27 Temmuz 2018 Cuma

ZAGOR






ZAGOR

İnşaatlarda çalışıyordum küçük yaşlardan beri. Bir taraftan da okuyordum. Kafam çalışıyormuş, öyle söylüyordu çevremdekiler, öğretmenler, bizimkiler.

Belki de bunun etkisiyle güvenirdim zekâma, farklı bakardım olaylara kardeşlerimden, arkadaşlarımdan. Ne bileyim işte, ne demekse farklı olmak o çocuk yaşlarda, çevremden duyduğum kadarıyla. Onlar futbol oynarken, uzun eşek yaparken ben kitap okurdum bir köşede.

 Elime ne geçerse okurdum. Bir ara ağabeyimin kitaplarına dadanmıştım da, babam aldı elimden kitapları.’’ Sen bari zehirlenme bunlarla ‘’dedi.’’ Ağabeyin, okudu okudu bunları da, halkı kurtarmaya kalktı. Sanki halk onu bekliyordu kurtulmak için  gibi. Halkın kurtulmak gibi bir derdi var sanki. ‘’Hatırlamıyorum pek. Daha buna benzer bir sürü şey söyleyip’’ bir daha görmeyeyim bunları elinde ‘’ dedi.

Gerçi ben daha çok Teksas, Tommix, Zagor, baltalı ilah okuyordum aslında. Halkı kurtarmak gibi bir derdim de yoktu. Ben o sırada kırmızı ceketlilerle savaşıyordum, çiko ile kocaman butları yiyordum. Kızılderililerin dumanlarının mesajlarını çözmeye çalışıyordum. Fırsat buldukça tabiî ki. Çünkü yaz tatillerinde okul için gerekli parayı biriktirmem gerekiyordu, kitap, defter, kalem… Çalışırdım babamın yanında, inşaatlarda.
Bizim defterimizde, babadan para istemek, harçlık almak gibi kavramlar yoktu. Biz çalışır, okul için gerekli parayı, harçlıklarımızı kazanırdık.

Ne zamanki o yaz okul kapandı, babamın çalıştığı inşaatta işe başladım, işte o yaz, kafamın hiç çalışmadığına, hatta biraz da geri zekâlı olduğuma inandım.

Daha ilk gün, inanmayacaksınız ama belki de daha ilk bir kaç saat içinde, çıktığım ilk iskeleden tepe takla olup yere kapaklandım. Başımı çarpmıştım bir kalasa, yarılmıştı kaşım, götürdü babam sağlık ocağına da birkaç dikiş attılar kaşıma.

Onu görmüştüm işte tam o anda, yani iskeleye ilk adımımı attığım anda. Karşı balkonda, saçlarını uzatmış balkondan dışarıya, tarıyordu elde fırçasıyla. Bu kadar da uzun saçlı bir kız görmemiştim daha önce.  Uzanıp saçlara tırmanasım geldi o balkona. Rapunzel'in prensi  olasım geldi birden. Yüzünü bile görmeden âşık olmuştum uzun saçlarına. Vurulmuştum karşı balkondaki kıza. Tepe takla olmuştum daha ilk günümde, çalıştığım yerde.

Karşı ki balkona bakarken daha kaç kez yuvarlandım o iskelelerden sayısını hatırlamıyorum. Baret mi ne bareti, işçiyiz ya, kalın kafalıyızdır biz, bize bir şey olmaz. Ama mühendis olunca giyeceğim baretimi ve bütün işçilerime de giydireceğim.

Gördü benim düştüğümü de korktu mu acaba, endişelendi mi benim için ya da düşene gülünür ya, güldü mü için için,  bilemiyorum.

·         O yaz, o inşaatta çalışmak dünyanın en ama en, o inşaata her gün sabahın 6 sında gitmek hayatımın en ama en güzel, enama en  heyecanlı anlarıydı.

·         O yaz, o inşaata gitmek aynı zamanda dünyanın en ama en büyük işkencesiydi.
     
      Her türlü duyguyu yaşıyordum birarada. Ne oluyor bana anlayamıyordum. Kafam karmakarışıktı.

