PENCERE ÖNÜ
Annesiyle
yaşıyordu, 40’lı yaşlarına gelmişti, ama başka bir yaşam şekli bilmiyordu.
Başka yaşam
şekilleri biliyordu aslında da, sadece hayallerindeydi bu yaşamlar.
Bazen bavulunu alıp kapıyı çekip çıkıveresi
vardı evden, bazen de bavulunu bile almadan çıkası, hayallerine doğru.
Yaşadıkları
ev, hayalet eve dönmüştü son zamanlarda. Ölü toprağı serpilmişti sanki
evlerinin üzerine. Bu güne kadar evlerine gelip giden bütün insanlar bir kürek
toprak atmışlardı sanki üzerlerine, kımıldıyamıyorlardı. Sonra da:
- '' İyi biliriz, iyi biliriz.''
Demişlerdi
ve de gitmişlerdi.
İyi değildi oysa, iyi olmak istemiyor ve iyi olmaktan nefret ediyordu. Kötü olmak istiyordu,
insanları üzmek ve de en çok da annesini üzmek istiyordu. Annesi onun hayallerine
gitmesini engelleyen bir prangaydı bu evde.
Okul hayatı
bittikten sonra yavaş yavaş arkadaşlarından uzaklaşmaya başlamıştı. Çünkü onlar tahsil hayatlarına devam
ediyorlardı. Ekonomik durumlar,
babasının erkenden ölümü onu mahrum bırakmıştı okuldan. Ama onların çevresi de,
mahallesi de genelde böyleydi. Kızlar ortaokulu bitirir. Ev işlerini öğrenir,
çeyiz yapar, sonra da evlenir. Bunu biliyordu onlar sadece.
İlk önceleri sorun yoktu yaşamlarında.
Annesiyle kolektif bir yaşam kurabilmişlerdi, mutfak işleri annesinde, temizlik
ve dış işler kendisinde. Beraber komşuya gidilir, mahalledeki dedikodular
tekrar tekrar anlatılırdı. Kim kocasından dayak yemiş, kim kırmızı pantolon
giymiş, kim saçını sapsarı boyamış…
O zamanlar
daha küçüktü, dinlerdi anlatılanları, yorum yapmazdı. Zaten büyüklerin yanında
da genç kızlar konuşmazdı.
Yaşı
ilerledikçe eve gelen komşularının, yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen insanların
kendisine bakışları değişmişti, bunu fark ediyordu kendisi. Kahve yapmaya
odadan çıkınca, dedikodusunu yapıyorlardı aleni, duyuyordu aslında hepsini.
- '' Yaşı da geçiyor, tüh tüh, bu gidişle
evde kalacak senin kız,'' diyorlardı anasına.
O da
biliyordu yaşının geçtiğini.
Geçiyordu yaşı, biliyordu, korkularıyla, düş
kırıklıklarıyla…
Ama kim ne
derse desin, nasıl düşünürse düşünsün… Sadece annesini mutlu etmek için
evlenemezdi sevmediği biri ile. Sadece komşularının çenesi kapansın diye bir
ömür süremezdi sevmediği bir adamla. Sadece toplum böyle istiyor diye kuramazdı
bir yuva.
Sinir
oluyordu kendisini görmeye gelenlere. ‘’ Kabul
etme şunları eve’’ diye, kızıyordu
her seferinde annesine. Ve her seferin de de mahcup ediyordu annesini
görücülerin karşısında.
Bir
keresinde kendisini görmeye gelen erkek annesine,’’şişko patates ‘’deyince
kadın zor kaçmıştı evden, kahve falan içmeden.
Bir kaynana
adayının suratına da sakız çiğneyip, balon patlatmıştı da, bir daha aramadılar
kendilerini onlarda.
Bir diğerine
de tuzlu kahve yapmıştı da, kadın az daha boğuluyordu.
Bir
keresinde de gelenlerin ayakkabılarını toplayıp çöpe attı, gelenler yalınayak
döndüler evlerine.
O çok
eğleniyordu, katıla katıla gülüyor, annesine de ‘’nasıl öç aldım senden’’ der
gibi dik dik bakıyordu.
