24 Mart 2018 Cumartesi

GÖKSU CAFE -2-



                                          

                       GÖKSU CAFE -2-

Evde anneciğim bekliyordu kapıda, harika bir masa hazırlamış, aynı kendisi gibi, bütün sevdiğim yemekleri yapmış. Kadehlerimizi eve dönmemin şerefine kaldırdık. Geleceğe, mutlu günlerimize, şerefe…

Konuyu açmak için, Bucalımdan bahsetmek için birkaç gün geçmesini bekledim. Önce bana hem anne ama hem de  bir arkadaş gibi olan anneme açtım içimi, sevgimi. Dinledi önce saygıyla. Ardından başladı konuşmaya.

-Saygı duyuyorum sevginize. Ama bu bir gençlik aşkı olarak kalsın anılarında. Hayat başka bir şey bitanem, masallardaki gibi değil ki. Senin konumun, bizim durumumuz çok farklı…

Konuştu, konuştu. Değişmişti. O beni her daim anlayan, üzüldüğümde saçımı okşayan annem değil miydi artık? Yine üzülüyorum anneciğim sen böyle konuşunca, saçımı yine okşasana…

Ama hayır, saçım okşanmadı, kapımı çekip çıktı,’’ bir daha bu konuyu açma’’ diyerek.

Babam, babam benim kahramanım, mutluluğum için, benim için dünyaları yakacağını söyleyen adam, anlayacaktı beni, anlardı beni, üzülmeme dayanamazdı.

Bucalımı anlattım babama. Çalışarak, emeğiyle, alnının teriyle para kazandığını, adam gibi adam olduğunu, bir tanısa çok seveceğini, dürüstlüğünü anlattım da anlattım, anlattım da anlattım.

Sanki duvara çarpıyordu sözlerim, işlemiyordu babamın birden taşlaşan kalbine. Oysa babamın, kahramanımın kalbi taş değildi, pamuk kalpliydi o, pamuk.

Ama ‘’Bucalının hiç şansı yok’’ dedi, benimle evlenmek isteyen bir fabrika sahibinin oğlu varmış, bana çok uygunmuş, hayat aşktan ibaret değilmiş, miş, miş, miş.

İşte 21 yaşındaydım daha, mazeret mi değil tabiî ki. Şimdi mi 50’ li yaşlardayım, ama ben yaşlanmadım sizin gibi. Kırışmadı ellerim, kaz ayaklarım oluşamadı göz kenarlarımda. Başka bir dünyadan yazıyorum bu satırları size.

Karşı koyamadım aileme. Hiç cesur değildim, korkağın tekiydim. Ben hepsini seviyordum aslında, ailemi de, Bucalımı da. Biri kalbimde,  diğerleri aklımda.

Dönmek üzere İzmir’ e, bindiğim otobüs alsın götürsün beni çok uzaklara istedim, çok ama çok uzaklara. Nasıl ayrılırdım Bucalımdan, nasıl? Gitsek başka diyarlara, al götür beni buralardan dedim otobüse.
Ama sonunda buldum kendimi  İzmir’ de, otogarda.  Kalan eşyalarımı almaya gelmiştim, hem de vedalaşmaya Deniz Pansiyona, arkadaşlarıma ve de GÖKSU’ ya.

Bucalım karşıladı beni, o kadar özlemiş ki, anladım beni kucaklamasından. Sanırım o da anladı benim biraz düşünceli, biraz mesafeli sarılmamdan, bir şeylerin ters gittiğini.

2 Haziran’dı işte, nasıl unuturum ki.’’Konuşmalıyız’’ dedim ona. ‘’eve gidelim’’ dedi o da. Daha rahat konuşuruz diye. Hak verdim ona. Hem de ne konuşacağımı, nasıl konuşacağımı onu bırakıp ailemi tercih edeceğimi nasıl söyleyeceğimi hiç ama hiç bilmiyordum. Ama o biliyordu, o beni bilirdi, bakışlarımdan anlardı, ellerimin terlemesinden, sesimin titremesinden anlardı o beni.

Mutfakta bir neskafe yaptı bize, sevdiğimiz gibi, şekersiz, sade.
Bir de sigara yaktık, o samsun, ben salem, mentollü.

''Ailem'', dedim, ''kabul etmiyorlar bizi yani, seni. Onlara karşı gelemiyorum, affedebilecek misin beni…'' Anlattı bana sevgimizin her şeyden üstün olduğunu, beraber olursak her zorluğu aşacağımızı, zamanla bizi anlayacaklarını, bize saygı duyacaklarını, anlattı da anlattı.

-Yapamayacağım, yapamam, dedim ona.

Son hatırladığım bu dünyaya ait, onun o kalbimi delip geçen, uzun mu uzun ok kirpikli, kahverengi gözlerinden akan yaşlar oldu, oysa oysa ben onu hiç ağlarken görmemiştim ki, neden ağlıyordu, dayanamazdım ben onun ağlamasına, dayanamazdım ben onun gözyaşlarına.

Vücudumda bir acı, bir soğukluk hissettiğimde anlayamadım ben onun bedenime saplanan soğuk bir metal olduğunu, çünkü o ağlıyordu ya, hala ben onun ağlamasındaydım,  ben onun gözyaşlarına takılıp kalmıştım.

O beni çok seviyordu ya, bir bıçak darbesi yetmedi sevgisini öldürmeye, bir daha, bir daha, yetmedi aşkını yok etmeye, bir daha bir daha yetmedi yaşadıklarımızı silmeye, gömmeye.

Kaderin cilvesi, ben ağlarken tanışmıştık, o ağlıyorken ayrıldık.

Sonradan gördüm gazetelerde 15 bıçak darbesi imiş vücuduma saplanan.

******************************************************************

Sadece ‘’yapamayacağım, beni affet’’dediğini ve ağladığımı hatırlıyorum o ana dair. Bizi bulduklarında mutfakta hala ağlıyormuşum onun başucunda.

Tam 30 yıl, tam 30 yıl sordum kendime, ben niye yaşıyorum ki diye. Hâkim 30 yıl verince cezamı, kahroldum, ölümdü benim cezam ya da müebbet. Nasıl bir sevgi, nasıl bir aşkmış ki, olmaz olsun. Benim ki düpedüz bir cinayetti. İnsan sevdiğine kıyar mıydı hiç?

Anneciğim geldi beni karşılamaya cezaevinden çıktığım gün. Hep bugünü beklemiş ve bugün için ayakta kalmıştı. Ama bilmediği bir şey vardı. Nefes alamıyordum dışarıda. Onun nefes almadığı bir dünyada boğuluyordum, soluksuz kalmıştım. Anneciğim bilmiyordu tabi ki… Artık çocuğu bu dünyanın insanı değildi.

Eve gidince mutfağa girdim o günkü gibi, 2 Haziran.
Bir neskafe yaptım kendime, sevdiğimiz gibi şekersiz sade.
Bir de, bir de onun sigarasından yaktım, salem, naneli.
Bir nefes  borcum vardı ona. Bucalıyız ya, aldım silahımı dolabımdan,
Artık huzurluydum, gidebilirdim yanına,
Kesin bekliyordur beni oralarda…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder