31 Ağustos 2018 Cuma

PENCERE ÖNÜ .





PENCERE ÖNÜ

Annesiyle yaşıyordu, 40’lı yaşlarına gelmişti, ama başka bir yaşam şekli bilmiyordu.
Başka yaşam şekilleri biliyordu aslında da, sadece hayallerindeydi bu yaşamlar.

 Bazen bavulunu alıp kapıyı çekip çıkıveresi vardı evden, bazen de bavulunu bile almadan çıkası, hayallerine doğru.

Yaşadıkları ev, hayalet eve dönmüştü son zamanlarda. Ölü toprağı serpilmişti sanki evlerinin üzerine. Bu güne kadar evlerine gelip giden bütün insanlar bir kürek toprak atmışlardı sanki üzerlerine, kımıldıyamıyorlardı. Sonra da:

-        ''  İyi biliriz, iyi biliriz.''

Demişlerdi ve de gitmişlerdi.

İyi değildi oysa,  iyi olmak istemiyor ve iyi olmaktan nefret ediyordu. Kötü olmak istiyordu, insanları üzmek ve de en çok da annesini üzmek istiyordu. Annesi onun hayallerine gitmesini engelleyen bir prangaydı bu evde.

Okul hayatı bittikten sonra yavaş yavaş arkadaşlarından uzaklaşmaya başlamıştı.  Çünkü onlar tahsil hayatlarına devam ediyorlardı.  Ekonomik durumlar, babasının erkenden ölümü onu mahrum bırakmıştı okuldan. Ama onların çevresi de, mahallesi de genelde böyleydi. Kızlar ortaokulu bitirir. Ev işlerini öğrenir, çeyiz yapar, sonra da evlenir. Bunu biliyordu onlar sadece.

 İlk önceleri sorun yoktu yaşamlarında. Annesiyle kolektif bir yaşam kurabilmişlerdi, mutfak işleri annesinde, temizlik ve dış işler kendisinde. Beraber komşuya gidilir, mahalledeki dedikodular tekrar tekrar anlatılırdı. Kim kocasından dayak yemiş, kim kırmızı pantolon giymiş, kim saçını sapsarı boyamış…

O zamanlar daha küçüktü, dinlerdi anlatılanları, yorum yapmazdı. Zaten büyüklerin yanında da genç kızlar konuşmazdı.

Yaşı ilerledikçe eve gelen komşularının, yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen insanların kendisine bakışları değişmişti, bunu fark ediyordu kendisi. Kahve yapmaya odadan çıkınca, dedikodusunu yapıyorlardı aleni, duyuyordu aslında hepsini.

-         '' Yaşı da geçiyor, tüh tüh, bu gidişle evde kalacak senin kız,'' diyorlardı anasına.

O da biliyordu yaşının geçtiğini. 

Geçiyordu yaşı, biliyordu, korkularıyla, düş kırıklıklarıyla…

Ama kim ne derse desin, nasıl düşünürse düşünsün… Sadece annesini mutlu etmek için evlenemezdi sevmediği biri ile. Sadece komşularının çenesi kapansın diye bir ömür süremezdi sevmediği bir adamla. Sadece toplum böyle istiyor diye kuramazdı bir yuva.

Sinir oluyordu kendisini görmeye gelenlere. ‘’ Kabul etme şunları eve’’ diye,  kızıyordu her seferinde annesine. Ve her seferin de de mahcup ediyordu annesini görücülerin karşısında.

Bir keresinde kendisini görmeye gelen erkek annesine,’’şişko patates ‘’deyince kadın zor kaçmıştı evden, kahve falan içmeden.
Bir kaynana adayının suratına da sakız çiğneyip, balon patlatmıştı da, bir daha aramadılar kendilerini onlarda.
Bir diğerine de tuzlu kahve yapmıştı da, kadın az daha boğuluyordu.
Bir keresinde de gelenlerin ayakkabılarını toplayıp çöpe attı, gelenler yalınayak döndüler evlerine.
O çok eğleniyordu, katıla katıla gülüyor, annesine de ‘’nasıl öç aldım senden’’ der gibi dik dik bakıyordu.

Böylece kimse gelmemeye başlamıştı artık görücü olarak.

Onu ilgilendirmiyordu taliplerinin azalması.  Evliliğe karşı değildi de, bu insanlara karşıydı işte. Kendisine evde kalmış gözüyle bakanlara, arkasından dedikodu yapanlara, kendisinden komşularına dert yanan annesine kısaca çevresindeki herkese.

Evleneceği erkeği kendisi seçmeliydi, erkeğin anası seçmemeliydi. Ama devir o devirdi ne yazık ki. Yine de ‘’ evlenmeyeceğim ben böyle ’’ demişti.

Gittikçe yalnız kalmaya başlamış, hayaletli evin ahşap merdivenle çıkılan üst katını kendine yaşam alanı yapmıştı. Annesi ile de yavaş yavaş ilişkileri kopmaya başlamıştı. Herkes alanına çekilmiş, konuşmaz olmuşlardı eskisi gibi. Komşular da gelmiyordu artık evlerine. Annesi gidiyordu hep komşularına. Kızını anlatıp, ağlıyordu onlara.

Kendisine kurduğu küçük alanında önceleri dikişler dikiyor, danteller örüyor, para bile kazanıyordu. Cep fotolar olmazsa olmazdı. Oradaki aşkları yaşıyordu gerçek gibi. Bir ara şiir bile yazmaya başlamıştı. Ama zamanla sokağa  çıkmamaya başlamıştı, bir gün geldi ki hiç sokağa çıkmaz oldu.  Annesi ondaki olumsuz değişiklikleri fark etse de, çok yaşlıydı, bir şey yapamıyordu.

Pencerenin önüne geçip prensini bekliyordu. Dışarı da çıkmadığına göre penceresinin önünden geçen birisi ancak onun prensi olabilirdi. Yoldan gelip geçenler arasından bulabilirdi ancak evleneceği erkeği.

Bütün günü pencerenin önünde geçmeye başladı. Yağmurda, güneşli havalarda ya da kar yağdığında. Dikişi, danteli, cep fotoyu bile bıraktı zamanla. Penceresi onun dünya ile tek bağlantısı olmaya başlamıştı.

Dikkat çekmek için abartılı makyaj yapmaya başladı. Kıpkırmızı rujlar, elma gibi allıkla kızartılmış yanaklar, mavi, yeşil, göz kapaklarına farlar.  Artık mahalleli ve mahallenin çocukları gülerek bakıyordu o pencereye.
Gelen geçen erkeğe laf atmaya da başladı bir zaman sonra.
-Hişttt! , baksana bana

Acımasız çocukluk işte, mahalle çocukları geçiyordu karşısına:
-         '' Benimle evlenir misiniz bayan?''  Diye dalga geçiyorlardı onunla.
Kafalarına bazen bir terlik, bazen de bir saksı fırlatıyordu kızgınlıkla.

Oturdu yıllarca penceresinin önünde. Annesi öldüğünde bile penceresinin önündeydi. Mahalleli kaldırdı cenazesini. Yine makyajlı, boyalı, annesini uğurladı penceresinden.

Hiç olmazsa annesi bir kap yemek yapıyor, koyuyordu kapısının önüne de, yaşıyordu aç kalmadan. Ama şimdi yemek verecek bir annesi de yoktu.

Oturdu haftalarca, aylarca annesinin ardından, penceresinde. Laf da atmaz olmuştu artık kimseye.

Şimdi bir masal gibi anlatılır her evde, onun hikâyesi.
En son gördüklerinde onu, üzerinde beyaz bir elbise, aynı bir gelinlik, beyaz sivri topuk ayakkabıları, beyaz çantası ve de ellerinde beyaz dantel eldivenleri…
Bir daha dönmedi evine.

O eve daha sonra taşınanlar arada bir beyaz gelinlikli bir hayaletin evi ziyaret ettiğini söylerler. Pencere önünde:
-          Hişt! Baksana bana


28 Ağustos 2018 Salı

CUMARTESİ, PAZAR,PAZARTESİ... ANNELERİ





CUMARTESİ, PAZAR, PAZARTESİ... ANNELERİ...

Gerçekleri, hatta kendi söyledikleri ve gazetelerde  ve ekranlarda beyan ettikleri gerçekleri, şimdilerde  saptırarak yeni bir algı yaratmakta üstlerine yok  bu iktidar sahiplerinin.  Baş edilemez bu yalanlarla. Ancak öncesi ve sonrasını, çok basitçe karşılaştırarak doğru yol bulunabilir belki, tarafsız ve objektif bir gözle bakılırsa.

'' Biz bu sürece analar ağlamasın diye başladık. Orada 103 yaşına ulaşmış Berfo ana vardı. ...Kendisini dinlediğinizde anneliğin siyaseti ve ideolojisi olmadığını  bir kez daha gördük. Bir  gece  evinize  geliyorlar, ve oğlunuzu gözünüzün önünde alıyorlar ve götürüyorlar. Tam 31 yıldır oğlunuzdan haber alamıyorsunuz. Berfo Ana tam 31 yıldır kapısını kilitlemiyor, oğlu belki bir gün çıkar da gelir diye.Ne yazık ki bu ülke bu acıları yaşadı. Suçlu da olabilir, suçluysa karşılığını bulur. .....Hatta diyelim ki, öldü, hiç olmazsa mezarına gidip bir çiçek koyalım..........Biz bu acılar bir daha yaşanmasın diye siyaset yapıyoruz. O annelerin yüreği bizim yüreğimizi ve yolumuzu aydınlatmaya yeter ''
(08.02.2011) diyor Sayın Erdoğan.


O zamanki bakanları ağlıyor karşısında.
Kim ağlamaz ki bu sözler karşısında, duygulanmıyorsa insan mıdır ki?

2018' deyiz şimdi.
Tam 7 yıl geçmiş aradan , yüreklerimiz ve yolumuz karanlıklara bürünmüş sanki.
Ağlayan bakanları arar olmuşuz. Gelen gideni aratır derler ya.
Şimdilerde,  Hazine Bakanına, Ülkenin en başının damadına( o da tek başına ülkemizin ayıbı ya ) omuz atıp sırıtan bir İçişleri bakanımız var artık.
Ağlayan analara PAÇOZ diyebilen...
Çocuklarını arayan analara '' kayboldular da ,Eminönü meydanında turlarken kaybolmadılar ya'' diyebilen bir İçişleri Bakanımız var artık ...

Sayın Soylu'nun omuz atan ruh halini ben bile anlarımda, yazamam buralarda...
Kendisine bu güne kadar söylenmiş en kötü sözleri söyleyen,  en ağır hakaretleri eden Soylu' yu bir anda her şeyi yapan Erdoğan'ın ise  ne düşündüğünü,  Berfo Ana  için o sözleri söylerken nasıl buralara geldiğini ise hiç ama hiç anlamam, anlayamam.

Ama Sayın Soylu'ya bir kaç laf edebilirim saygı çerçevesinde.
Bir omuz da bana atmasın diye...

Sayın İç İşleri Bakanımız, hepimizin can güvenliğinden sorumlu Bakanımız, (içişleri bakanlığının anlamı buydu değil mi)

bizler Cumartesi Annesi değiliz ama,
her günün anneleriyiz.
Her saatin, her dakikanın, her saniye,her salisenin  anneleriyiz.

Eğer ki,

Canımızdan bir parça,
Sizin buyurduğunuz gibi,
ister  Eminönü Meydanında gezerken,
ya da bir  stadyumda maç seyrederken,
ya da sokaklarda serserilik yaparken,
ya da ya da mahalle aralarında devleti ve uygulamalarını protesto ederken,

ne bileyim ben,

yani bizim canımız, canımızdan bir parça, bizden daha öte biz olan çocuklarımız,
ister bir köprü altında,
isterse bir uyuşturucu batağında,
ya da arka sokaklarda bir barın karanlıklarında,
ya da ya da bir sokak kadının kucağında,

ne bileyim işte,

yani bizim bedenimizde yeşerttiğimiz, bağımız kesilirken avaz avaz bağırdığımız, uğruna gözümüzü kırpmadan ölüme gideceğimiz canımız,

isterse aynı sizler gibi bir cemaatin kandırmacasında,
ya da bir terör  örgütünün kıskacında,
ya da ya da devletin kirli işlerinde,
ya da ya da bir namlunun ucunda,
hatta bir namlunun başında....
KAYBOLDUYSA




Berfo Ana gibi hepimiz,
Kapımızı açık bırakırız sonuna kadar, 11, 21, 31 yıl ya da sonsuza dek,
''YA GELİRSE CANIMIZIN  İÇİ,''  diye...

Berfo Ana gibi kapatamayız göz kapaklarımızı,dalamayız uykuya,
Gözlerimiz açık gideriz öbür dünyaya,
YA GELİRSE CANIMIZIN İÇİ, diye, diye...

Bilesiniz istedik,
Cumartesi,Pazar,Pazartesi ...
Ne fark eder ki,
biz analar çocuklarımız uğruna,
Taksim, Eminönü meydanlarında ya da dünyanın öbür ucunda
 her daim nöbet bekleriz.










18 Ağustos 2018 Cumartesi

ERDEK BOZULDU MU?





Büyük şehirlere bağlanma mehmedim,
Öyle bir şehre yerleş ki,
Küçük fakat bizim olsun
Sokaklarında tanımadığın yüz
Ensesine şamar atamayacağın kimse dolaşmasın
Her ağacına elin
Her karış toprağına terin değsin
Ve kuytu evlerin birinde
Senden habersiz ölenler olmasın. B.R.Eyüboğlu

                         ERDEK BOZULDU MU?

Herkesin ağzında bir  laftır gidiyor, sakız gibi çiğneniyor.’’ Erdek bozuldu’’ diyorlar.

Ben de avazım çıktığı kadar bağırıyorum.

‘’Hayır,  hayır. Ben bozulmadım. Siz bozuldunuz. Siz insanoğlu, siz bozuldunuz.

‘’Benim koylarım hala duruyor. Kumsallarım uzanıyor tüm körfeze. Zeytin ağaçlarım bereketle sunmaya çalışıyor size meyvelerini’’

Benim havamdaki Oksijen miktarı bu bölgede en üst seviyede. Çekin bakalım bir ciğerlerinize.

Kapıdağın eteklerine saklanmışım, kimse ellemesin bana, kötü gözle bakmasın diye.
Dalgalara bile sessiz olmalarını öğütlemişim, kimse bizi keşfetmesin diye.

Korkuyorum zarar gelmesinden güzelim doğama.

Bir inci misali dizilmiş köylerim dağın etrafına. Turanlar, ocaklar, ormanlı ve diğerleri.




Hele ki topraklarımın altında yer alan medeniyeti anlatamam
ki sözlerimle.
Kendiniz görün ve okuyun, cep telefonlarından başınızı kaldırabilirseniz eğer.

Kendini anlatanlara sinir olurdum, ama bana bunu da yaptırdınız sonunda.

İnanın insancıklar,  ben hiç bozulmadım. Aynı saf, aynı temiz, aynı eşsiz bir inciyim bu sahillerde.

AMMA,

Yeter ki siz ellemeyin bana!

Anlıyorum hepiniz burada yaşamak istiyorsunuz, ama kesmeyin geleceğinizi, kesmeyin zeytin ağaçlarımı. Yok, mudur başka bir formülü?

Hani insanoğlu en akıllı canlı deniyor ya. Çok gülüyorum artık ben bu lafa.

Denizlerime akıtmayın kirlerinizi, pisliklerinizi, fabrika atıklarını. Yüzebilsin  balıklar denizlerimde, evlerinde, rahat rahat, zehirlenmekten korkmadan , yesin çocuklar bol bol hamsi,istavrit, palamut….

Atmayın artık içtiğiniz sigaraların izmaritlerini bağrıma. İnanın yanıyor bağrım o sönmeyen izmaritlerin ateşiyle.( fransa' da kargalar eğitilmiş, izmarit toplamak üzere!!)




Atmayın yeter ki çöplerinizi kumsallarıma. Bırakın o kum taneleri inci gibi parlasınlar güneşin altında. Deniz minareleri toplasın çocuklarınız kumların arasında. Sonra dizsinler onları kolye yapsınlar annelerine, arkadaşlarına.

Sokmayın koca koca arabaları taa kalbime kalbime şehrin içine. Biraz dışarıda bıraksın insanlar arabalarını, yürüsünler erdeği yani beni, beni,  hissede hissede.

Kıyılara dizilmesin oradan buradan toplanmış eski yıpranmış kötü koltuklar,
Plastik beyaz sandalyeler,
O şekilde ağırlamak istemem ben, bana  gelen misafirlerimi. Onca yoldan gelmişler, en iyisi sunulsun onlara.
İnsanlar kıyılarıma otursun ama o ucube koltuklara değil, yerlere otursunlar, çıplak ayaklarını ılık sularıma soksunlar,

Bağırmasın bangır bangır müzikler sağdan, soldan, bunun yerine insanlar birbirlerine,
Sevgi sözcüklerini fısıldasınlar, şiirler okusunlar.

Tekrar söylüyorum, bir daha. Ben bozulmadım eyyy insanoğlu.

Ben bozulmadım eyy insanlar. 

İyi ama kim bozuldu?

 Elinize bir ayna alıp,bakın o aynaya. Bütün cevaplar orada....




Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
Aynı mahallede kocayacaksın;
Aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp aynı şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma,
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.
                                                ( KONSTANTİNOS KAVAFİS, ÇEVİRİ: CEVAT ÇAPAN)

15 Ağustos 2018 Çarşamba

EKONOMİK KRİZLER VE BABAMIN DÜKKANI





EKONOMİK KRİZLER VE BABAMIN DÜKKANI 

Dalgalı denizleri hiç sevmem.
Dalgaların yıkıcı etkisi korkutur beni.

O koca dalgalarda kaybolur gider birçok vücut, vurur sonra bir kıyıya, yine bir dalganın eteğinde. Şişmiştir bedeni, tanınmaz bir haldedir o masum ve şaşkın suratı.''ne oldu bana '' der gibi.

O koca dalgalarda parçalanır sandallar, balıkçı ağları,
Evlerde bekleyen gözü yaşlı kadınlar.
Okyanuslarda ise koca koca gemiler,
Yıllar sonra batık olurlar diplerde, hayalet gemilere dönüşürler. Gemicilerin ruhları dolaşır o yüzden derinlerde.



Dalgalı denize güvenilmez, dalgalı deniz ile şaka olmaz.

Dalgalı ruh hallerini de sevmem ben.

Yorar beni her daim ruh durumu değişenler, psikolojisi dalgalanan insanlar.

Gerilirim onların yanında,
‘’Ne hissediyorlar şimdi acaba’’
Eyvah asabi mi, ah ne güzel şimdi neşeli…
Kaç git, yok ol, dalgaların esiri olma…


Hele ki hele ki dalgalı kurları, hele ki dalgalı faizleri, hele ki dalgalı ekonomiyi hiç mi hiç sevmem.

Her ekonomik dalgalanma, her ekonomik kriz sanki bir dalgalı deniz.

Bir emekli adama ne der ki dalgalar değil mi?
Belki yakından ıslatır biraz.

Ama ne var ki hep babamı hatırlatır bana dalgalar.86’lı yıllar…

Dalgalar yıkıyor insanları,  ama daha çok bu pis denizlerde yüzme bilmeyenleri, bu kaypak ortamlarda savunmasızları…

İşte o yıllar, dalgalı ekonomik modeller.
Devalüasyon’lu zamanlar.

Borçlar, paranın birden pul olduğu zamanlar,
Babamı hatırlatır bana

 Babasından kalan mobilya dükkânını elden çıkarmak zorunda kalışını  hatırlatır bana.

Genç kızlara pembe hayaller kurduran o güzel oymalı cevizden yapılmış çeyiz sandıklarının yok oluşunu hatırlatır bana.
Yeni evlilerin dükkâna gelip, parlayan gözlerle, kol kola ,( kol kola girerdi çiftler o zamanlar ) çok beğendiği kadife, uçları püsküllü koltuk takımlarını hatırlatır bana.



O zamanların meşhur Isparta halılarını hatırlatır bana.

Üzerinde dolapları bulunan çekme divanları hatırlatır bana.


Ve bunların hepsini bir arada barındıran o iki katlı dükkâna kilit vurulmasını hatırlatır bana.

Devalüasyon’lu, dev dalgalı yıllar…

Hayatı boyunca, her sabah o dükkânı ‘’bir haram lokma ‘’geçirmemek üzere açmış,
Her gece, üşenmeden açık bıraktığı vitrin ışıklarını kapatmaya giden,

Dükkânına kilit vurduktan sonra bile, alamadığı borçları bir kalemde silen,

Paradan anlamayan,
Dalgaları oyun sanan,
Babamı hatırlatır bana.







11 Ağustos 2018 Cumartesi

12.KOMPARTIMANDA TESADÜFEN





 bu rüzgarın tadı senin hiç tatmadığın
bu yolcular bilmediğin bir yerden geliyor.
konuştukları dil ömrünce duymadığın
gözlerini sakla sen burada bir yabancısın
akşam tren raylarına yağmur yağıyor 

                                                             attila ilhan 


12.KOMPARTIMANDA TESADÜFEN

Kadın kadına sohbetin tadına doyum olur mu?

Hele ki frekans yakalanmışsa, bitmesin istersiniz o dakikalar, o anlar.

Her birinin anlatacak ilginç anıları vardır, geçmişe ait.

O anılar kimi zaman güldürür gözlerden yaş getirircesine,
Kimi zaman ağlatır, bazen düşündürür, bazen ‘’ah keşke ‘’ dedirtip,
Bazen de ‘’iyi ki ‘’ dedirtir.

Kadınlardan biri anlatır, geçmişe dalar giderler hep beraber.

Yıllar öncesinde kadın, o zamanlar bir genç kız iken ve de liseyi bitirmişken ve de bir spor akademisine kayıt yaptırmak üzereyken.

Babası işi için gittiği bir geziden dönerken, trende.

Bileti 5. kompartıman, ama bir aile gelmiş oturmuş, çocukları minicik.

Adam ‘’önemli değil,’’ der. Geçer boş bir kompartımana.

12. kompartımanın içinde bir adam oturmaktadır, kasketli ve de tek başına.
O da oturur yalnız ve kasketli adamın yanına. Ahbap olurlar hemencecik.

İkisinin de kızları vardır, hemen hemen aynı yaşlarda.
 Ama ne var ki kompartımandaki kasketli adam çok dertlidir kızından.
Adam çok dertlidir ya, Kızını anlatır durmadan:

Üniversiteye giden kızının çok uzaklardan, taaa Urfa’ dan bir genç ile anlaştığını ve kimseyi dinlemeyip onunla evleneceğim diye tutturduğunu anlatır.Kendilerinin Bursalı olduklarını,  ailelerin yöresel olarak çok uyumsuz olduğunu, adetlerinin farklı olduğunu, yemeklerinin bile birbirine hiç benzemediğini anlatır. Kızını çok özlediğini ama çok uzak olduğu için sık sık gidip gelemediklerini anlatır. Torunu olduğunu, ama onu bile doğduktan aylar sonra görebildiklerini, karısının kızının hasretinden hasta olduğunu anlatır da anlatır.

Genç kızın babası da yolculuk boyunca dinler de dinler.

Yolculuk sona erince vedalaşır iki adam ve kızın babası eve gelir.

Spor akademisine kayıt yaptırmak için heyecanla gün sayan kızına ‘’hiçbir yere gitmiyorsun’’ der. ‘’

‘’Şimdi gideceksin üniversiteye, bulacaksın oralarda, bir Urfalı, Antepli. Yolu uzak, yemekleri bize uymaz, örf ve adetleri bizimkileri tutmaz. Seni ne zaman ve nasıl görürüz, bir de annenin hasreti tuttu mu, çekilmez onun dırdırı. Bitti bu iş’’

Kız şaşkın şaşkın dinler babasını.

12.kompartıman kaderi olmuştur genç kızın.
Nereden bilsin?

O trenin 12.  Kompartımanı şekillendirmiştir bir hayatı,
Bir hayatı değil ki ona bağlı birçok hayatı.

Hayat bu işte, tesadüfler zinciri.

Ya da frekansların çarpışması,

Ya da atomların dizilişi, ne derseniz artık.

Karşına çıkan her bir insanın anlamı var, bir nedeni var, sen anlamasan da…
Göz göze geldiğiniz her insanın, bir bakışın etkisi var hayatımıza, farkına varmasak da…
Seni ya bir yerlere götürecek, sana ya bir şeyler öğretecek ya da senden bir şeyler alacak…

Doğru ya da yanlış bilinmez,
İyi ya da kötü, kime göre, neye göre,
Hayatına ille de bir nişan bırakacak.

 ’hayat o kadar tesadüflerle doludur ve o kadar doludur ki, insan günün birinde gençliğine tesadüf edebilir.’’barışbıçakçı








10 Ağustos 2018 Cuma

VAY BE ! DAMAT, DOLAR ve DİĞERLERİ




VAY BE! DAMAT, DOLAR ve DİĞERLERİ ...




  Ekonomiden hiç ama hiç anlamayan biri olarak,

Dolar, Euro, borsa, altın ile yakından uzaktan ilgisi olmayan biri olarak,

Bir şeylerin ters gittiğine dair bir fikir ve kanaat oluşmuş durumdadır yine de bu fanide ve bu fani gibilerde.

 Bizim gibilerden değerli hocalarımız Özgür Demirtaş ya da Sayın Mahfi Eğilmez vari yorumlar çıkmaz tabi ki.

Sadece dedikodu tarzı ya da sağdan soldan okuduklarımız ve de hep hayretle olan biteni izleyen ve olanlara bir türlü akıl erdiremeyen akılcıklarımızla yapacağımız yorumlar çıkar ancak.

Şimdi bazı okuyucularım ( burada köşe yazarı havasına giriliyor) ''anlamayacak ne var ki hocam’’
‘’Amaç Tayyip Erdoğan’ı yok etmek’’diyecek, bu kadarını tabi ki anlıyorum. 

Empati yaparak da düşünmeye çalışıyorum.

Sonra aklıma daha önceki hükümet deviren krizler geliveriyor işte.

Bu kriz dönemlerinde özellikle TÜSİAD’ın ve iş adamlarının muhalefetleri aklıma geliyor.
Ya da meclis bahçesinde Ecevit’e yazar kasa fırlatan esnaf aklıma geliveriyor.
Petrol krizi zamanında krizinden etkilenen Türkiye’ de oluşan kuyrukları hala anlatan halk geliveriyor aklıma.


Sonra 2018 Ağustos ayına geliyoruz. 

Dolar son 1 ayda 7 liraya yaklaşmış, Euro, 7’ yi aşmış, borsa en en dipte, bankalar sallantıda, insanlar artık düğünlerde çeyrek altın takılmaz diye konuşuyor,

Sayın Hazine Bakanı Damat Berat Paşa ekonomi programını açıklıyor:
'
''yapacağız,alacağız,olacağız,koyacağız,getireceğiz''

Amma velâkin iş adamlarından çıt yok kardeşim.

Hele ki her devir de muhalefet görevini üstlenmiş TÜSİAD’ dan ise ÇIT ÇIT ÇIT yok.

Hatta Sayın Güler Sabancı diyor ki: ‘’ Bakanı tanıyoruz. Güvenimiz tam’’ 



Eeee, Biz de tanıyoruz. Cumhurbaşkanının pardon Sayın Başkan’ın damadı.
Tabi SAYIN Güler  Sabancı daha yakından tanıyordur kendilerini. Büyük bir ihtimalle düğününe de gitmiş ve bir Cumhuriyet( çeyrek altın 410 TL olmuş bu arada,vallahi ben borç falan anlamam, takmasaydınız bana arkadaş)  takmıştır herhalde.

TÜSİAD BAŞKANI Erol Bilecik ise şöyle demiş:’’ son derece kararlı, piyasa ile uyumlu programı izlemekten memnunuz.’’

Limak kurulu Başkanı’’ Bakanı çok kararlı gördüm, çok iyi bir çalışma sundu’’’

Ya kardeşim, bir taneniz bile şu gündemden,ekonominin gidişatından,dolar'ın fırlamasından ve çözümün ne olması gerektiğinden   bahsedemez misiniz?

Acaba hangi iş adamı şirketine Türkiye ekonomisini yöneten bu insanlardan bir tanesini alıp da şirketini emanet eder?

Ecevit’e yazar kasa fırlatan zat ise:
‘’şu anda öyle bir ortam yok ‘’ demiş.
İşte esas Maliye Bakanı ya da Hazine Bakanı  olması gereken kişi. Değerlendirememişler.  Adam biliyor ekonomiyi. Bozulunca fırlatıyor kasayı. Şu anda henüz öyle bir ortam oluşmamış daha. Bekliyor doların daha da uçmasını.
DiYOR YA Bakanın bir tanesi’’ Türkiye uçacak’’ bu kardeşimiz de ‘’dolar uçacak ‘’anlamış oluyor belki de.

Sayın Akşener de ‘’ hükümetin yanındayız’’ diye desteğini gösteriyor. Seçimden sonra 3 gün ortalardan yok olan Akşener,  Berat Albayrak açıklamaları yapar yapmaz, ortalarda, destek diye diye. Seçmenine destek olamadın ama o gece. 

Sayın Başkanımız Erdoğan  halkına ekonomiye dair tek kelime etmeden, doları nasıl düşürecekleri hakkında hiç konuşmadan  ama  tek dayanak ve de tek zayıf nokta olarak  popülizme sığınarak’’Onların doları varsa, bizimde Allah’ımız var ‘’ diyor  Bayburta.

İktisatçı Devlet Bahçeli ise: ''zalimlerin dövizi tetikleyen mekanizmaları,enstrümanları varsa, bizim de kırılmayacak mukavemetimiz, kopmayacak ve kapanmayacak milli ruh ve şuurumuz vardır'' 

Yine geldik mi aynı noktaya.

VATAN, MİLLET, DİN, BAYRAK...
Yine bir Kurtuluş Savaşı başlatıyor.
Hassas nokta.

Halk da karşısında alkış şak şak şak…

Şu anda,

Soramazsın asla:

‘’iyi de kardeşim 16 yıl, kocaman bir 16 yıl da,

1.Kendi yarattığınız  bir grup darbe yapmaya kalktı,
2.Sebebi neyse ne, ben anlamam, sonuca bakarım ekonomi çöktü,
3.Demokrasi nerde, vallahi bilmiyoruz,
4.Bütün gazeteler ve medya tekel, hükümetin kalemi,
5.Eğitimi söylememe gerek yok artık, kendi Bakanınız aldı bütün müdürleri görevden, kendisi ne zaman gider bilemem.
6.Özgürlükler mi, tabi ki içeride…
7.Bunları söylersen oldun mu vatan haini bir de...

Not:  Eklemezsem olmaz.  Ama en anlamlı haber de şuydu bence,tam da bu zamanda: 
‘’Diyanet İşleri Bakanlığı bütçesi yetmediği için hazineden 600 milyon TL daha istedi ‘’ J))

Biri bizi gözetliyor evinde miyiz yoksa?

Not: Bunu da yazmazsam olmaz. Chp mi nerede, Türkiye'nin en zor günlerinde, iktidarı yıpratmaya, insanlara güven verebilmeye en elverişli günlerde? Onlar başka bir kafada,ellemeyin onlara...

6 Ağustos 2018 Pazartesi

İVAN İLYİÇ ÖLÜYOR...






İVAN İLYİÇ ÖLÜYOR…

’ya gerçekten bütün hayatım yanlışsa’’ İVAN İLYİÇ’İN ÖLÜMÜ  

Ölüme doğru giderken insanoğlu…
Yaklaştığını hissettikçe sona doğru…

Ölümden korkmazmış da…

Yaşayamadıklarından,
Yapmak isteyip te yapamadıklarından korkarmış.

Sevmediği bir insan ile bir ömür geçirmiş olmaktan,
Bir türlü terk edememekten, bırakıp gidememekten,

Ya da, ya da,

Ömür boyu o sevimsiz ofise ya da işyerine ya da fabrikaya gitmiş olduğunu gözlerinin önüne getirmekten korkarmış,

Dünyanın öbür ucundaki Alplerin arasına sıkışmış, her gün kartpostalda baktığı, gitmeyi hayal ettiği o sevimli mi sevimli köye gidememekten korkarmış.

Oğluna aslanım benim, diyememekten, kızını kocaman kocaman sarılıp öpememekten korkarmış.

Ne kadar çok kitap vardır kim bilir yeryüzünde? İşte onları, hatta evindeki kütüphanesinde ki kitapların bile tamamını okuyamamaktan korkarmış.

Ne kadar çok film var, seyredemediğim diye düşünür, seyredemeyecek olmaktan korkarmış.

Dünyada yapılmış olan tüm besteleri, müzikleri dinleyemediği için korkarmış.

Çevresine bakarmış da, tartışan, bir türlü anlaşamayan insanları görürmüş daha çok, sonra da kendi anlaşamadığı, tartıştığı insanları düşünür, ‘’ne kadar gereksizmiş tartışmak’’ dermiş.

Onları üzdüğü için ve de aslında daha çok da kendisini üzdüğü için üzülürmüş.

Çevresine bakarmış da, kesilen ağaçları görünce, neden sarılmadım o ağacın gövdesine, o ağacı kesmek için önce benim kollarımı kesselerdi güçleri yeterse dermiş,

Çevresine bakarmış da soğukta üşüyen çocukları görüp, kahrolurmuş, dolabındaki renk renk paltoları düşünüp hepsini sokaklara saçası gelirmiş.

Tekerlekli sandalyedeki engellileri görüp de niye bu güne kadar görmemişim ki, diye hayıflanır ve de utanırmış, seke seke yollarda, kaldırımlarda hoplaya zıplaya gezdiği anları düşününce,

’belki de yaşamam gerektiği gibi yaşamadım. Fakat nasıl olur?  Ben her zaman bana düşeni yaptım’’.İVAN İLYİÇ’in ölümü  

En çok da kendisinden korkarmış, kendisi ile yüzleşmekten.

Kendisini ne kadar çok üzdüğünü,

 Kendisini ne kadar çok hırpalamış olduğunu, zengin olmak uğruna, sevilmek adına,

Yaşamak ve geçinmek adı altında, aslında kendisine dayatılanı yaşadığını fark edince,

Hele ki yalanlar, kendisine söylenen yalanlar,
Öyle ki o yalanlar, gerçeği bulamazsın en derin mağaralardan bile daha derinlere saklanmışlar,

En çok, en çok da,

Kendisini hiç düşünmediğini, kendisine hiç değer vermediğini, belki de belki de kendisini hiç sevmemiş olduğunu fark edince,
Artık çok geç olduğunu da fark edermiş.

’bana sunulan her şeyi heba ettiğimi bilerek ayrılıyorum yaşamdan; bu durumu düzeltmenin imkânsız olduğunu da biliyorum. Öyleyse?...’’İVAN İLYİÇ’in ölümü




Öyleyse?
Ne güzel bir soru değil mi?

İvan  İlyiç belki bu soruyu kendine sormak için geç kalmış olabilir.
Ama Tolstoy’a teşekkür etmek gerekir, bize yıllardır  taaa 1886’ dan beri , bu soruyu hatırlattığı için.

Öyleyse?
Ne güzel bir soru değil mi?

Bizleri derin uykumuzdan uyandıran,
Titreten, sallayan, aydınlatan,
Çok geç olmadan,
Değiştiren.

4 Ağustos 2018 Cumartesi

ÇOCUKLUK








ÇOCUKLUK

’Yüzümden bir şeyler aktı aktı,
İçimde menekşelendi Hilmi Bey
Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk
Hiçbir yere gitmiyor’’   E.Cansever

Şehirde son zamanlarda ilginç bir hırsızlık vakası yaşanıyordu. Bütün çarşı esnafı ‘’yeter artık ‘’ diye ayaklanmış, polis karakolunun önünü mesken yapmışlardı. Bir çare bulunsun istiyorlardı, bu hırsızlık olaylarına karşı.

Dükkânlara giriliyor ama kasalara ellenmiyor, paralara dokunulmuyordu, ilginç olan buydu işte.
Bir ilginç durum daha vardı ki, o da soyulan dükkânların hep oyuncakçı dükkânları ve şekerlemeciler olmasıydı.

Artık özellikle bu tip dükkânların çok olduğu yerlerde esnaf kendisi nöbet tutmaya başlamış, polislerde nöbet sayısını arttırmışlardı.  Sıkı önlemler alınıyordu. Soyulan dükkânlar oyuncakçı ve şekerlemeci olunca baş şüpheliler tabii ki çocuklar olmuştu. Bu yüzden çocuk çetelerinden şüpheleniliyordu. Sokak çocuklarına göz açtırmıyordu polisler, resmen sokak çetelerine karşı savaş açmışlardı. Ama olmuyor, olmuyor, bir türlü yakalayamıyorlardı.

Her oyuncakçı dükkânına giren çocuk potansiyel hırsızdı artık dükkân sahibinin gözünde de.

O ise üzerinde kocaman paltosu, heybetli görünüşü, elinde bastonu ile giriyordu her dükkâna, rahatça geziyordu saatlerce.

Kimse ilgilenmiyordu onunla dükkânlarda. Kızmıştı bile bir keresinde, bir oyuncak araba sorduğunda, kimse kendisine bakmayınca.

Ama dedik ya, herkesin gözü çocuklarda, kim bakacak ki bu tonton ihtiyara.

Yalnız başına yaşayanlardandı o da. Anne babasına bakmaktan, onların hastalıklarıyla uğraşmaktan sıra hiçbir zaman kendine gelememişti. Babası küçücük yaşta felç olunca, okula bile gidememiş, hep çalışmıştı. Ta ki sıra ile ölüp, onu yalnız bıraktıkları zamana kadar. Sudan çıkmış balığa dönmüştü, hatta bir de bakmıştı ki, yaşlanmıştı. Yaşlandığının  farkına bile varamamıştı. Sanki o hala anne babasının küçük çocuğu, onları yaşatmakla, onlara bakmakla mükellef, daha oralardaydı o, sanki dünkü çocuktu daha o. Ta ki yalnız kalana kadar.

Birden büyüdü, kalbi değil de, beyni değil de, ruhu değil de bedeni büyümüş, eskimişti işte.

Sabahın erken saatlerinde  bir çıkıyordu sokaklara, bastonuna yaslana yaslana…

Dolaşıyordu şehrin sokaklarında, ne çok insan vardı bu sokaklarda.  O zaman yalnız hissetmiyordu kendini. Sanki hepsi yalnız gibiydi karşıdan. Herkes yalnız doğuyordu aslında, göbek bağı kesildikten sonra yapayalnızdın bu dünyada. Ondan ağlıyordu çocuklar, doğunca. Ölürken de yalnız değil mi ki insanlar? Biliyor muyuz ölüm anında ne hissediyorlar ellerini tutsanız da. Yapayalnız gözlerini kapatıyorlar. Kimse gidiyor mu onlarla yalnız olmasın diye? Yalnızlığına dair bir sürü düşünce üretiyordu, sokaklarda yürüdükçe.

Yaz kış paltosuyla, tanınmıştı sokaklarda, esnaf, mahalleli, çocuklar selam veriyordu ona. İyi hissediyordu o zaman yaşlı adam.

Çalışan çocukları görünce, ayakkabı boyacılarını, mendil satanları, inşaatlarda çalışanları, gazete ve çöp toplayanları… Bazen yanlarına yaklaşıyor, bir çİkolata uzatıyordu onlara, bazen de kırmızı minik bir demir araba.

Bu arada soygun olayları devam ediyordu, teknoloji de gittikçe gelişiyordu aynı zamanda.  Kameralar girmişti insanların hayatına. Sitelere, sokak girişlerine, dükkânlara kamera sistemleri kurulmaya başlanmıştı.

Bütün oyuncakçı ve şekerlemecilerin dükkânlarına da kamera sistemi kuruldu. Artık bu yaramaz çocukların gelmişti sonu.

Birkaç zaman sonra kayıtlar incelenmeye alındı polis tarafından.

Her karede yaşlı adamı görüyorlardı, her dükkânda. Yaz kış üzerinden çıkarmadığı kocaman paltosuyla. Çocuklara, çocuk çetelerine dair bir tek ipucu yoktu kamera görüntülerinde.

 Takibe aldılar yaşlı adamı. İzlediler günlerce, onunla beraber girip çıktılar şekerlemecilere.

Rahatça dolaşıyordu adam dükkânlarda, bir oyuncağı alıyordu eline, inceliyordu evire çevire, sonra rahatça atıyordu paltosunun içine.

Nerden bilsin kameraları, artık izleniyordu herkes, attığın adım biliniyordu, yakında düşünceler bile okunacaktı, ama o nereden bilsindi ki?

O mutlu ve mesut giriyordu dükkânlara…

Bir gün takip ettiler evine kadar. Şehir dışına doğru, küçük bahçeli minik bir baraka. Bahçesinden girdi içeri, oturdu duvarın kenarındaki eski, döşemesi yırtılmış, yayları çıkmış bir koltuğa. Çıkardı attı paltosunu yere, terlerini sildi eski bir mendille. Hani bayramlarda verilen eski mendillerden. Paltodan birkaç şey yuvarlandı yerlere. Küçük demir arabalar, kırmızı, yeşil, beyaz, Ferrariler, Murat124,ler… Birkaç tane de şekerleme…

Paltosunun içinde küçük, büyük birçok cep görünüyordu, içleri ıvır zıvır dolu.

Polisi görünce karşısında afalladı birden. Gözleri ile soruyordu: ‘’beni nasıl buldunuz ‘’ Şaşkın,  Kalktı evinin kapısını açtı. Bekledi içeri girsinler diye.

Polisler şaşırdılar eve girince. Bu yaşlı bir ihtiyarın evi miydi?  Bir polis gözlerini ovuşturdu, yanlış mı görüyorum diye. Her yer, ama her yer  oyuncak ile doluydu, bir de şekerleme.

Oyuncak atlar, bebekler, daha çok da minik demir arabalar, mantar tabancaları, toplar…

Horoz şekerler, baston çikolatalar… Şekerlemelerin çoğu erimiş, bozulmuş, kurtlanmıştı. Üzerlerini karıncalar sarmıştı.

Polisler ne diyeceklerini bilemediler, ne düşüneceklerini, nasıl davranmalıydılar ki?

Baktılar yorgun ihtiyara, bastonu elinde yaslanmış bir duvara. Paltosunu çıkarınca da kalmış minicik bir beden. Kuru, sıska, zayıf, kemikleri meydanda. Hani ekmek çalsa, açlıktan diye hoş görülecek cinsten.

Çıt çıkmıyordu duvarları badanasız,   yeri göğü oyuncak dolu evin içinde.

Sessizliği birinin bozması gerekiyordu.
Polisler ne yapsak der gibi birbirlerine bakıyorlardı.

Beklenen ses ev sahibinden geldi sonunda.
Yaşlı adam sanki neler olup bittiğinin farkında değil gibi, utangaç  ve cılız bir sesle:
 ’Kötü bir şey yapmadım değil mi?
Hiç oyuncağım olmamıştı da çocukluğumda’’
 **********************************************************************************
’bir çocuğun rüyasında bazen
Bulunur kaybolmuş bir bilya
Kiraz ağaçları sallanır
Güvercinler uçuşur havalarda’’ A.Behramoğlu