Böylece
kimse gelmemeye başlamıştı artık görücü olarak.
Onu
ilgilendirmiyordu taliplerinin azalması.
Evliliğe karşı değildi de, bu insanlara karşıydı işte. Kendisine evde
kalmış gözüyle bakanlara, arkasından dedikodu yapanlara, kendisinden
komşularına dert yanan annesine kısaca çevresindeki herkese.
Evleneceği
erkeği kendisi seçmeliydi, erkeğin anası seçmemeliydi. Ama devir o devirdi ne
yazık ki. Yine de ‘’ evlenmeyeceğim ben
böyle ’’ demişti.
Gittikçe
yalnız kalmaya başlamış, hayaletli evin ahşap merdivenle çıkılan üst katını
kendine yaşam alanı yapmıştı. Annesi ile de yavaş yavaş ilişkileri kopmaya
başlamıştı. Herkes alanına çekilmiş, konuşmaz olmuşlardı eskisi gibi. Komşular
da gelmiyordu artık evlerine. Annesi gidiyordu hep komşularına. Kızını anlatıp,
ağlıyordu onlara.
Kendisine
kurduğu küçük alanında önceleri dikişler dikiyor, danteller örüyor, para bile
kazanıyordu. Cep fotolar olmazsa olmazdı. Oradaki aşkları yaşıyordu gerçek
gibi. Bir ara şiir bile yazmaya başlamıştı. Ama zamanla sokağa çıkmamaya başlamıştı, bir gün geldi ki hiç sokağa çıkmaz oldu. Annesi ondaki olumsuz
değişiklikleri fark etse de, çok yaşlıydı, bir şey yapamıyordu.
Pencerenin önüne
geçip prensini bekliyordu. Dışarı da çıkmadığına göre penceresinin önünden
geçen birisi ancak onun prensi olabilirdi. Yoldan gelip geçenler arasından bulabilirdi
ancak evleneceği erkeği.
Bütün günü
pencerenin önünde geçmeye başladı. Yağmurda, güneşli havalarda ya da kar yağdığında. Dikişi, danteli, cep fotoyu bile bıraktı
zamanla. Penceresi onun dünya ile tek bağlantısı olmaya başlamıştı.
Dikkat
çekmek için abartılı makyaj yapmaya başladı. Kıpkırmızı rujlar, elma gibi
allıkla kızartılmış yanaklar, mavi, yeşil, göz kapaklarına farlar. Artık mahalleli ve mahallenin çocukları
gülerek bakıyordu o pencereye.
Gelen geçen
erkeğe laf atmaya da başladı bir zaman sonra.
-Hişttt! , baksana bana…
Acımasız
çocukluk işte, mahalle çocukları geçiyordu karşısına:
- '' Benimle evlenir misiniz bayan?'' Diye dalga geçiyorlardı onunla.
Kafalarına
bazen bir terlik, bazen de bir saksı fırlatıyordu kızgınlıkla.
Oturdu
yıllarca penceresinin önünde. Annesi öldüğünde bile penceresinin önündeydi. Mahalleli
kaldırdı cenazesini. Yine makyajlı, boyalı, annesini uğurladı penceresinden.
Hiç olmazsa annesi
bir kap yemek yapıyor, koyuyordu kapısının önüne de, yaşıyordu aç kalmadan. Ama
şimdi yemek verecek bir annesi de yoktu.
Oturdu
haftalarca, aylarca annesinin ardından, penceresinde. Laf da atmaz olmuştu artık
kimseye.
Şimdi bir
masal gibi anlatılır her evde, onun hikâyesi.
En son gördüklerinde
onu, üzerinde beyaz bir elbise, aynı bir gelinlik, beyaz sivri topuk ayakkabıları,
beyaz çantası ve de ellerinde beyaz dantel eldivenleri…
Bir daha
dönmedi evine.
O eve daha sonra
taşınanlar arada bir beyaz gelinlikli bir hayaletin evi ziyaret ettiğini
söylerler. Pencere önünde:
-
Hişt! Baksana bana…