17 Mart 2018 Cumartesi

GÖKSU CAFE -1-






  

                                                 GÖKSU CAFE  -1-

Bir cezaevinin 7 numaralı koğuşundan yazıyorum bu satırları. 12 kişinin yaşadığı bir koğuştan. Türlü türlü hikâyeleri olan, kader mahkûmu mu dersiniz, acımasız katil mi, insan değil bu mu dersiniz, bilemem. Her türden niteleyebileceğiniz, damgalayabileceğiniz ve de yargılayabileceğiniz insan var bu koğuşta.

Bazen annenizle, bazen çocuğunuzla, bazen sevgilinizle, karınızla aynı odayı paylaşmak zor gelir de, işte biz burada yıllardır beraber yaşıyoruz. Ama böylesi bu koşullarda çok iyi gelir insana, inanın bana, insandan kopmadan, hayattan kopmadan yaşamak demektir koğuş sistemi. Çünkü bir de hücreler var ya hücreler. Gün ışığına hasret kaldığınız, bir canlı sesini mumla aradığınız, bir böceğin hışırtısı ile ya da bir farenin sesi ile yaşadığınızı anladığınız hücreler var ya.

Herkesin bir hikâyesi var burada, hikâye demek az gelir, kocaman bir romanın sayfalarını dolduracak olaylar var burada.

Ben de bir aşk mahkumuyum işte. Hem de hem de…

Böyle bir sonu olacağını bilseydim aşkımızın, başlar mıydım ki hiç?
Ona zarar vereceğimi bilseydim, onu inciteceğimi söyleselerdi inanır mıydım ki hiç?

Bucalıyız biz, Buca delikanlısıyız biz. Burada doğduk, bu sokaklarda top sektirdik, bu çevredeki okullarda okuduk. Hatta ben Buca Anadolu Lisesi’ni kazanmıştım, oradan mezunum. Ama işte, babam ölünce vakitsiz, evin geçimi bana kaldı, büyük adam olacaktım, taksi şoförü oldum.
Çok severim Buca’yı. Bir üniversite şehridir burası. Kendim okuyamadım ya, hep havasını kokladım yine de.  Evimizin karşısındaydı Eğitim Fakültesi. Eylül sonu açıldı mı okul, her yer cıvıl cıvıl, Türkiye’nin dört bir yanından gelen erkek, kız öğrenciler… Okulun öğrencilerine şimdiden öğretmen olmuş gibi bakardı Bucalılar.

Göksu cafe vardı tam okulun karşısında. Öğrencilerin ikinci adresi, buluşma mekânı, herkesler buradaydı. Arkadaşımındı Göksu Cafe, tabi ki bizim de mekânımızdı. Yardım ederdik ona, ayrıca yardımcı olurduk, evinden, yurdundan kopup gelmiş, kimi zaman hala anasını özleyen gençlere.
Kasım ayının 27 si idi, onu gördüğümde onlarca kızın içinde, Göksu Cafe’de. Tüm insanlar silinmişti teker teker çevremde, bir o parlıyordu bana ışıl ışıl. Kısacık sarı saçları, renkli gözleri ile herkesten farklıydı, fark etmemek imkânsızdı, sadece ben değil,  kız, erkek ona bakardı. Arkadaşım anladı ona mıhlandığımı, anlattı biraz bana. Güzeldi ya, gerçekten de güzelliği tescillilerdenmiş, bir güzellik yarışmasında derecesi varmış. Hemen çevirdim kafamı başka yöne, uymaz bana dedim kendi kendime. Bilirdim bu işleri, davul bile dengi dengine, tencere kapak misali. Anlardık bu işlerden biraz. Üniversite de okumadık ama hayat okulunun başarılı öğrencilerindendim ben de yani. Güzel kız, yolu açık olsun, dedim içimden…

Yine bir gün Göksu’dayken, benim tescilli güzel girdi içeri. Ve de ağlıyordu, burnu aka aka hem de, elinde mendili. Bir çay diye seslendi, arkadaşım çok yoğun olduğu için, bana verdi çayı götür, diye. İnanın ben atlamadım götüreyim, diye. Ayaklarım kırılsaydı da götürmeseydim o çayı, ellerim tutmasaydı da tutamasaydım o bardağı, dillerim tutulsaydı da sormasaydım ona neden ağladığını, aklım uçup gitseydi de akıllı uslu konuşmasaydım, saçma sapan bir şeyler söyleseydim ona.

-Neden ağlıyorsunuz, kötü bir şey olduysa, yardımcı olabilir miyim, dedim ona.

-Gramerden çok kötü bir not aldım, vize alamam artık, bütünlemeye kalacağım galiba…

Başladım kahkahalarla gülmeye elimde olmadan. Kızar gibi baktı bana.

-Bu mu yani, dedim ona. Bu mu sizi salya sümük dünyanın sonu gelmiş gibi ağlatan. Kimse ölmemiş, kimse hastalanmamış, kimse sizi üzmemiş, siz kimseyi üzmemişsiniz. Bu mu yani, deyip ayrıldım yanından.

Denk değildik, bunu kafama çoktan yazmıştım, dedim ya şofördük falan ama aptal değildik ya. Bizimle işi olmazdı o kızın, benim de olmazdı zaten onunla işim. 

Göksu Cafe her adımımızın şahidi işte. Buraya anlattıklarımı onun ağzından da dinleyebilirsiniz. Herkesler şahittir, Göksu Cafenin sakinleri bilir adım adım yaşadıklarımızı. Yine Göksu Cafe de sıradan bir gündü. Bomboştu Cafe, öğrenciler okulda, biz Göksu Cafe’de.

O girdi içeri, kolunun altında kitapları, yandan ayrılmış kısacık sarı saçları, dizinden aşağı kadar bağcıklı kot pantolonu, son moda. Masanın yanına geldi, başucumda durdu ve:

-Kimse ölmedi, kimse hastalanmadı, kimse beni üzmedi, ben kimsecikleri üzmedim. O halde, şimdi benimle çay içer misiniz? Dedi. Ezberlemiş o gün bütün söylediklerimi kelime kelime.

Daha o an anlamıştım işlerin farklı yönde gelişeceğini, benim mantığımın defalarca tekrar ettiği gibi bana göre değil, laflarının masal olacağını.

İçtik işte, bir bardak çay, iki bardak çay,  üç bardak çay. Anlattık, anlaştık, ne çok şey varmış anlatacağımız birbirimize, anlayamadım. O bana Aydın’ da ki hayatını, ben ona Buca’daki hayat okulundaki öğrenciliğimi, anlattık, anlattık.

Evet, denk değildik de, ama sanki de çok denk gibiydik. Evet, ayrı dünyaların insanlarıydık da, ama ama sanki de tıpatıp aynı dünyanın insanıydık. Anlayamadım.

Evet, evet, aynı değiliz, farklı gezegenlerden, farklı kutuplardan geldik dedim de, içinizde  hani her şeye olumlu bakmak isteyen biri vardır ya. FARKLILIKLARDIR BİRBİRİNİ tamamlayan diye bir şeyler mırıldanıyordu hep kulağıma.

O yaklaşılamaz, ulaşılamaz görüntüsünün, o pahalı kıyafetlerinin altında başka biri yaşıyordu kesin. Bana göstermişti yalın halini, benliğini. Çok yaklaştık birbirimize, bütün Buca öğrenmişti aşkımızı, saklamıyorduk kimseden de. Buca’da bir kız öğrenci yurdunda kalıyordu. Deniz Pansiyon diye. Deniz Pansiyona da sorabilirsiniz adım adım yaşadıklarımızı. O da şahittir aşkımıza, sevgimize. Kapısında dışarı çıkmasını beklediğim saatleri, kapısından içeri uğurladığım ve de daha o an da özlediğim saatleri.

Tek anneciğim üzülüyordu bu mutlu, havalarda uçan oğluna. Oysa anneler mutlu olsun istemez miydi çocukları? Ben yanlış mı biliyordum bunu? Bizim evde ben mutluluktan uçtukça, prensesimi anlattıkça annemin üzüntüsü sanki bin kat artıyordu da hiç anlam veremiyordum hatta bazen de kızıyordum, mutluluğumu paylaşmıyorsun diye. Ah anneler, bilirlermiş meğer görürlermiş meğer geleceği.

3 yıl böyle geçti gitti rüzgâr gibi, İzmir’in insanı bir hoş eden meltem’i gibi. Benim prensesim gibi aynı, benim prensesim de bir meltemdi, evet, evet onun adı MELTEM’di. Geleceğe dair planlar yapılmaz mı hiç, hem de ne planlar. Ailesinden bahsettiğimde ise, onların hiçbir sorun çıkarmayacaklarını, çünkü bir tanecik kızları olduğunu, onun bir dediğini iki etmediklerini bana anlatıp duruyordu.

İnanıyordum ona, hayat okulunda okuyordum da henüz mezun olma zamanım gelmemiş işte, inanıyordum söylediği her şeye. Ama inanarak söylüyordu sanki  o da.

Okulun son günleri yaklaşmıştı iyice, mezun oluyordu, İngilizce öğretmeni olacaktı. Ailesiyle konuşacak, onlara beni anlatacak, ne kadar dürüst, çalışkan, adam gibi adam olduğumu anlatacaktı. Sonra da bizi çağıracak, tanıştıracaktı. Ne kadar da kolaydı, ne kadar da basitti.

Yolcu ettim onu, bindirdim otobüse, öpücük yolladık birbirimize.

-Hadi, git bekleme, der ya yolcu ile bekleyen birbirine, o da hadi git dedi bana, güldük birbirimize.

Jetonla konuşuluyordu o zamanlar. Bir avuç jeton alır girerdim kulübeye, sıra bekleyen varsa sinir olurdu bana. Saatlerce konuşurduk, saatlerce…

*******************************************************************************

Aydın otogarına ulaştığımızda babam gelmişti karşılamaya yanında küçük kardeşimle. Bavullar, battaniyeler, az değil yani, koskoca 4 yılın eşyaları, kitapları. Sarıldı babam bana, prensesini çok özlemişti o da ve çok mutluydu, öğretmen olmuştum, evime dönüyordum,daha ne olsundu ama gel gör ki ne bilsin babacığım prensesinin aklı kalmıştı Bucalı’ da …

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder