GÖKSU CAFE -2-
Evde anneciğim bekliyordu kapıda, harika bir masa
hazırlamış, aynı kendisi gibi, bütün sevdiğim yemekleri yapmış. Kadehlerimizi eve
dönmemin şerefine kaldırdık. Geleceğe, mutlu günlerimize, şerefe…
Konuyu açmak için, Bucalımdan bahsetmek için birkaç gün
geçmesini bekledim. Önce bana hem anne ama hem de bir arkadaş gibi olan anneme
açtım içimi, sevgimi. Dinledi önce saygıyla. Ardından başladı konuşmaya.
-Saygı duyuyorum sevginize. Ama bu bir gençlik aşkı olarak
kalsın anılarında. Hayat başka bir şey bitanem, masallardaki gibi değil ki.
Senin konumun, bizim durumumuz çok farklı…
Konuştu, konuştu. Değişmişti. O beni her daim anlayan, üzüldüğümde
saçımı okşayan annem değil miydi artık? Yine üzülüyorum anneciğim sen böyle
konuşunca, saçımı yine okşasana…
Ama hayır, saçım okşanmadı, kapımı çekip çıktı,’’ bir daha
bu konuyu açma’’ diyerek.
Babam, babam benim kahramanım, mutluluğum için, benim için
dünyaları yakacağını söyleyen adam, anlayacaktı beni, anlardı beni, üzülmeme
dayanamazdı.
Bucalımı anlattım babama. Çalışarak, emeğiyle, alnının teriyle
para kazandığını, adam gibi adam olduğunu, bir tanısa çok seveceğini,
dürüstlüğünü anlattım da anlattım, anlattım da anlattım.
Sanki duvara çarpıyordu sözlerim, işlemiyordu babamın birden
taşlaşan kalbine. Oysa babamın, kahramanımın kalbi taş değildi, pamuk kalpliydi
o, pamuk.
Ama ‘’Bucalının hiç şansı yok’’ dedi, benimle evlenmek
isteyen bir fabrika sahibinin oğlu varmış, bana çok uygunmuş, hayat aşktan
ibaret değilmiş, miş, miş, miş.
İşte 21 yaşındaydım daha, mazeret mi değil tabiî ki. Şimdi
mi 50’ li yaşlardayım, ama ben yaşlanmadım sizin gibi. Kırışmadı ellerim, kaz
ayaklarım oluşamadı göz kenarlarımda. Başka bir dünyadan yazıyorum bu satırları
size.
Karşı koyamadım aileme. Hiç cesur değildim, korkağın
tekiydim. Ben hepsini seviyordum aslında, ailemi de, Bucalımı da. Biri
kalbimde, diğerleri aklımda.
Dönmek üzere İzmir’ e, bindiğim otobüs alsın götürsün beni
çok uzaklara istedim, çok ama çok uzaklara. Nasıl ayrılırdım Bucalımdan, nasıl?
Gitsek başka diyarlara, al götür beni buralardan dedim otobüse.
Ama sonunda buldum kendimi İzmir’ de, otogarda. Kalan eşyalarımı almaya gelmiştim, hem de
vedalaşmaya Deniz Pansiyona, arkadaşlarıma ve de GÖKSU’ ya.
Bucalım karşıladı beni, o kadar özlemiş ki, anladım beni
kucaklamasından. Sanırım o da anladı benim biraz düşünceli, biraz mesafeli
sarılmamdan, bir şeylerin ters gittiğini.
2 Haziran’dı işte, nasıl unuturum ki.’’Konuşmalıyız’’ dedim
ona. ‘’eve gidelim’’ dedi o da. Daha rahat konuşuruz diye. Hak verdim ona. Hem
de ne konuşacağımı, nasıl konuşacağımı onu bırakıp ailemi tercih edeceğimi
nasıl söyleyeceğimi hiç ama hiç bilmiyordum. Ama o biliyordu, o beni bilirdi,
bakışlarımdan anlardı, ellerimin terlemesinden, sesimin titremesinden anlardı o
beni.
Mutfakta bir neskafe yaptı bize, sevdiğimiz gibi, şekersiz,
sade.
Bir de sigara yaktık, o samsun, ben salem, mentollü.
''Ailem'', dedim, ''kabul etmiyorlar bizi yani, seni. Onlara karşı gelemiyorum, affedebilecek misin beni…'' Anlattı bana sevgimizin her şeyden üstün olduğunu, beraber
olursak her zorluğu aşacağımızı, zamanla bizi anlayacaklarını, bize saygı
duyacaklarını, anlattı da anlattı.
-Yapamayacağım, yapamam, dedim ona.
Son hatırladığım bu dünyaya ait, onun o kalbimi delip geçen,
uzun mu uzun ok kirpikli, kahverengi gözlerinden akan yaşlar oldu, oysa oysa
ben onu hiç ağlarken görmemiştim ki, neden ağlıyordu, dayanamazdım ben onun ağlamasına,
dayanamazdım ben onun gözyaşlarına.
Vücudumda bir acı, bir soğukluk hissettiğimde anlayamadım
ben onun bedenime saplanan soğuk bir metal olduğunu, çünkü o ağlıyordu ya, hala
ben onun ağlamasındaydım, ben onun
gözyaşlarına takılıp kalmıştım.
O beni çok seviyordu ya, bir bıçak darbesi yetmedi sevgisini
öldürmeye, bir daha, bir daha, yetmedi aşkını yok etmeye, bir daha bir daha
yetmedi yaşadıklarımızı silmeye, gömmeye.
Kaderin cilvesi, ben ağlarken tanışmıştık, o ağlıyorken
ayrıldık.
Sonradan gördüm gazetelerde 15
bıçak darbesi imiş vücuduma saplanan.
******************************************************************
Sadece ‘’yapamayacağım, beni affet’’dediğini ve ağladığımı
hatırlıyorum o ana dair. Bizi bulduklarında mutfakta hala ağlıyormuşum onun
başucunda.
Tam 30 yıl, tam 30 yıl sordum kendime, ben niye yaşıyorum ki
diye. Hâkim 30 yıl verince cezamı, kahroldum, ölümdü benim cezam ya da müebbet.
Nasıl bir sevgi, nasıl bir aşkmış ki, olmaz olsun. Benim ki düpedüz bir cinayetti.
İnsan sevdiğine kıyar mıydı hiç?
Anneciğim geldi beni karşılamaya cezaevinden çıktığım gün.
Hep bugünü beklemiş ve bugün için ayakta kalmıştı. Ama bilmediği bir şey vardı.
Nefes alamıyordum dışarıda. Onun nefes almadığı bir dünyada boğuluyordum,
soluksuz kalmıştım. Anneciğim bilmiyordu tabi ki… Artık çocuğu bu dünyanın
insanı değildi.
Eve gidince mutfağa girdim o günkü gibi, 2 Haziran.
Bir neskafe yaptım kendime, sevdiğimiz gibi şekersiz sade.
Bir de, bir de onun sigarasından yaktım, salem, naneli.
Bir nefes borcum
vardı ona. Bucalıyız ya, aldım silahımı dolabımdan,
Artık huzurluydum, gidebilirdim yanına,
Kesin bekliyordur beni oralarda…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder