berbat bir baş ağrısı ile beraberdim. Bir haftadır gözümü açmadan yatıyormuşum. Babam başucumda ah çocuk, ah çocuk, diye ağlıyordu. 
Bir süre hastanede yatırıp, çıkardılar beni eve, ucuz kurtulmuşsun, dediler. O kadar yalnızdım ki, alçımı imzalayacak bir arkadaşım bile yoktu. Keçiler imzalayamazdı ki. Babama verdim kalemimi, baba bir tek sen varsın, imzalar mısın, dediğimde, üzmüştüm onu yalnızlığımla, anladım yüzünden. Eğik boynu daha da eğilmişti ileriye doğru, omuzlarıyla bir hizaya gelmişti sanki.

Birkaç ay alçıda kaldı bacağım, hiç kalkamadım. Zavallı babacığım, hem bana baktı, hem bahçeye, hem de keçilere, hiç şikayet etmeden, bir kez bile of demeden. Hem kendimle ilgili hem de onunla ilgili hayallerim vardı, hepsi suya düşmüştü. Martı Jonathan, hayallerimin arkadaşı, uçuyordu başucumda, ama konuşmuyordu bu ara.  Neyse sonunda alçılarım açıldı da zar zor adım atabilmeyi başardım. OHH ne güzelmiş yürüyebilmek, kaybedince anlıyormuş insan değerini özellikle sağlığının.

 Ders veriyordu her yaşadığım bana, hayat buymuş, tecrübe böyle edinilirmiş, böyle büyünürmüş. Acıta acıta, üze üze, ağlata ağlata. Keçilerimle öyle mutluydum ki şimdi, aman aman tren yoluna gitmek mi, aklıma bile gelmiyordu. Uzaktan duyuyordum sesini, gel diyordu bana da, git işine diyordum ona.  JONATHAN’ da arada giriyordu aklıma, ee hadi ne zaman gideceksin diyordu bana. Ben de ona, korkuyorum ben, senin gibi kanatlanamadım, uçamadım, diyordum, küsüyordu bana, üzüyordum onu da galiba.

Yine de bana, şimdi tercih senin. … Cehaletimizi kırabiliriz, becerilerimizi, yeteneklerimizi ve zekâmızı kullanarak kendimizi bulabilir ve kendimiz olabiliriz! Uçmayı öğrenebiliriz! diyordu pes etmeden.

Ama ben pes etmiştim, kaç kez denemiştim, kaç kez gitmek için kendimi tehlikeye atmıştım, kaç kez babamı üzmüştüm, ama gidememiştim işte. Belki de yoktu kaderimde gitmek,  vazgeçmiştim gitmekten ben de. Cennetim burasıydı benim, kök salmak için uğraşacaktım, uçurtmaları gökyüzüne özgür bırakmaktan vazgeçecektim, ipiyle uçuracak ama yine eve getirecektim. Huzura ermiştim, rahatlamıştım, tadını çıkarıyordum evimin, keçilerimin, dağların. Sanki Jonathan bile mutluydu ve huzurluydu.  Akışına bırakmak hayatı en güzeliymiş, zorlamamak gerekirmiş bazen, zorladıkça ters tepermiş ya. Büyümüştüm sanırım, bunları söyleyebildiğime göre…

Tam bu düşüncelerle yoğurulurken, tam kendimi ikna edebilmiş ve de huzur bulmuşken,

Bir gün babam geldi, toparlan bakalım, gidiyoruz, dedi. 

İnanamadım, satmış sahip olduğumuz tek dünyalığımızı, evimizi, bahçemizi, keçilerimizi.

Nereye gidiyoruz ki, dedim ben de şaşkınlıkla.

Nereye olacak, trenin götürdüğü yere, diye cevap verdi bana…

Biri küçük, biri büyük iki kafa, anladım ki benim hayallerime doğru çıkıyordu yola.

Aaa, unutmadan, bir de Martı Jonathan’la…

          - SON-



13 Şubat 2019 Çarşamba

RAYLARIN ÜZERİNDE-5-







RAYLARIN ÜZERİNDE-5-

Gazeteleri bile ezberleyen ben, maden bulmuş gibiydim. Şimdi de kahramanım MARTI JONATHAN olmuştu. O gece hemen tanıştım Jonathan’la. Zor okuyordum adını, CAN deyiverdim kısaca. Bana uçmayı öğretecekti CAN, anlamıştım daha ilk sayfalarda. Bir ilahi güç, benim gibi gitmeye hevesli birine göndermişti bu kitabı, tam da pes edecekken gitmekten.

Eğer ne yaptığını iyi biliyorsan, her zaman başarırsın, diyordu yeni ve tek arkadaşım olan CAN.

Uçmak, bir yerden bir yere ulaşmak için kanat çırpmaktan çok daha anlamlı bir olaydır, diyordu bana CAN. Gitmek istememin, ikide bir trenlere koşmamın sebebinin bir anlamı vardı, ben bilmesem de JONATHAN biliyordu.

Yıllarca aradığım cenneti de anlatmış bana canım arkadaşım. Cennet, bir yer, bir mekân değildir, bir zaman dilimi değildir. Cennet öğrenmektir, mükemmelliktir, diyordu bana. Annem mükemmelliğe ulaşmış demek ki diye artık içim rahattı.

Yaşamak için bir sebebimiz olmalı; öğrenmek, keşfetmek, özgür olmak gibi, diyordu. O benim özgürlüğe âşık en iyi arkadaşımdı.

Gözünle gördüklerine sakın inanma. Görünenlerin hepsi sınırlıdır. Anlayarak bakmaya, sınırlarının ötesine geçmeye çalış. O zaman uçmanın anlamını da daha iyi öğreneceksin, diyordu gözlerimin içine baka baka.

Babama da anlatırdım okuduklarımı, zavallı babacığım korkardı yine gideceğim diye,  sakın yanlış bir şey yapma, ona göre, diye uyardı beni her seferinde. Bir de Martı JONATHAN çıktı başımıza derdi. Bazen de dalga geçerdi benimle. Seni kondüktör yaparız, bu tren aşkınla başka bir şey olamazsın sen, derdi. Kızardım ona, benim hayallerim onun küçük dünyasına göre devasa idi, çok büyük kanatlarım vardı benim, Can'ın  kanatları gibi kocaman,  o bu kadarını hayal bile edemezdi.

Ben trenler yapacaktım insanları çöllerden ya da sarp kayalıklardan koparıp alacak, hayallerine taşıyacak,

Ben çok hızlı trenler yapacaktım, anneciğim gibi doğum yapacak olan kadınları hastaneye yetiştirebilecek, çocukları annesiz bırakmayacak,

Ben trenler yapacaktım, uçurtmalarla yarışacak,

Babam başa çıkamazdı ki benim hayallerimle.

İlk zamanlar annem uğruna düşmüştüm yollara, cenneti bulmaya. Çocuktum, küçüktüm. Büyüdüm de ne oldu? Ruhumda vardı galiba gitmek. Bağlı kalamayacağım galiba bir toprağa, kök salamayacağım galiba buralara.

   Bu sefer de JONATHAN yollara düşürecekti beni.

 Ya babam, ya babam. Ama başarılı olunca gelip alacaktım onu, çok rahat ettirecektim onu, yeni bir palto alacaktım ona, güzel bir ayakkabı, hayatında hiç yemediği yemeklerden yedirecektim ona, gazetelerde resmini gördüğümüz pizza’ yı yedirecektim, hem de ton balıklı. Gitmezsem hiç birini yapamazdım ne ona ne de kendime.

 Koştum raylara, tren gelmek üzereydi. İşte dumanı görünmüştü, işte sesi duyulmuştu, işte kocaman gövdesi de görünmüştü. Tam yavaşlayacağı yerdeydim, avını bekleyen bir panterdim bu sefer de. Tam atlarken son vagona, tren yavaşlayacağına birden hızlanmaz mı, düştüm rayların üzerine. Tren çığlık çığlığa gidiyordu, ben ne olmuştum, ya ben? Rayların üzerinde miydim, yoksa trenin altında mı?