Her an beni izliyor karşıdan, perdenin arkasından bana bakıyor sanıyordum. Elim ayağıma dolaşıyor, hakim olamıyordum.
Kaç kez yuvarlandım, kaç kez ellerime vurdum çekiçleri, kaç kez tökezledim ellerimde kalaslar.
Babam diyordu ki: ‘’Ne oldu sana oğlum ‘’

Nereden bilsin oğlu biçare, aşkın pençesinde. Olmuş bir kral oğlu, bekler  Rapunzelini , ya balkona çıkarsa…

Kararımı verdim o gece. Yarın dışarı çıkarken yakalayacak, konuşacaktım uzun saçlarıyla.  Kapısında olmaz, yakışmaz bana . Sokağın sonunda yakalarım onu diye, planlar yaptım  o gece. Bütün diyeceklerim de beynimde, ezberledim hepsini.

Yakaladım da ertesi gün sokağın sonunda.
‘’ Bir şey mi söyleyecektin ‘dedi, birden önüne çıkınca ben.
Kekeledim, yine elim ayağıma bir şeyler oldu, elimdeki kitaplar,  zagorlar yuvarlandı yere. Eğildim, toparladım hepsini yerden, bir sürü Zagor  yine acemice.

 Elimi uzattım ve de :
‘’ Tanışalım mı? Ben ZAGOR ‘’ dedim kıza. ZAGOR, dedim Zagor.
Allahım ne dedim ben, ne dedim. İnanmayacaksınız ama arkama bile bakmadan kaçtım. Acıdı mı ki bana? Artık çıkamam da karşısına.

Bir dahaki günlerde hiç bakmadım karşıdaki balkona. '' Unut oğlum unut '' sana göre değilmiş bu işler, dedim kendime.

Hava da nasıl sıcak. Ter döküyoruz güneşin altında. İşte bu alın teri denilen şey. Son kuruşuna kadar hak edilen emeğin karşılığı. Oturmuşuz babamla bir gölgeye. Yoruluyor babam da artık çabucak, diye düşünüyorum  bir yandan da.

Sıcaktan serap görüyorum galiba. Karşıdan geliyor Rapunzel, elinde bir tepsi, tepside bardaklar, bir de sürahi, sapsarı, limonata içinde naneli.

Hayatımın rengi sarı, evet sarı oldu artık. En sevdiğim renk sarı, sapsarı. En sevdiğim içecek de artık sapsarı limonata.

Kalkmaya çalıştım oturduğum yerden, kalkmamla uzun saçlıma çarpmam bir oldu. Limonata yerleri ıslattı, döküldüğü yerlerden de anında sıcaktan buharlaştı, geride buruşmuş  nane yaprakları.

Attım kendimi yere, başladım ağlamaya tepine tepine… Yapamadım yani bunları da, ama yapmak geldi içimden yatayım o yerlere bir daha da kalkmayayım o yattığım yerden, görmeyeyim yüzünü.

Şaşkın mıydı ki yüzü?

Koştu gitti kaçarcasına eve,'' bitti''dedim, ''başlamadan bitti''. Ama hepsi onun yüzündendi. Ama o bilemezdi ki. Elim ayağım benim değildi, hâkim değildim kendime. Esirdim  ben bir esir .'' Uzun saçların esiri.

'' O da ne '' Serap mı görüyordum yine? Elinde yine bir sürahi geliyordu karşıdan. gülerekten.

Tam kalkacaktım ki yine  yerimden:
‘’ otur oturduğun yerde sersem çocuk,sakın kıpırdama !’ dedi babam.

Uzattılar bana bir bardak sapsarı limonata,  içinde nane yapraklı.

Saçlarına tutunup balkonuna tırmanmama gerek kalmamıştı artık.
Okudum, adam oldum, babamın deyimiyle.

Aşıklara kocaman balkonlu evler yaptım,
O da bana bol naneli sapsarı limonatalar yaptı.
Çocuğumuz erkek olunca adını ‘’ZAGOR ‘’ koyalım diye de  tutturdu. Koymadık tabi ki.
Bana taşıtmıyor hiç tepsiyi.
Çünkü hala elim ayağıma dolaşıyor, onu görünce,
29 yıldır,
İlk günkü gibi…




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder