27 Temmuz 2018 Cuma

ZAGOR






ZAGOR

İnşaatlarda çalışıyordum küçük yaşlardan beri. Bir taraftan da okuyordum. Kafam çalışıyormuş, öyle söylüyordu çevremdekiler, öğretmenler, bizimkiler.

Belki de bunun etkisiyle güvenirdim zekâma, farklı bakardım olaylara kardeşlerimden, arkadaşlarımdan. Ne bileyim işte, ne demekse farklı olmak o çocuk yaşlarda, çevremden duyduğum kadarıyla. Onlar futbol oynarken, uzun eşek yaparken ben kitap okurdum bir köşede.

 Elime ne geçerse okurdum. Bir ara ağabeyimin kitaplarına dadanmıştım da, babam aldı elimden kitapları.’’ Sen bari zehirlenme bunlarla ‘’dedi.’’ Ağabeyin, okudu okudu bunları da, halkı kurtarmaya kalktı. Sanki halk onu bekliyordu kurtulmak için  gibi. Halkın kurtulmak gibi bir derdi var sanki. ‘’Hatırlamıyorum pek. Daha buna benzer bir sürü şey söyleyip’’ bir daha görmeyeyim bunları elinde ‘’ dedi.

Gerçi ben daha çok Teksas, Tommix, Zagor, baltalı ilah okuyordum aslında. Halkı kurtarmak gibi bir derdim de yoktu. Ben o sırada kırmızı ceketlilerle savaşıyordum, çiko ile kocaman butları yiyordum. Kızılderililerin dumanlarının mesajlarını çözmeye çalışıyordum. Fırsat buldukça tabiî ki. Çünkü yaz tatillerinde okul için gerekli parayı biriktirmem gerekiyordu, kitap, defter, kalem… Çalışırdım babamın yanında, inşaatlarda.
Bizim defterimizde, babadan para istemek, harçlık almak gibi kavramlar yoktu. Biz çalışır, okul için gerekli parayı, harçlıklarımızı kazanırdık.

Ne zamanki o yaz okul kapandı, babamın çalıştığı inşaatta işe başladım, işte o yaz, kafamın hiç çalışmadığına, hatta biraz da geri zekâlı olduğuma inandım.

Daha ilk gün, inanmayacaksınız ama belki de daha ilk bir kaç saat içinde, çıktığım ilk iskeleden tepe takla olup yere kapaklandım. Başımı çarpmıştım bir kalasa, yarılmıştı kaşım, götürdü babam sağlık ocağına da birkaç dikiş attılar kaşıma.

Onu görmüştüm işte tam o anda, yani iskeleye ilk adımımı attığım anda. Karşı balkonda, saçlarını uzatmış balkondan dışarıya, tarıyordu elde fırçasıyla. Bu kadar da uzun saçlı bir kız görmemiştim daha önce.  Uzanıp saçlara tırmanasım geldi o balkona. Rapunzel'in prensi  olasım geldi birden. Yüzünü bile görmeden âşık olmuştum uzun saçlarına. Vurulmuştum karşı balkondaki kıza. Tepe takla olmuştum daha ilk günümde, çalıştığım yerde.

Karşı ki balkona bakarken daha kaç kez yuvarlandım o iskelelerden sayısını hatırlamıyorum. Baret mi ne bareti, işçiyiz ya, kalın kafalıyızdır biz, bize bir şey olmaz. Ama mühendis olunca giyeceğim baretimi ve bütün işçilerime de giydireceğim.

Gördü benim düştüğümü de korktu mu acaba, endişelendi mi benim için ya da düşene gülünür ya, güldü mü için için,  bilemiyorum.

·         O yaz, o inşaatta çalışmak dünyanın en ama en, o inşaata her gün sabahın 6 sında gitmek hayatımın en ama en güzel, enama en  heyecanlı anlarıydı.

·         O yaz, o inşaata gitmek aynı zamanda dünyanın en ama en büyük işkencesiydi.
     
      Her türlü duyguyu yaşıyordum birarada. Ne oluyor bana anlayamıyordum. Kafam karmakarışıktı.

Her an beni izliyor karşıdan, perdenin arkasından bana bakıyor sanıyordum. Elim ayağıma dolaşıyor, hakim olamıyordum.
Kaç kez yuvarlandım, kaç kez ellerime vurdum çekiçleri, kaç kez tökezledim ellerimde kalaslar.
Babam diyordu ki: ‘’Ne oldu sana oğlum ‘’

Nereden bilsin oğlu biçare, aşkın pençesinde. Olmuş bir kral oğlu, bekler  Rapunzelini , ya balkona çıkarsa…

Kararımı verdim o gece. Yarın dışarı çıkarken yakalayacak, konuşacaktım uzun saçlarıyla.  Kapısında olmaz, yakışmaz bana . Sokağın sonunda yakalarım onu diye, planlar yaptım  o gece. Bütün diyeceklerim de beynimde, ezberledim hepsini.

Yakaladım da ertesi gün sokağın sonunda.
‘’ Bir şey mi söyleyecektin ‘dedi, birden önüne çıkınca ben.
Kekeledim, yine elim ayağıma bir şeyler oldu, elimdeki kitaplar,  zagorlar yuvarlandı yere. Eğildim, toparladım hepsini yerden, bir sürü Zagor  yine acemice.

 Elimi uzattım ve de :
‘’ Tanışalım mı? Ben ZAGOR ‘’ dedim kıza. ZAGOR, dedim Zagor.
Allahım ne dedim ben, ne dedim. İnanmayacaksınız ama arkama bile bakmadan kaçtım. Acıdı mı ki bana? Artık çıkamam da karşısına.

Bir dahaki günlerde hiç bakmadım karşıdaki balkona. '' Unut oğlum unut '' sana göre değilmiş bu işler, dedim kendime.

Hava da nasıl sıcak. Ter döküyoruz güneşin altında. İşte bu alın teri denilen şey. Son kuruşuna kadar hak edilen emeğin karşılığı. Oturmuşuz babamla bir gölgeye. Yoruluyor babam da artık çabucak, diye düşünüyorum  bir yandan da.

Sıcaktan serap görüyorum galiba. Karşıdan geliyor Rapunzel, elinde bir tepsi, tepside bardaklar, bir de sürahi, sapsarı, limonata içinde naneli.

Hayatımın rengi sarı, evet sarı oldu artık. En sevdiğim renk sarı, sapsarı. En sevdiğim içecek de artık sapsarı limonata.

Kalkmaya çalıştım oturduğum yerden, kalkmamla uzun saçlıma çarpmam bir oldu. Limonata yerleri ıslattı, döküldüğü yerlerden de anında sıcaktan buharlaştı, geride buruşmuş  nane yaprakları.

Attım kendimi yere, başladım ağlamaya tepine tepine… Yapamadım yani bunları da, ama yapmak geldi içimden yatayım o yerlere bir daha da kalkmayayım o yattığım yerden, görmeyeyim yüzünü.

Şaşkın mıydı ki yüzü?

Koştu gitti kaçarcasına eve,'' bitti''dedim, ''başlamadan bitti''. Ama hepsi onun yüzündendi. Ama o bilemezdi ki. Elim ayağım benim değildi, hâkim değildim kendime. Esirdim  ben bir esir .'' Uzun saçların esiri.

'' O da ne '' Serap mı görüyordum yine? Elinde yine bir sürahi geliyordu karşıdan. gülerekten.

Tam kalkacaktım ki yine  yerimden:
‘’ otur oturduğun yerde sersem çocuk,sakın kıpırdama !’ dedi babam.

Uzattılar bana bir bardak sapsarı limonata,  içinde nane yapraklı.

Saçlarına tutunup balkonuna tırmanmama gerek kalmamıştı artık.
Okudum, adam oldum, babamın deyimiyle.

Aşıklara kocaman balkonlu evler yaptım,
O da bana bol naneli sapsarı limonatalar yaptı.
Çocuğumuz erkek olunca adını ‘’ZAGOR ‘’ koyalım diye de  tutturdu. Koymadık tabi ki.
Bana taşıtmıyor hiç tepsiyi.
Çünkü hala elim ayağıma dolaşıyor, onu görünce,
29 yıldır,
İlk günkü gibi…




24 Temmuz 2018 Salı

BİZE BAKANLAR...





BİZE BAKANLAR

Yeni Türkiye’nin yeni bakanlarına bakmaya doyamazsınız sevgili okurlarım. Eeee, O kadar araştırdık yani, okurlarım oluverin ne olacak ki sevgili arkadaşlarım.

Nereden başlasam ki, ama en iyisi herhalde en kıymetlisinden başlamak olacak sanırım.



HAZİNE BAKANI’ mız, Sayın Cumhurbaşkanımızın en kıymetlisi, dolayısıyla değerli hazinelerini emanet ettiği bir adam. Kızını emanet etmiş daha ne olsun, alt tarafı Türkiye’ nin kasasını emanet etmiş, bu ne ki? Kime emanet edebilirdi ki, güvenemezdi kimseciklere tabi ki.  Nerelere ne paralar harcanacak, hangi adacıklara ne paralar gidecek, hangi adacıklardan hangi paralar gelecek, Fetö’ den arta kalan cemaatlere ne paylar ayrılacak, tırlarla komşularımıza hangi insani yardımlar gönderilecek? Berat Albayrak çok doğru bir tercihtir bu açıdan. Gerçi kendileri de Fetö cemaat okulu mezunudur. Birçok kişi cemaatle ilgili okullarda çalıştı ya da okulda okudu diye ceza evine konmuştur ama tabi ki Sayın Bakanımız sonradan doğru yolu bulup damat olmuştur kendileri. Dokunulmazlığı vardır. Şahsen ben çok uygun buldum kendilerini bu bakanlığa.  Bende Cumhurbaşkanı olsam gelinimi getirirdim Bakanlığa. Hem de İKTİSATÇIDIR kendisi. Daha iyisi Oğlu Bilal ya da kızı Sümeyye olabilirdi. Hatta Emine Erdoğan da yakışırdı. Malum ‘’yuvayı dişi kuş yapar’’ Bu sayede bizimde yuvamız yapılmış olurdu.

İÇİŞLERİ  BAKANI'mız , Sayın Süleyman Soylu’ yu anlata anlata bitiremedik eski dönemlerden. Taaa Sayın Cumhurbaşkanımıza hakaret ettiği zamanlardan. Ama insan işte, şaşar beşer, doğru yolu bulur. Gerçi kendisi de Doğru Yol Partisi Genel Başkanıydı bir zamanlar. Çok yazdım kendilerini, rahat bırakacağım şimdi.



SAĞLIK BAKANI' mız Sayın Fahrettin Koca. Bir tıp doktoru ve Özel MEDİPOL HASTANELERİNİN kurucusu. Aynı zamanda İskender paşa cemaatinin lideri olan NURETTİN Coşan ile birlikte bugünkü adı TESA ( Türkiye Eğitim Sağlık Araştırma ) vakfını kurmuş ve sonrasın da da Medipol Tıp Fakültesini kurma çalışmaları başlamıştır. Ve de kurulmuştur. Herhalde amacı bütün devlet hastanelerini kapılarda koridorlarda yüzlerce hastanın beklediği, bir doktorun hastaları onar onar kabul ettiği durumdan kurtarmak olup, 5 yıldızlı otellere benzeyen paralı vatandaşlarımızın gidebildiği hastanelere çevirmesi beklenmektedir. Ne yani patron' da  olsa  insan yani  sonuçta..
Halkına kıyamayacaktır.



Benim en çok ilgimi çeken bakanlık tabii ki Kültür Ve Turizm Bakanlığı olmuştur. Gezgin biri olarak. Sayın Mehmet Ersoy, kendileri turizm sektörünün %60’ ını elinde bulunduran bir turizm şirketinin sahipleridir. Acayip isabetli bir karar olmuştur bu sektöre bakan olması. Söylemesi ayıp olacak ama kendilerinin gemicikleriyle Yunan adaları turuna katılmıştım da. Gemileri epeyce eski ve bakımsız bulmuştum. Bu sayede yenilenir belki de. Sonra binlerce turizm sektöründe çalışan ücretlinin dertlerine derman olur. Belki onlara sendika falan gibi platformlar oluşturur. AY, AMA O DA BİR PATRON’ DU DEĞİL Mİ? Sendika, işçi, emekçi severler mi ki?



Gerçi Kültür kısmı ile ilgisini kuramadım diyecektim ama haksızlık olacak kendisine. Sonuçta geziler de Panoramik turlar ile şehirleri, ekstra turlar ile de müzeleri gezdirecekler ya nasıl olsa. Yoksa arkeoloji imiş, sanatsal faaliyetler, festivaller ( gerçi enginar fest, portakal çiçeği fest… leri unutmayalım) Şunu da eklemeden edemeyeceğim. Sayın Bakan’ın gemilerinde en çok İzmir’in dağları bangır bangır çalınmakta ve müşteri profili ise muhalif kesim olmaktadır.
AMAN,  NE FARKEDER Kİ, İZMİR'İN DAĞLARINDA ÇİÇEKLER AÇAR, PATRONLARIN CEBİ PARAYLA DOLAR.




TARIM VE ORMAN BAKANI’mız, çok şükür ki yine liyakate bakılarak getirilmiştir. Kendileri Eski bakanlarımızdan Ekrem Pakdemirli’ nin oğlu BEKİR PAKDEMİRLİ olmuştur. Yetenekler babadan oğula geçer bizim ülkemizde çok şükür. Gerçi rahmetli Pakdemirli' nin diğer oğlu yani şu an bakan olarak atanan Bekir Pakdemirli'nin ağabeyi Fetö'den tutuklu bulunmaktadır.(  Ben bu ilişkileri anlayamadığım için yorumu size bırakıyorum) .  Kendisinin özgeçmişinde, Gıda, Tarım ve Hayvancılık alanında ‘’SERBEST GİRİŞİMCİ’’ yazmaktadır. AAA, inanın liyakat usulü ya bakanlık seçimleri. Pakdemirli' nin ki bu konuda süper. Kendileri aynı zamanda Türkcell, BİM ve Albaraka Türk Yönetim Kurulları üyesi imiş. Ne şanslıyız, ne şanslıyız.


Aile Bakanımız da Liyakat usulüne göre seçilmiştir, hiç merak etmeyelim. Kendisi Eski Kültür ve Turizm Bakanlarımızdan Atilla Koç’un kızı olmaktadır. Atilla Koç’da bir zamanlar meclis koltuklarında en çok uyuklayan bakanımızdı, ah ne günlermiş, ne renkli günlermiş. Bu arada hakkını yemem kimsenin eğitim cv si hayli yüksek Sayın Zehra Zümrüt Selçuk’un.  Ankara Atatürk Lisesi, tam burslu Bilkent ekonomi, Amerika’ da yüksek Lisanslar. Ne var ki gölgeleyiveriyor Sümeyye Erdoğan’ın Derneği KADEM’İN Ankara temsilcisi olması. Değmese bir yerlerden, kıyıdan köşeden birbirlerine elleri, ya da cepleri…


TEKNOLOJİ BAKANI Sayın Mustafa Varank ise uzun yıllar Sayın Erdoğan’ın başdanışmanlığını yapmıştır. 17- 25 Aralıkta çıkan bir ses kaydında Bakan Varank ile bir THY yetkilisi Mehmet Karakaş’ın Nijerya’ya uçakla silah taşımayı tartıştıkları iddia edilmiş ve gazetelerde günlerce yer almıştı .( sendka62.org. 10.Temmuz.2018).Biz anlayamayız bu işleri, ne haddimize, geçelim aceleyle…


TİCARET BAKANIMIZ Sayın Ruhsar Pekcan’ın cvside çok uzun ve çok dolu. Hangi birini yazsam ki. Ulusal Kadın Girişimciler Ödüllü, Dış Ekonomik İlişkiler Türk-Ürdün, Türk- Irak, Türk-Libya Yönetim kurulları üyesi. Ve de merak etmeyin o da özel sektörden tabi ki. Alt yapı projelerine içme suyu, sulama ve petrol, doğalgaz boruları ve de santrallere elektronik aksam sağlayan KARON MÜH. Ltd şrk. nin kurucu ortağı ve yöneticisidir. Bilmem ki, şirketleri ile ilgisini kesmiş midir? Sorduğunuzu duydum galiba? Ama onlar sizin, bizim gibi yeteneksizler mi sevgili arkadaşlarım. Onların elleri kolları çok uzun, her yere yetişirler. Hem şirketlerini yönetirler, arada sırada da Türkiye’yi.


Efendim, anlamadım. Ulaştırma Bakanlığı mı ? Yok yok Metro Turizmin sahibi Bakan yapılmadı bildiğim kadarıyla. Merak ettiniz değil mi? Onuda sizler bulun bakalım. 

İşte,durum,vaziyet budur sevgili okurlarım. 

Yüce Türk Halkı, inanıyorum ki bu seçimlerden çok memnundur.

Zira gönlü yüce halkım sanır ki, bakanların kendileri patron olmuş ya, halkı da, ülkeyi de zengin yapacaklar, uçuracaklar.



Bir türlü anlamazlar, zenginler fakiri sevmezler. Pardon sadece oy zamanı severler.

Unutmayalım  biz ‘’yolsuzluk yaptı, çaldı ama çalıştı,’’ diyebilen ya da ‘’ beceriksiz kendine hayrı olmamış ki, devlete ne hayrı olsun’’ diyen bir zihniyetin çocuklarıyız.

Kırmızı ışıkta duran, markette alışverişte kuyruğa giren Cumhurbaşkanlarına enayi diyen zihnin ürünleriyiz biz.

Emek ve eşitlik kavramları çoktan silinmiş zihinlerimizden ve genlerimizden ve güzel ülkemizden.

Hayırlı olsun Yeni Türkiye hepimize . Hayırlı olsun bize BAKAN gözler.







21 Temmuz 2018 Cumartesi

DİPSİZ KUYU : MİLLİ EĞİTİM



DİPSİZ KUYU: MİLLİ EĞİTİM 


Ne gençlerden, ne çocuklardan,
Bir yakınmam yok.
Arap’ın dediği doğru:
‘’çocuk mazbut ‘’
Memleketse görülüyor işte
Güllük gülistanlık.
Ne var ki güllerin dikeni çok!  Rıfat Ilgaz

Türkiye’ de ilk defa uygulanacak olan Başkanlık sisteminin ilk Milli Eğitim Bakanı, ancak iktidardaki AKP’ nin 7. Milli Eğitim Bakanı olarak Ziya Selçuk atanmış bulunuyor.

Daha önce AKP’nin ilk Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu  döneminde Talim Terbiye Kurulu.Başkanı olarak göreve getirilmişti. Ama Erkan Mumcu görevden alınıp yerine Hüseyin Çelik getirilince bir  çok  konuda anlaşamayıp görevinden ayrılmıştı.

Kendisi Eğitim Fakültesi mezunu olup, Rehberlik ve Psikoloji dallarında eğitim alıp, profesörlüğe kadar yükselmiş , aynı zaman da da eğitim seminerlerinin baş aktörlüğünü yapmıştır.Bu arada Özel sektöre de girmiş ve Özel Maya Okullarını kurmuştur.Yani kısaca kendisi eğitimin her alanında yer almıştır.

‘’Biz aslında bilimi, aklı, sanatı, sporu, ahlakı konuşacağız. İnsan temelli bir eğitim anlayışı kuracağız. Eğitim önce evrensel seviyede kurulur ‘’ deyiverdi daha ilk gününde.
‘’Ülkemizde doğan her çocuk kaybedilmeyecek kadar değerli’’ dedi bir de arkasından.

Acaba haberi var mıydı? ‘’ çocuklar çok değerli, çocuklar ölmesin’’ diyenler hapise atılıyordu bu ülkede. 

Geçmişi ile söyledikleri ile Partisinin ideolojisi nasıl uyum sağlayacaktı acaba?

Sayın Milli Eğitim Bakanı bu sözleri söylerken,

Kendisini bu bakanlığa getiren partisi ise 16 yılda Milli Eğitim’ de ne istediğine karar verememiş ve Milli Eğitimi YAP-BOZ tahtasına çevirmiştir.

Haksızlık etmeyelim, sadece AKP dönemi için geçerli değildi Milli Eğitim’ de oynanan oyunlar, değişmeler, düzeltmeler, ne derseniz deyin artık siz.

’Nasıl bir gelecek ‘’ sorusuna cevap olarak her dönemde önce Milli Eğitim ‘ e el atılmıştır. Çünkü Milli Eğitim iktidarların arka bahçesi olmuştur. İdeolojileri doğrultusunda bir nesil yaratmak amaç olmuştur her birinde ve her bir dönemde.

80 öncesi MC hükümetleri döneminde ve o dönemin bütün iktidarlarında eğitim enstitüleri 3.5 ayda öğretmen yetiştirmişlerdir. O dönemin Milli Eğitim Bakanları ‘’o dönemde bu zorunluluktu ‘’ demişlerdir.

80 sonrası ise  Paşaların elindeki Milli Eğitim sistemi  Atatürkçülük kavramlarını kıyıya ,köşeye, saçma sapan her yere sıkıştırmaya kalkıp en Atatürkçü öğretmenlere bile ‘’ bunların amacı Atatürk’ten soğutmak mı insanları ‘’ dedirtmiştir.

Anap ve sonrası ise anlatılacak gibi değil, yani takip etmek mümkün değildir artık  değişimleri.

Her gelen iktidar, hatta 16 yıllık iktidarın her gelen bakanı kendi kendilerine muhalefet yapıp,bir öncekinin icraatlarını beğenmeyip devrim, değişim, yenilik ,reform diyerek eskiyi yakıp, yıkıp bir şeyler yapmaya çalışmışlardır.

Örneğin 2012’ de sınava 3 hafta kala AOBP  yerine OBP getirilmiştir.(teknik ayrıntıya girmeye gerek yok. Burada önemli olan malum 3 hafta kalan sözcüğü)
74-75 yıllarında 2 basamaklı olan üniversite giriş sınavları,
76- 80 tek oturum
81 sonrası tekrar 2 basamak,
99 da tek basamak,
2010 sonrası tekrar çift basamak……( Yazarken bile Yanlışlıklar yapmamak mümkün değil )
Bu arada 1999 ÖSS sınav sorularının çalınması ile sınavların iptali,
Sonra sık sık sınav sorularının çalınmasının  normale dönüşmesi .Toplu kopya olayları, Polis akademisi çalınan soruları, 2010 AÖ sınav sorularının çalınması….

İşte o zaman ‘’yöneticimiz uyuyor mu’’,diye kimse bağırmıyormuş, kim çalıyormuş, kimse bilmiyormuş. Pardon aslında herkes biliyormuş da , herkes kol kola imiş de… Aman o konulara girmeyelim, vallahi vatan haini oluruz.

Çok uzayacak ama liselere giriş sınavlarını unutmayalım. LGS, OKS, SBS, TEOG, LGS…( TEOG bir gecede Sayın Cumhurbaşkanının isteği doğrultusunda kaldırılmıştı. Milli Eğitim Bakanı mı? Vallahi unuttuk onu)


Bütün bunlar yapılan değişimin gözle görünen teknik kısımlarıdır . Göz önünde olan, duyurulan ve uygulanan.

Şimdi yeni Milli Eğitim  Bakanımız ‘’ Evrensel Eğitim ‘’ deyiverince bir durakladı tabi ki insanlar.

Evrensel Eğitim: ırk, dil,din,cins ya da yetenek, renk gözetmeden, herkese sunulan eğitim sistemi.Demokratik, özgürlükçü, düşündüren…

Henüz dün müfredattan çıkarılan Evrim Teorisi tekrar yerini alır mı ki diye , düşünüverdi umutlu insanlar,
Henüz dün müfredata eklenen cihat kavramı geliverdi insanların aklına.
Henüz dün ‘’cihat bilmeyen çocuğa matematik öğretilmez’’ diyenlerle nasıl beraber olacağını merak ediverdi insancıklar.
Evrensel Eğitimin temeli olan felsefe grubu derslerinin gittikçe azaltılıp, seçmeli hale getirilmesi konularında neler yapabileceğini,
Lise tercihlerine İmam Hatip Liselerinin zorunlu yazılması konusunda ne düşündüğünü...
Merak ediverdi insanlar, umut kırıntısı bekleyen  insancıklar.

Merak ediliyor ve de yapacakları büyük bir dikkatle izleniyor tabi ki…

Beklenti büyük, umutlar zirvede…

İşinin çok zor olacağı bellidir Sayın Bakan’ın.

Dipsiz bir kuyunun başında.
İdeolojiden uzak,
Mutlu  çocuklar diyarına









20 Temmuz 2018 Cuma

TIPKI BİR SİNCAP GİBİ...




TIPKI BİR SİNCAP GİBİ ...

Bu gece 80 yaşında bir adam bağırıyordu sahnede var gücüyle, Erdek' te. O kocaman çınar ağaçlarının altında ,kendisi de adeta yıllanmış bir çınar edasıyla. Ne enerji ama hiç yaşlanmıyorlar, yaş alıyorlar ama tükenmiyor bu tür  sanatçılar, hedefleri var, bu hedefler doğrultusunda hep koşuyorlar. Genco Erkal da işte onlardan biri. Asırlık bir çınar, koşturuyor hiç durmamacasına.

Sahnedeki 80 yıllık adam, yıllarını dört duvar arasında ya da sınırlar ötesinde geçiren, memleketine hep ama hep özlem duyan ve bu özlemini şiirlerle dile getiren bir adamın, hatta yıllarca VATAN HAİNİ diye damgalanmış bir adamın,Nazım Hikmet'in  şiirlerini okuyordu.

‘’Yaşamak şakaya gelmez,
Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın,
Tıpkı bir sincap gibi…’’




Diyordu. Sincaplar yaşamı ciddiye alıyorlar mıydı ki gerçekten? Aklıma geliyor birden ve sincapların gerçekten de dünyanın en meraklı hayvanları arasında sayıldıklarını hatırlıyorum. Etrafta olup bitenleri incelemeyi ve izlemeyi çok severlermiş ve bunu da büyük bir ciddiyetle yaparlarmış.
Yani Boşuna dememiş şair, boşuna bağırmıyormuş sahnede 80 yıllık bir ömür:

'' Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın, 

''Tıpkı bir sincap gibi,'' diye, diye.

Biz insanlar ne yazık ki bir sincap kadar bile ciddiye alamıyoruz yaşamı.

İzlemiyoruz etrafımızda olup bitenleri. Ya da izliyoruz da,  bir TV dizisi izler gibi, bir sabun köpüğü dizileri gibi. Bakıyoruz şu an, ama biraz sonra unutmak üzere. Belki de bilinçli bir şekilde unutmak istiyoruz  yaşadığımızı, yaşadıklarımızın ya da yaşayacaklarımızın sorumluluğunu almak istemiyoruz üzerimize kim bilir?

‘’insanlar için ölebileceksin,
Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
Hem de en güzel, en gerçek şeyin,
Yaşamak olduğunu bildiğin halde…’’

Ama sincaplar yaşamı ne kadar ciddiye alırlarsa alsınlar,  en kötü huyları da unutkan olmalarıymış. Aynı bizim gibi diyeceğim ama öyle bile değil. Onların unutkanlığı çok ulvi ve yüce imiş gerçekten de yaradılışlarından dolayı. Toprağa stoklamak amacıyla gömdükleri tohumların yerlerini unuttukları için her yıl binlerce ağacın yetişmesine sebep oluyorlarmış. Ne muhteşem değil mi?

Bizlerin unutkanlığı ise öyle mi ya? Bizim unutkanlıklarımız değil ağaç yetiştirmeyi, yetiştirdiğimiz değerleri, en değerlilerimizi yani çocuklarımızı, yani kendi toprağımızın insanlarını kaybetmemize yol açıyor. Bir sincap kadar olamıyoruz yani yaradılışta.

Dün Suruç’ta,  daha dün Sivas’ta, daha dün sınırda Hakkâri Çukurca’da, Şırnak’ta ya da, ya da…

‘’ Diyelim ki ağır ameliyatlık hastayız,
Yani, beyaz masadan bir daha kalkmamak ihtimali de var,
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini,
Biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
Hava yağmurlu mu diye bakacağız pencereden,’’

Sanki bize seslenmiş şair ve sesleniyor sahnedeki 80 yıllık bir ömür bağıra bağıra. Çok kişi kendini ağır ameliyatlık hasta gibi hissediyor ya bu günlerde, daha çıkamadı komadan, birçok insan. Hayal kırıklığı da bir nevi hastalık değil mi? Birçok insan bu salgına kapıldı ya şimdilerde. Siyasetçilere inanan, güvenen binlerce, milyonlarca insan hasta bu ülkede.

Ama elbette çıkacağız bu salgından, bu hastalıktan da. Sincapları unutmadan. Merakla bakacağız etrafa hava yağıyor mu diye, güneş hangi bulutun arkasına gizlenmiş diye ve dinleyeceğiz yine Pinhani’den
‘’dön bak dünyaya, güneş açmış mı, yağmur yağmış mı’’ diye diye.

Ve insanlar, ah benim insanlarım, 
yalanla besliyorlar sizi,
halbuki açsınız,
etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız''



evet, şair çok haklı ''açız biz'' , evet, bunu yüzümüze haykıran 80 yıllık ömür çok haklı ''açız biz''. Ama bizi yönetenler gibi paraya, pula aç değiliz.Saraylarda beslenenler gibi  etle beslenmeye aç değiliz.
Biz yani ah benim insanlarım dediği insanlar huzura aç, birlik ve beraberliğe aç, kardeşliği unutturanlara inat kardeşliğe aç,


‘’ diyelim ki hapisteyiz,
yaşımızda elliye yakın’’



Hep hapiste olmuş aydınlar, aydınlık beyinler bu ülkede.
Hep hapislerde tutularak unutacaklar kendilerini, vazgeçecekler düşüncelerinden sanmışlar nedense. Ama içerdeki adam unutur mu ki hiç, daha çok hatırlar daha çok, niye bu dört duvar arasındayım diye? Hiç davasından vazgeçen olmuş mudur ki bu uğurda?
Bu ülkede hapise girmeyen düşünce kaldı mı ki?  En acıklısı ise,  şiir okudu diye hapise atılan adam da, attı içeri, kendinden  farklı düşünenleri. Oysa kimse hatırlamıyor geçmişi nedense, sincap gibi unutkan oluveriyor birdenbire. Dün sen, bugün o, yarın kim?

İşte o yüzden, tam da bu yüzden…

‘’bu dünya soğuyacak günün birinde,
Hatta bir buz yığını
Yahut ölü bir bulut gibi de değil,
Boş bir ceviz gibi yuvarlanacak,
Zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız ‘’



Yuvarlanacağız hep birlikte boş bir ceviz gibi. Tohumu saklayan ve unutan sincapta, unutup unutup tekrar aynı hataları yapan insan da, bu gün kendini padişah sanan da, dün kendini padişah sanmış olup bu gün bir köşecikte saklanan da, sahne de bize bunları devamlı hatırlatmaya çalışan 80 yaşındaki insan da…





13 Temmuz 2018 Cuma

ERDEK'TE BİR BANK ÜZERİNDE





ERDEK’ TE BİR BANK ÜZERİNDE

 ’Biz bu şafak vaktinin neresindeyiz,
Öyle bir umut gibi gelip geçecek
Yalnızım yalnızsın, bize kim gülümseyecek’’ edip cansever

Yaz gecelerinin serinliği benzemiyor hiçbir şeye.  Biraz teninde ürperme hissediyorsun, yumuşacık, tenini yalayıp geçiyor usulcacık. Sanki sevgilinin nefesi ensende, ürpertiyor kalbini…

Gece yürüyorum bende Kurbağalı sahilinde, tekneler dizilmiş birer birer,  gökyüzünün yıldızları denize inmiş gibi. Salınarak göz kırpıyorlar sahildeki insanlara.

İnsanlar atmış kendini sokağa, evler sıcak besbelli, şezlonglar ellerinde, yayılmışlar sahile, bazılarında termosta çay,  bazılarında bira, gençler ise kumsalda, elinde gitar kıvırcık saçlı da, Akdeniz akşamlarını söylemiyorlar ama burada Akdeniz akşamları gitmez değil mi?

 Vay vay,  OLMASA MEKTUBUM’U söylüyorlar, yeni türküden. En sevdiklerimden. Biraz durup dinliyorum.
Olmasa mektubun, yazdıkların olmasa, …’’
Eskiden mektup yazardık değil mi? ‘’ Bizim buralarda havalar güzel, sizin oralar nasıl. Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim ‘’Şimdi vatsap’ta ‘’OK.CNM.’’’ lı ruhsuz yazışmalarla mutlu muyuz acaba?

Deniz her zaman gündüzden daha temizdir buralarda geceleri. Taşları sayabilirsiniz bir bir. Balıklar da geziyor hala, uyur mu acaba balıklar?

Yaşasın boş bir bank. En büyük ve köklü icraatı Erdek belediyesinin. Kırık bankları yeniledi,  buna da şükür mü demeli ki?

Omé sigaramı yakıcam bir tane, hiç kızmayın, iyi gider burada.

Tam üfleyecektim ki bütün içimdeki dertler ve sıkıntılarla birlikte dışarıya, yaşlı bir teyzecik gelip oturmaz mı yanıma.
’Çok mu dertlisin kızım, derdini alacak mı bu sigara’’ demez mi, bir de bana.

Nasıl anlatırım şimdi ona, aradı bir içiyorum, falan filan diye.
Demedim, mazeret öne sürmedim. ‘’İçiyorum işte, bu manzara, bu koy, bu teknelerin ışıkları içirtiyor bana.’’

’eşimde içti, içti, sevindi içti, dertlendi içti, işsiz kaldı içti, beni dövdü, sonra dövdüğü için üzüldü yine içti, ben terk edemedim ama sonunda ciğerleri de onu terk etti’’
bir tutam nefese muhtaç gitti öbür dünyaya’’ demez mi?

Haydiii…

Dumanı hep dışarıya üfleyen ben, derin bir nefes aldım, ciğerlerimi patlatana kadar,
Sonra da hemen attım yere sigarayı, ezdim de ezdim.

’Tamam, teyzeciğim, sen üzülme, bak içmiyorum işte’’ dedim

Birden dalıp gitti

’Ama oğlum da çok içiyor ne yazık ki ’’
‘‘ Ama ne yapsın ki dört duvar arasında, hapiste kendisi, 1 yıl oldu’’ demez mi?

Ne deşmek istiyorum yaralarını, ne de ilgisiz kalmak yaralarına. Yine bilemeyenlerdenim ne yapacağımı.

En iyisi kendi haline bırakmak, anlatacak besbelli,

’karısının isteklerini  bir türlü karşılayamadı. Çok dedim, ‘’oğlum başını derde sokar bu kadın’’ ,diye ama ‘’kıskanıyormuşum’’öyle  dedi hep oğluma. ‘’Çalıştığı yeri soymuş ‘’dediler, para yetiştirebilsin karısına diye. Oğlum hapise girince, karısı da terk etti tabi ki onu, 2 çocuğu da bana kaldı. Ne yapacağım acaba bu halimle, iki çocukla, biri de özürlü’’ de deyiverince baktım ki hikâye uzun hem de çok uzun ve belli ki ben olmasam yanında kendi kendiyle konuşacak. Erdek sahillerinde ki  birçok yaşlı gibi.

Uzattım ona da bir Omé, baktı yüzüme, 
YAKTIK BİRER tane, üfledik beraberce dumanını denize…



 BİLMEZLER, yalnız yaşamayanlar
 Nasıl korku verir yalnızlık insana
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
  Nasıl koşar aynalara,
    Bir cana hasret ,
  Bilmezler.
                    O.V.K




                                                     07.07.2018






12 Temmuz 2018 Perşembe

ERDOĞAN'IN YENİ TÜRKİYE'Sİ







ERDOĞAN’ IN YENİ TÜRKİYE'Sİ…

Bizler Nasrettin Hoca’nın torunlarıyız. ‘’Ya tutarsa’’ geleneğinden geliyoruz.

Hırsıza da, ev sahibine de ‘’sen de haklısın’’ diyebiliyoruz.

Eskiyen ayları kırpıp kırpıp yıldız yapıyoruz.

Geleneğimiz de var.

Eskiyen Cumhuriyetleri de kırpıp kırpıp parlayan yeni cumhuriyetler yaratıyoruz ya da yarattığımızı sanıyoruz veya yaratmaya çalışıyoruz.

Oysaki biliyoruz, eskiyen Cumhuriyetler köklüdür, oturmuştur,
Onu sağından solundan kırpıp ne olduğunu bilmediğimiz yeni denemelere sürüklemek acaba ne derece doğrudur?

Atatürk’ ün kurduğu Cumhuriyet’in,
Henüz 94 yıllık bir ömrü vardı.

Ve bu ömür boyunca eksikleri tamamlanacağına içinde gedikler açılması için var gücüyle uğraşıldı. Hem de kendi insanlarınca.

Evet, benimsenememişti birçok kesim tarafından, evet, birçok insanı, birçok topluluğu memnun etmemişti devrimleri ile icraatları ile. Evet, Ulaşamamıştı toplumun birçok kesimine.
Ama kurulmuştu, vardı,
Eksikleriyle, günahlarıyla, sevaplarıyla,

Binlerce insanın hatta bu topraklarda yaşayan her insanın atalarının kanı dökülerek kurulmuştu, hani diyoruz ya, Çanakkale’ de, Dumlupınar ‘da…
Kadınların kağnıları ile cepheye silah götürmeleri ile ‘’ Elif, Elif’’ diye diye…

Zorluklarla kurulmuştu emperyal devletlere karşı, hemfikiriz bunda değil mi?
Hani diyoruz ya, hala savaşıyoruz emperyallerle diye…
Eee o zaman niye ama niye?

Cumhuriyetin elinin uzanmadığı kesimlere el uzatılarak,
Cumhuriyetin yok farz ettiği kesimleri var ederek,
Var olanın eksiklerini gidererek devam etmek mümkün değil miydi?
Bir kin ile bin nefret ile yok etmek yerine.

''Yeni Türkiye.
Devrim Yaptık.''

Şimdi de bunları duyuyor ve okuyoruz.

Hiç ders alınmıyor ama  işte eskiden.

Bu devrimler, bu yenilikler, bu değişim kabul görecek mi her kesimden ?

Erdoğan devrimleri mutlu edecek mi tüm insanları?

Herkes kucağını açmış, kollarını açmış bekliyor mu YENİ TÜRKİYE’Yİ ?

Bu, dünyanın hiçbir coğrafyasında, hiçbir ülkesinde mümkün değildir ki.

Kemalizm’den nefret ettiniz,

Birileri de ERDOĞANİZM’ den nefret edecek.

Nefret duygusundan kurtulamayacak ülkemiz.

Bugün nasıl Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet ve topluma ulaşamadığı söylenen devrimleri 94 yıl sonra yok edilmek üzere yola çıkıldıysa,
Bir gün gelecek Erdoğan devrimleri de herkese ulaşamadığı için birileri tarafından değiştirilecek.
Olan bu ülkenin insanlarına yani hepimize olacak.

Erdoğancılar, Atatürkçüler, Osmanlılar, Kürtler, Türkler, Ermeniler…
 Bu topraklarda yaşayanlar aynı acıyı, farklı zamanlarda  tadacak.

Ülkeye hakim ideoloji, iktidar sınıfının ideolojisi olacak.
Bu gün bu ideoloji, yarın öteki ideoloji…
Ortak ideoloji ise nefret olacak…

Türkiye daha eskiyemeden, kırpılacak kırpılacak,
 Ve hep yeniden yeniden sancılı bir biçimde doğacak.




7 Temmuz 2018 Cumartesi

GELECEĞİ GÖREN ÇOCUK





                         
                       
GELECEĞİ GÖREN ÇOCUK…

Okullar kapanınca köye dedemlere gideceğim için o kadar mutluyum ki. Çok hem de pek çok. Daha o gece bavullarımızı hazırladık, annemle beraber gideceğiz, babam çalıştığı için gelemiyor bizimle.

’yaşasın köye gidiyoruz, bekle beni dedeciğim, sana geliyoruz’’

Dedem karşıladı bizi, arabadan inince.
Çok özlemişim, bir sarıldım ki dedeme, öyle bir sarıldım ki, sıkı sımsıkı.

O sarılmayla birlikte sarsılmam bir oldu, elektrik çarpmış gibi, başka bir dünyada gibi, rüyada gibi.

''Anneciğim bir şeyler oluyor bana! ''

Dedem uyuyor, uyuyor, bir türlü uyandıramıyoruz. Sonra da onu bir sandık içinde omuzlarda taşınırken görüyorum.

Bundan sonra yaşayacaklarımın ilk anısı, lanetli olduğumu anladığımın ilk dakikaları.
Korkulu günlerimin başlamasının ilk zamanları, dedem ile başladı işte.

Bütün gün ağladım, dedemin yanından ayrılmadım.

’Ne olur, uyuma dedeciğim, uyutmayın dedemi ‘’diye ağlayıp, sızlanıp durdum. ‘’Ne oluyor bu çocuğa’’ deyip durdular. ‘’ aman ne huysuz olmuş bu ‘’ dedi kimileri. Umurumda bile değildi söyledikleri.

Sızmışım sonunda divanın üzerinde, başım dedemin dizinde.

Sabah olup ta dedemi kahvaltı masasında görünce ‘’oh, rüyaymış ‘’dedim ve çıktım sokaklara. Oynadım gönlümce arkadaşlarımla.

Ama eve döndüğümde herkes bir başkaydı artık, dünkü ben gibiydiler. Ağlıyordu herkes, komşular bizim eve doluşmuştu.

Dedem uyumuş ve bir daha uyanamamıştı. ‘’Ben bıraktım dedemi, ben biliyordum uyanamayacağını, benim yüzümden, benim yüzümden’’ En sonunda annem’’ yeter artık ‘’deyip bir tokat patlattı suratıma. Kimse anlamadı beni, anlatamadım kimseye derdimi. Çocuktum işte, ‘’hayal dünyası çok geniş bu çocuğun’’ dediler hep geçiştirdiler.

Sarılamazdım artık kimseye, kolay kolay sarılmadım kimseye. Zaten sevmezdim vıcık vıcık, tükürüklü öpücükleri, hemen silerdim yanağımı beni öptüklerinde.
Sarılmadım kimseye.

Ta ki o geceye kadar. 

O kadar korkunç bir şekilde gök gürlüyordu ki, babamın kızgın olunca gürlemesi yanında hiç kalırdı. Şimşekler öyle çakıyordu ki odamın içi apaydınlık oluyor, duvarda acayip şekiller oluşuyordu. Ben cesur bir çocuktum ama inanın bana, siz bile korkardınız, işte o yüzden attım kendimi annemlerin yatağına.

Sarılmışım anneme sıkıca, korusun beni şimşeklerden diye, anneler korur ya hep çocuklarını tüm kötülerden. Çarpıldım yine birden. Annemin koskoca karnını görüyordum. Pembe bir battaniye örüyordu annem, pespembe.

’oh, güzel bir şey bu sefer ki’’ dedim.

Ertesi gün annem ‘’kardeş geliyor ‘’ dediğinde, sordum ukalaca: ‘’kız mı, erkek mi’’ diye. ‘’ Gelince göreceğiz ‘’ dedi annem.

Muzırca güldüm ardından:’’ kız geliyor kız’’ demedim tabi ki ona.

Severim ama sarılmam bir daha kimseye.
Sevmek için sarılmak şart mıdır ki?

Ama öyle anlar vardır ki, kucaklaşmak gerekir, sarılmak doya doya…

Liseye başladığımda yürüyüşüm bile değişmişti. Havalı ve de yakışıklı. Saçlarımı zar zor babamın baskılarına rağmen uzatabilmiştim. At kuyruğu çok da yakışıyordu bana, bence yani. Kızların bakışından anlıyorduk canım.

İkinci dönem bir kız gelmişti sınıfımıza. Yeni bir öğrenci olmak ne de zordur. 
Yapayalnız bir ayrık otu. Herkes size bakıyor gibi gelir insana. Biz aramıza almaya çalışmıştık onu. Çok sessiz, içine kapanmış, bir kızdı. Arada bir çağırırdık yanımıza, gelirdi o da, katılırdı bize, esprilerimize, saçma sapan konuşmalarımıza utangaçça gülerdi. Sanki çok gülmek ayıp gibi, elini ağzına kapatıp gülerdi sessizce.

Bir gün tek başına gördüm onu sınıfta, ağlıyordu, gözyaşları sicim gibi yanağında. Ağlayanlara da, gözyaşlarına da hiç dayanamazdım. Farkında bile değilim, ne zaman yanına oturdum, ne zaman sarıldım sıkıca, sımsıkıca.

Tren çarptı bana, sarsıldım bir sağa bir sola, koşuyordum raylarda, tren arkamda…

‘’Sakın trene binme ‘’ dedim
‘’Sakın rayların üzerinde gezme ‘’dedim
’buralarda çok tren kazası olur ‘’dedim ona.

O gün eve kadar eşlik ettim. Öbür gün, daha öbür gün. Arkadaşlarım sevgili olduk sanmışlardı. Olsun varsın, sansınlardı. Sabah alıyordum evinden, akşamüstü beraberce yürüyorduk evine doğru. Benimle mutluydu. Artık gülerken elini de kapatmıyordu ağzına. Özgürce gülümsüyordu, özgürce kahkahalar atıyordu.

Karne alacağımız gün, işte o uğursuz gün, ailece bir uyumuşuz ki, bizim ailede bir ilktir herhalde. Hepimiz ölü gibi uyumuşuz. Saatlerin alarmları çalmış ama biz uyumuşuz. Arkadaşlarım aramış, ama duymamışız, biz uyumuşuz.

Koşarak gittim okula, içimde bir sıkıntıyla, ‘’ya trene bindiyse, ya raylarda yürüdüyse’’…

Sınıfa girdiğimde o yoktu sırasında, ağlıyordu bizimkiler, gözler şişmiş mosmor.

Boş bir çuval gibi yığıldım sırama…

Trenin önüne atmış kendisini,

Evlendireceklermiş okul kapanınca,

Yüklüce bir para karşılığında

’ ben satılık değilim’’ yazmış tek  cümle, ardında bıraktığı pusulada.

Sarılamadım bir daha kimseye,
Yanlışlıkla olsa bile,
Lanet mi, lütuf mu?
Bilemedim,
 bildiğim tek şey işte,
bir daha sarılamayacaktım kimseye…

5 Temmuz 2018 Perşembe

BÜTÜN OKLAR CHP' ye






BÜTÜN OKLAR CHP’ye ….

Sanki yaz gelmek istemedi bu yıl, gelmek için nazlandı sanki, gelene kadar ha bire gözyaşı döktü. Birden başladı ağlamaya, gözyaşları insanları hazırlıksız yakaladı, sırılsıklam olup kaçıştı yazlıkçılar sokaklarda, deniz kıyısında. Önce doyasıya nemlendirmiş toprağı, önce bir ferahlatmış insanı ki şimdi rahatça kavurabilsin sıcağı ile.


Sıcaklar başladı, yağmurlar gibi sıcaklar da bir başka. Kavuruyor, nefes aldırmıyor. Mikro mikro değişiyor dünya, bir buzul kütlesinde gördüğümüz beyaz ayı, belki hala o buzulun üstünde, ama eriyor o buzul kütlesi molekül molekül. Eninde sonunda düşecek o beyaz ayı suya, basacak buzulu bile kalmayacak yakında.


Biz de ülkemizde bastık mührü sandıklara, Topraklarımız erimesin, yok olmasın, yaşayacak bir vatanımız olsun diye. Ama huzurla, ama refahla, ama birlikte, ama beraberce, ama elele, ama içimiz rahat, ama göğsümüzü gere gere…


Seçim sonrasında yazacak çok şey vardı aslında,

Aslında,

Yüzlerce yazı yazdım da, sildim,
Binlerce cümle kurdum da, sildim,
On binlerce kelime kullandım da yine sildim.
Düşüncelerim, yazdıklarım, söylediklerim beni bile sıktı,
Ben bile sıkıldım papağan tekrarlamalarımdan.

Ne yazsaydım ki, ne yazabilirdim ki bildiğimiz şeylerden başka, 

Adil olmayan bir seçime gidildiğini biliyorduk,
Bu seçime giderken bir c.b. adayı hapiste, daha mahkemesi olmadan tutuklu,
Bu seçime giderken OHAL gibi bir olağanüstü sistem var, devletin elinde,
Bu seçime giderken devletin bütün katmanları iktidarın elinde,

Bunları mı yazsaydım, tekrarlasaydım.

Ama bilmiyor muyduk ki bunları, bile bile, kuzu kuzu gitmedik mi oy vermeye, bu demokrasi ise demokrasinin gereklerini yerine getirmeye…

Bunları mı yazsaydım,

Karamollaoğlu ile Akşener ile gerçek CHP’ nin , çizgisi şaşmamış  bir sosyal demokrat Chp’nin, demokratik ve laik ve özgür bir Türkiye düşleyen bir  Chp’nin işi olmaz, yakışmaz mı yazsaydım?

Ya da ‘’bekleyin,kazanıyoruz,  AA seçim sonuçlarını  manipülasyon yapıyor’’, diye diye seçmenini umutla bekleten, sonra da sırra kadem basıp, yok olan ve kimi ertesi gün, kimi 2 gün sonra, kimi 3 gün sonra ortaya çıkan’’ keşke ortaya hiç çıkmasalardı’’ diye düşündüğüm liderleri mi yazsaydım,

Milyonlarca seçmeni ekran başında beklerken, bir haber spikeri arkadaşına ‘’adam kazandı ‘’ diyebilen ve o anda kendisine güvenen insanlardaki hayal kırıklığını düşünemeyen bir politikacıyı mı yazsaydım?

Bunu bile akıl edemeyenler halkın beklentilerine nasıl cevap verecek diye mi yazsaydım?

Seçim bitmiş, İYİ PARTİ ve SP sözcüleri bile ’’ ittifak ömrünü tamamladı ‘’ derken,
CHP sözcüsü B. Tezcan’ın hala ‘’ seçim bitse de, demokrasi ve hukuk inşa etme konusunda ittifak'ın iradesi devam edecektir ‘’ demesini mi yazsaydım,

Ya da CHP sözcüsünün seçim gecesi CHP’ li seçmene o kadar umut vaat edip, umutlar fos çıktığı halde, hala ekranlarda hangi yüzle konuştuğunu merak ettiğimi mi yazsaydım,

Ah arkadaşlarım, hangisini yazsaydım?

İnce’nin kaçırılma komplo teorilerini mi, tehdit edilme teorilerini mi,

Seçim sonrası CHP içinde kazanın kaynamaya başlamasını mı,


13 seçim kaybetmiş Kılıçdaroğlu’nun ‘’ koltuk sevdalısı olanların bu partide yeri yoktur’’ demesini mi,

Hangi birini yazsaydım?

Aslında yine ve her daim kaybedenin CHP seçmeni olduğunu mu yazsaydım?

Partilerinin bütün yanlışlarını, eksiklerini görmelerine rağmen partiye sahip çıkmalarını mı yazsaydım,

''Oyları çalıyorlar ama'' diyenlere, ‘’çaldırmayın kardeşim, ülkeyi yönetmeye talipsiniz ya ‘’ mı deseydim,

Hindistan ‘da 1962’den beri girdiği her seçimi kaybeden 78 yaşındaki Shyam Babu Subudhi’ nin dünyada en çok seçim kaybeden lider olduğu söylenirken,
CHP’ ye de ‘’bu rekoru kırmaya aday mısınız?’’ Diye mi sorsaydım ve yazsaydım ?

BİLMİYORUM Kİ NE YAZSAYDIM ?



‘’Gitmek gerekir bazen,
Fazla yormadan,
Daha çok bıktırmadan,
Eğer vaktiyse,
 ardına bile dönüp bakmadan.
                                  CanYücel