                                 -ARKASI YARIN-

12 Şubat 2019 Salı

RAYLARIN ÜZERİNDE-4-






RAYLARIN ÜZERİNDE-4-

Elim çok acıdı, dedim adama, bakmadı bile suratıma. İyice hızlandı, yetişemiyordum, adeta sürükleniyordum peşinde. Ahhh elim cok acıyor, başladım ağlamaya.  Bırak elimi, bıraksana elimi  deyince, birden daha çok sıkmaz mı, gözlerinde ki kötü bakışı gördüm, kötü adamlardandı o.  Annemi tanıyor olamazsın sen, dedim adama, ısırıverdim elini, canı çok acımıştı galiba, bir tokat attı suratıma canının acısıyla ve o acıyla da bırakıverdi bir an elimi,  kaçmaya başladım istasyona doğru. Koştu biraz peşimden ama istasyona girince ben, vazgeçti sonra sanırım. Gittim bir tren görevlisine, alışkındım onlara, canımı acıtmazdı onlar, sarıldım bacaklarına  ve başladım ağlamaya. Babamı istiyorum ben, diye.

 Babam da eve gelip yine beni bulamayınca ulaşmış istasyonlara. Hemen beni  bindirdiler trene, eve gitmek üzere. Kondüktör amca yine bana oralet ısmarladı, horoz şeker, ah ne güzeldi. Babacığım gözü yaşlı bekliyordu beni istasyonda. Bu sefer ben öyle bir sarıldım ki ona, hiçbir şey diyemedi, bana.

Annemi bulamayacaktım, artık anlayacak yaştaydım. Cennet, cehennem öğreniyordum hepsini. Aslında cennet bizim buralardı sanki, anlatılanlara göre. Buz gibi sular, yemyeşil ağaçlar, falan filan… 

Okumayı da öğrenmiştim artık, kışın en yakındaki okula gitmiştim. Şimdi ise tatildi, ben keçileri otlatıyordum. Bana okuldakiler Peter diyordu. Onların televizyonu varmış, Peter diye bir keçi çobanını seyrediyorlarmış, Heidi de Peter’in arkadaşıymış,  ben nereden bileyim ki.

Ben treni seyrederken, bana el sallayanlar bir de gazete atanlar olurdu, ben de toplardım onları. Okurdum sonra ezberleyene kadar, babama da okurdum. Bulmacalarını bile çözerdim. Demirin simgesi Fe, Azot ’un simgesi N imiş. Su ma ya da ab imiş, çok komik. Bulmaca sayesinde öğrenmiştim bir çok şeyi. Sonra da o gazetelerden uçurtma yapardım, ipi elimde sarp kayalarda koşardım. Kıyamazdım bağlı olmasına uçurtmanın, ipi bırakırdım elimden, özgür bırakırdım, uçsun gökyüzüne diye. Kıskanırdım onu, kim bilir nerelere gidecek, nereleri görecek diye. 

Ah, keşke benim de ipimi bıraksalar da uçsam gökyüzüne, süzülsem bulutlara. 

Bir seferinde ise  gazete beklerken bir kitap düştü, rayların dibine, onu alacağım diye ezilecektim az kalsın trenin altında. Aldım kitabı heyecanla, sahip olacağım ilk kitap olacaktı,  okudum heceleyerekten adını. MAR-TI.  MARTI idi ilk kitabımın adı.

                              ARKASI YARIN 

11 Şubat 2019 Pazartesi

RAYLARIN ÜZERİNDE - 3 -






RAYLARIN ÜZERİNDE -3-

Ama ilk istasyonda beni indirmezler mi? Biraz sonra babamı görünce karşımda nasıl da sevindim yine de, demiştim size küçücüktüm, masallara inanacak, cennete gitmek için uğraşacak kadar küçüktüm.

Sakın, sakın yapma bunu bir daha, dedi ve öyle bir sarıldı ki bana, kemiklerim kırılacaktı az daha. Neyi yapmayacaktım ki, kötü bir şey mi yapmıştım ben şimdi?

