Çok severlerdi beni, çok değerli bulurlardı beni. Çok eski
yıllara ait bir hazineydim ben. İçimde binlerce, milyonlarca altın, gümüş değil
ama sayısız hatıra, sayısız yaşanmışlık barındırırdım. Bu şehirle
özdeşleşmiştim. Savaşlar yaşayan şehir ile barış günlerini yaşayan şehir ile
doğal afetler ile yok olan, tekrar elbirliğiyle kurulmaya çalışılan şehir ile
yangınlar gören, acılar yaşayan, bazen de bayramlar yapan şehir ile rüzgârının
her türlüsünün tadına baktığım, yokuşlarında yorulan insanlarını bağrına
bastığım şehir ile özdeşleşmiştim. Ona aittim, yıllardır, asırlardır bunu
hissederdim.
Ben sadece şimdi konuşulan dili bilmezdim ki, Rumcayı da, Ermeniceyi
de, Çerkezceyi, Tatarcayı, inanmayacaksınız ama Romalıların dilini bile
bilirdim. Çok mu şaşırdınız? Siz bu topraklar kendinize mi ait sanıyorsunuz,
çok yanılıyorsunuz o zaman. Bütün dilleri bilirim ben, bu topraklarda yaşayan
insanların dillerini, her tür insan girmiştir koynuma zira. Kapatmazdım kapımı
insanların yüzüne, açıktı kapım tüm insanlığa.
Siz bilmezsiniz ama ben bilirim, ukala demeyin ama bana.
Siz
bu şehirde bir zamanlar 5 kilise ve 4 manastır olduğunu bilir misiniz?
550 dükkân ve 250 mağaza olduğunu duymuş muydunuz 1880’
li yıllarda.
17 sübyan mektebi, 1 mektep-i iptidai ve rüştiye olduğunu kimse
söylemiş miydi size ?
Evet, evet 1889 yıllarında Bandırma da bunlar yer alıyordu. Kaç
okulunuz, kaç mağazanız, kaç işyeriniz var şimdi acaba?
Herkes kurtarıyordu şehri bir diğerinden. Bizans Selçuklu’ dan,
Osmanlı Bizans’tan, Rumlar Osmanlıdan, Osmanlı
Rumlardan, Türkler Yunanlıdan kurtarıyordu şehri bıkmadan usanmadan. Çok
yorulduk, çok yorulduk hepimiz, ben ve bana benzeyen arkadaşlarım.
Dünyaya açılan gözlerimiz ile izliyorduk şehirdeki
gelişmeleri. At arabalarının, faytonların dört tekerli araçlara dönüşmesini,
kadınların peçelerini kaldırmasını, öğrencilerin şapka takmasını, yelkenli
küçük kayıkların yerine büyük büyük gemilerin iskeleye yanaşmasını, İstanbul
denilen şehire saatlerce giden gemilerin yerini hızlı deniz otobüslerinin
almasını, insanların kılık
kıyafetlerinin değişmesini, deniz kıyısına gazinolar yapılmasını, sonrada insanlarin kendi
yaptıklarını yıkmalarını, körfeze yapılan koca koca bacaları, benim bile
gördüğüm ama insanların nasıl olup da göremediği o bacalardan çıkan zehirli
dumanları, burnumun ucuna kadar gelen denizin benden uzaklaştığını izliyordum, izliyordum,
izliyordum.
Sordum hatta denize bir keresinde:
-Neden ama neden, bir suç mu işledim sana karşı, uzaklaştın
benden?
-Üzülme sen, dedi bana deniz. İnsan sayısı artıyormuş şehirde,
toprağa ihtiyacı varmış insanların, dedi bana fısıldayaraktan.
-Yetmedi mi koca dünya insanoğluna? diye haykırdım etrafıma…
O zaman anlamıştım değişim mi desek, dönüşüm mü, iyi
gelmeyecekti bana. İyice yaşlanıyordum da galiba.
Bana benziyordu çevremdekiler de. Benim gibi ufak tefek ama
sevimli. Benim gibi çok yer kaplamayan, gözü yükseklerde olmayan ama kişilikli,
az ile yetinen.
Hatta en yakın arkadaşımın şu an iyileştirildiği söyleniyor. Hasta mıydı ki,hiç haberim olmadı. Onu Cumhuriyetin ilk mimarlarında olan Kemalettin Bey yapmıştı. Çok asildi, bir Cumhuriyet eseriydi. Bir ara sevinmiştim, öğrencilere üniversite yapılmış diye. Ama sonra da duydum ki serserilere, tinercilere yataklık yapıyor diye. Şimdi kim bilir kimlerin elinde...
Deniz nasıl yok olduysa bir gün ansızın burnumun ucundan, o
bana benzeyen sevimli, kişilikli, ohhh mis gibi buram buram portakal çiçeği değil
ama çok daha mis gibi bir tarih kokusu yayan benzerlerim de yok olmaya başladı etrafımdan.
Korkuyordum ben de, sıra bana da gelecek, yok edecekler, yıkacaklar beni de diye. Oysa bu şehrin adı ‘’PANDERMOS’’
idi, güvenli liman anlamına gelirdi. Bu limana sığınanlara zarar gelmezdi, böyle bilirdik
biz, sığınmıştık sokaklarına, yolların kenarlarına dizilmiştik korkusuzca.
Bir de baktım ki…
Gözü yükseklerde, kendini beğenmiş olanlar bitmeye başladı
yanı başımda, kat, bir kat daha, bir kat daha…
Biçimsiz, şekilsiz, renksiz olanlar yer almaya başladı
etrafımda.
-Bu şehri bunun için mi kurtardık Yunan’dan, Rum’dan, diye bağırdım avaz avaz. Ama duymadı kimse sesimi, dolmuştu etrafım çünkü çirkin, eğri büğrü, kişiliksiz yapılarla.
-Bu şehri bunun için mi kurtardık Yunan’dan, Rum’dan, diye bağırdım avaz avaz. Ama duymadı kimse sesimi, dolmuştu etrafım çünkü çirkin, eğri büğrü, kişiliksiz yapılarla.
-Bu şehirde yaşanan acılar, bize de bu acıları yaşatmak için
mi çekildi, diye bağırdım avaz avaz. Ama duymadı kimse, dolmuştu etrafım çünkü
kendini beğenmiş, aç gözlü, dünya sadece
kendisinin sanan insanlarla.
Var mıydı acaba, çok derinden gelen sesimi duyan,
Ya da var mıydı acaba, bir köşede sıkışmış pencerelerimden
nefes almaya çalışan benim farkıma varan,
Varsa o insanlar, umut var hala benim gibi tek tük kalanlar
için demektir. Umut kırıntıları var hala çocuklarımız, torunlarımız için demektir.
Korumaya çalışıyorum, direniyorum, nefes almaya çalışıyorum
ben hala,
Duyuyorum ki hepiniz klavye başında arıyormuşsunuz atanızı,
dedenizi,
Oysa yok etmeseydiniz bizleri birer birer, bizde saklıydı
tüm bilgiler.
Yine de ben hala saklıyorum bu kadar çirkinliğin arasında,
Sizin kültürünüzü,
Sizin geçmişinizi,
Sizin anılarınızı…
Beni fark edin diye açıyorum pencerelerimi sonuna kadar…
Ben koruyorum bu minicik halimle tarihinizi,
:)
YanıtlaSilTeşekkürler.
paylaştım.
çok hoş...
YanıtlaSil