Büyüyordum da aklım pek büyümüyordu sanırım, orantılı gitmiyordu yaşımla başımla. Takılıp kalmıştım annemi bulmakta. Bu sefer trene binince kimseye gözükmeyecektim, o kadar da çalışıyordu yani kafam. Babama da söz vermiş miydim ki, gitmeyeceğime dair?

Babamın keçilerle yükseklere çıktığı bir gün, yine iniverdim ben aşağılara, raylara. Ah o ses, o ses, geliyorum hazır ol diyordu bana. Yavaşladı tren önümde, haydi atla, der gibiydi. Bir şempanze gibi atlayıverdim ben de.

 Hiç kimselere gözükmemeye çalıştım bu kez, tuvaletlere saklandım. Yine müthiş kokular geliyordu burnuma, yemek kokuları,  ama hiç pas vermiyordum onlara. Dura kalka gittik, sanki sonsuz bir zamanda. Hiç bitmeyecek sandım bu yolculuk, ama pes edemezdim, sonunda büyük ödül vardı bu yolculuğun.  

Son durak, dediklerinde attım kendimi trenden dışarıya. O da ne, Amerika mı burası, bütün dünya mı burası, çok kalabalık çok. Neresi ki burası, cennet mi yoksa yoksa burası? Ama hangisi annem, nasıl bulacağım ki ben onu, ama o yavrusunu tanır muhakkak, keçiler bile tanıyor yavrusunu. Kokusundan tanırlarmış, babam öyle dediydi. Annemin resmi cebimdeydi de nasıl bulurdum onu bu kalabalıkta. 

Birden korkmuş, birden güvenimi kaybetmiştim. Hava da kararmaya başlıyordu gitgide, bir adam yaklaştı yanıma, kime geldin sen ufaklık, deyince tanıyor sandım beni.

 Annemi bulmaya, dedim ona da, resmini gösterdim, cennete gitmiş, ben de bulmaya geldim işte, dedim. 

Gel, ben seni götüreyim cennete, annene, demez mi?

Tuttu elimi, gidiyorduk bilinmeze doğru. Ama o kadar sıkıyordu ki elimi, canım acıyordu.

                       ARKASI YARIN

10 Şubat 2019 Pazar

RAYLARIN ÜZERİNDE-2-








RAYLARIN ÜZERİNDE-2-

Babacığım,  beni trenlere olan aşkımdan vazgeçirmek için uğraşadursun, benim sevdam gitgide artıyordu. Benim sevdam sadece trene değildi ki, anneme idi, cennetteki anneme. O da biliyordu bunu, daha çok korkutuyordu bu onu. O vazgeçirmek için uğraştıkça, ben beklemeye devam ettim treni ve trenin içindeki annemi.

Bekledim, bekledim. Çok bekledim galiba, gelmeyecek dediğim anlarda ise,  bir kuş çırpınırdı yüreğimde, yok yok gelecek diye.

Her kadını annem sanırdım, cebimde sakladığım tek fotoğrafını çıkarıp bakardım, trendeki kadınlara, annem olabilirler mi diye.

Gelemeyeceğini anlayınca, beklemekten sıkılınca, niye ben gitmiyorum ki, dedim kendi kendime.

Bir gün, trenin geliş saatine yakın, indim rayların yakınına, treni hep gözlediğim yere. Burada biraz yavaşlardı tren, bilirdim, yolun durumundan dolayı. Tam trenin yavaşladığı yerdeydim. Önce dumanı, sonra sesi, sonra da koca gövdesi geldi, her zamanki gibi. Son vagonuna tutunuverdim, attım kendimi içeriye. Çok kolay oldu gerçekten de. Koridorlar insanlarla doluydu. Koridorların pencerelerinden uzaklara bakıyorlardı. Belki de, buralar da da yaşayanlar var mı ki, buralarda hayat var mı ki,  buralarda kim yaşar ki diyorlardı. Sigaralarını üflüyorlardı uzaklara, aynı babam gibi, sigarasız yapamıyordu babam da. Tek arkadaşı oydu, ben ve keçilerimizden başka, ne yapsındı ki eli kolu bağlanmıştı bu dağlarda, sıkışıp kalmıştı buralarda. Bir çekerdi ki sigara dumanını içine, ciğerleri dumanla şişer şişer, sonra da tren bacası gibi dışarı üflerdi fazlasını halka halka. Dünyanın bütün yükü omuzlarında gibi gezerdi babam öne eğik boynu ile.

Vagonlarda oturanlara göz attım, genelde aileler vardı, anneler, babalar, çocuklar. Birine süzülüverdim. Masaları açmışlar, dolmalar, börekler...      Ne de güzel kokuyorlardı, nasıl da acıkmıştım. Bir kadın sesi, sen de yemek istemez misin, der demez yumuldum dolmalara. Güldüler bana, ama umurumda değildi, hepsi anne dolması, anne böreğiydi, belliydi, zira çok lezzetliydi.
Ailen yan tarafta mı, diye sorduklarında, yok, ben anneme gidiyorum, cennete, onu bulmaya, deyiverince suratları değişti galiba. Bir yamukluk vardı bende, anlamışlardı, ben farkında bile değildim, böreklere ancak sıra gelmişti çünkü. Kondüktörü başucumda görünce, korktum, ne oluyor diye. Aldı beni trenin restoranına götürdü, orada oralet ısmarladı bana, bir de horoz şeker verdi, kıpkırmızı. Ohhh, iyi ki binmişim trene. Hem horoz şekerleri, hem de cennet var burada.

                               ARKASI YARIN 

9 Şubat 2019 Cumartesi

RAYLARIN ÜZERİNDE-1-




RAYLARIN ÜZERİNDE -1-

Dik ve sarp dağların arasından önce dumanını gönderir, sonra da hazır ol, geliyorum der gibi sesini duyurur, arkadan da ortaya çıkıverirdi. Başkaları  için  bir kara trendi o, benim içinse annemin inci kolyesi gibiydi, vagonları art arda inci taneleri gibi dizilmiş, hayat ile tek bağımdı.

 Çocukluğumun sisli, dumanlı tek gerçeği, gençliğimin bulutlar üzerindeki  hayallerimi kurduracak tek umuttu o.

Annem için cennete gitti, dedikleri andan itibarense anneme ulaşmanın tek yolu. Nereden bilecek ki küçük bir çocuk cenneti veya cehennemi. Hemen de özdeşleşivermiştim  tren ile cenneti.

 Annem gittiyse bu sarp dağların arasından cennete, tek yolu vardı gidebilmenin, o da trene binmek. Yoktu buralardan gitmenin başka yolu. Sarp dağların arasından, karla kaplı  tepelerin üzerinden çıkmak öyle kolay değildi. Keçilerimiz gidebilirdi sadece istedikleri yere.   Nasıl gittiyse annem trenle cennete, elbette gelirdi yine trenle.  Hiç anneler çocuklarını bırakıp gider miydi gerçekten de?

Küçücüktüm, miniciktim, düşe kalka yürürdüm de yine de yetişirdim tren seferlerine. Oturur rayların ötesine, beklerdim gelsin diye. Bu sefer iner mi ki diye. İnmedi mi, olsun her gün gelir tren buralara, bu gün inmediyse annem trenden, yarın gelir, öbür gün gelir, daha öbür gün gelir, ama illa ki gelir. Gelir değil mi?

Bazen uyuyup kalırmışım da, babam gelip alırmış beni rayların ötesinden. Çok korkarmış başıma bir kaza gelecek diye, ödü koparmış. Hep de korktu benim tren sevdamdan, tren aşkımdan. Bazen sert yaptı, bazen yumuşak, kara sevdamdan  vazgeçirmek için uğraştı durdu. Kulaklarım tren sevdam yüzünden kepçe kulak oldu. Çeke çeke eve götürürdü babam tren yolundan beni, bir daha gitmeyeceksin, diye diye. Sonra da bir üzülürdü ki, sonradan anlıyordum tabi ki, kucağına alırdı beni. Annemle ilgili masallar anlatırdı bana. Uyuyup kalırdım kucağında.

                               -ARKASI YARIN- 




7 Şubat 2019 Perşembe

EN DÜRÜST BADE...








          EN DÜRÜST BADE ...

Bu gece haberlere göz atarken, en ilginç olarak karşıma Bade İŞÇİL’ in röportajı çıktı.

Kendileri ‘’fakire tipim müsait değil ‘’ diyerek sosyoekonomik toplumsal tartışmalara başka bir bakış açısı ve boyut eklemiş. Gerçekten de kendileri en son yer aldığı dizi olan UFAK TEFEK CİNAYETLER ‘ de ünlü SARMAŞIK sitesinin, şık kıyafetler ve lüx arabalar ile salınan Pelin'iydi. Aynen dediği gibi rolünün hakkını veriyor, zenginlik ona pek yakışıyordu. Aynen dediği gibi, tipi fakire aynı zamanda da zeki olmaya! pek uygun değildi gerçekten de.

Ben de gece gece üzerimde pijamalarım, merak ettim, acaba benim tipim neye müsait, yoksa bulunduğum yerde harcanıyor muyum, diyerekten aynanın karşısına gittim. Kısalmış pijamalarım, dağılmış saçım başım ile aman aman benim tipim buraya bile fazla aslında diye, hemen aynanın önünden kaçtım.

Aynanın önünden esas beni kaçıran tipimden ziyade kafamın içindeki karmaşa da oldu. Evet, evet,pijamalarım kısalmış olabilirdi de beynimin kıvrımları gayet uzundu. Evet, ben gece aynanın karşısında beynimin içindeki kıvrımları, o kıvrımlarda can çekişen kıvranan düşünceleri gördüm. İster inanın, ister inanmayın.

Kafamın içi o kadar karışıktı ki, hep CHP yüzündendi bu karışıklık hem de. ( Bu yazıyı sevgili öğrencim Gülçin zevkle okuyacak J )

Bir yanda, oh iyi ki CHP’ den İzmir adayı oldu dediğim Tunç Soyer varken, bir baktım ki,
 Siverek’ te daha dün MHP’den aday olmuş bir aşiret reisi Mehmet Fatih Bucak var. Bu bir sınanma olmalı, sınanıyoruz diye düşünürken, Fatih Bucak’ın daha dün ‘’ ben oraya seçime değil, ölmeye geliyorum.  Bir daha Siverek’te bir tane başka partili görürsem, kendileri bilir, kendilerine mezar kazmaya başlasınlar, diye seslenen konuşması çıkıveriyor o kıvrımlardan.

Siverek’te Fatih Bucak, İzmir’de Alper Tunç, Ankara’ da MANSUR Yavaş, Adalar'da Erdem Gül 

Konya Taşkent’te İYİ PARTİLİ H.Ülkü Türedi 




Bir de Yaşar OKUYAN'ı unutmamalı lütfen. 

Aklıma mukayyet olmalıyım dedim, korkaraktan.
Hiç anlamam yamuk yumuk işleri. Yok AKP' ye karşı birleşilecekmiş, yok her eğilim kucaklanacakmış. Peki ya CHP' nin tüzüğü, ilkeleri. 

Biz çocuklarımıza kimi örnek göstereceğiz, ilkeleri, dürüstlüğü nasıl anlatacağız.

 Kurun o zaman başka bir parti ANAP gibi, buyurun meydana.


Çizgisi olmayanın, her çiçeği koklayanın başarılı olması mümkün müdür acaba?

Kafam karışık, karmakarışık.

 Bir de Şule var aklımda.  Gece yarısı bir plazanın 16.katından düşüyor. Az daha suçlu bulunacak, bütün kadınlar hep suçludur ya, kadın olarak doğdukları için suçludur ya bu erkek dünyasında.
Sanık avukatlarının,  birisi de, ki kendileri, 2016 yılında Ankara Ün. Cebeci kampüsünde döner bıçağıyla üniversite öğrencilerine saldıran Paşa Büyükkayaer olurlar, yaptığı iğrenç savunmada, genç kızın bakire olmadığı gibi kızlık zarında yırtıklar olduğu gibi iğrenç ifadelere sığınarak beraat istemiştir.




Kara lekeler dolu alnımızda. Ölen gencecik kızların alnına yapıştırdığımızı sanıyoruz ya bu lekeleri, aslında bu kara lekeler bizim alnımıza yapışıyor. Kızlık zarının yırtılmış olması ya da bakire olmamak, ya da mini etekli olmak ölümü hak etmekmiş gibi.

Kafam hep karışık, anlamaya çalıştıkça insanları ve de kendimi.

En anladığım Bade İşçil oldu bu kaos içinde, ‘’ fakir tipi yok gerçekten de’’ o kızda.




4 Şubat 2019 Pazartesi

BADEM AĞACI









BADEM  AĞACI

Kış ortasında güneşe aldanıp açan badem ağaçları gibiyim. Çocukluğumun bahçesinde de vardı o ağaçlardan. Her kış aldananlardan. Kış ortasında havalar ısınınca, nerden geldiği belli olmayan sıcak rüzgârlar esmeye başlayınca koşardım yanına.

Lütfen, güzel ağaç,  hiç olmazsa bu sefer  aldanma, açma tomurcuklarını, çiçeklerini, diye yalvarırdım ona. Bilirdim olacakları çünkü her yıl, her kış ortasında.

Açacaktı o güzelim tomurcuklar, o ağacın gövdesinden sanki patlamış mısır gibi patlayıvereceklerdi. Ağaçların en sabırsızıydı çünkü. O çiçeklerini açıverince, herkesler çok mutlu olurdu o zaman, bahçemiz bir düğün bahçesine, görsel bir şölene dönüşüverirdi. Ama ben, ama ben hiç mutlu olamaz, sevinemezdim. Demek ki anlık zevkleri hiç yaşayamayacaktım, çocukluğumdan belli etmiştim.

Ama nasıl mutlu olunurdu ki, bir süre sonra donacaklardı, bilirdim.

Ama nasıl zevkle seyredilirdi ki, yine aldatmıştı güneş sahte ışıkları ile yüzyıllık ağacı,

Hep mi tekerrür ederdi bu olmayası zamanlar, aldanışlar, hiç akıllanmaz mıydı kocaman kökler salmış bir ağaç, onca yaşamışlığına rağmen,

Hep mi bazı insanlar, her defasında sahte gülüşlere aldanacaktı,
Hep mi bazı insanlar sahte gülüşlerle aldatacaktı,
Hep mi bazı insanlar yalana, dolana kanacaktı,
Hep mi bazı insanlar yalan ile dolan ile kandıracaktı?

Badem ağacının güneşi görünce, açıverdiği çiçekleri gibi, insanların da açıveriyordu umutları kalbinde, karşısındakinin soğuk kalplerini göremeden, aldanıveriyorlardı küçük hesapları fark edemeden.

Badem ağacının çiçekleri nasıl donuveriyorsa ilk sert rüzgârda, o insanların da umutları yeşerten kalbi buz tutuveriyordu uğradığı haksızlıklar karşısında.

Açma çiçeklerini, açma, derdim bahçedeki badem ağacıma da, kendime dememişim hiç, açma kalbini herkese, yeşertme umutlarını diye…

Donacak çiçeklerin, tomurcukların üşüyecek, derdim bahçemdeki badem ağacıma da, dememişim kendime hiç,  güvenme her yüzüne gülene, uğrarsın sonra hayal kırıklıklarına diye…

Ama yine de bahçemdeki badem ağacım, hiç dinlemeyip beni, açmaya devam etti, yaz, kış demeden çiçeklerini,

bazen aldanmak iyidir diyerekten,

Anlamıştım ki o güçlü köklerine güvenirdi.

İnsan da öyle galiba, o da pes etmeyecek, umutlarını yeşertmeye devam edecek, yine çevresine güvenecek, kalbini açacak,

bazen aldanmak da iyi gelir insana diyerekten, 

sahip olduğu, köklerindeki  iyinin ve sevginin gücüne güvenecekti.