GÖKSU CAFE -1-
Bir cezaevinin 7 numaralı koğuşundan yazıyorum bu satırları.
12 kişinin yaşadığı bir koğuştan. Türlü türlü hikâyeleri olan, kader mahkûmu mu
dersiniz, acımasız katil mi, insan değil bu mu dersiniz, bilemem. Her türden
niteleyebileceğiniz, damgalayabileceğiniz ve de yargılayabileceğiniz insan var
bu koğuşta.
Bazen annenizle, bazen çocuğunuzla, bazen sevgilinizle,
karınızla aynı odayı paylaşmak zor gelir de, işte biz burada yıllardır beraber
yaşıyoruz. Ama böylesi bu koşullarda çok iyi gelir insana, inanın bana, insandan
kopmadan, hayattan kopmadan yaşamak demektir koğuş sistemi. Çünkü bir de
hücreler var ya hücreler. Gün ışığına hasret kaldığınız, bir canlı sesini mumla
aradığınız, bir böceğin hışırtısı ile ya da bir farenin sesi ile yaşadığınızı
anladığınız hücreler var ya.
Herkesin bir hikâyesi var burada, hikâye demek az gelir,
kocaman bir romanın sayfalarını dolduracak olaylar var burada.
Ben de bir aşk mahkumuyum işte. Hem de hem de…
Böyle bir sonu olacağını bilseydim aşkımızın, başlar mıydım ki
hiç?
Ona zarar vereceğimi bilseydim, onu inciteceğimi
söyleselerdi inanır mıydım ki hiç?
Bucalıyız biz, Buca delikanlısıyız biz. Burada doğduk, bu
sokaklarda top sektirdik, bu çevredeki okullarda okuduk. Hatta ben Buca Anadolu
Lisesi’ni kazanmıştım, oradan mezunum. Ama işte, babam ölünce vakitsiz, evin
geçimi bana kaldı, büyük adam olacaktım, taksi şoförü oldum.
Çok severim Buca’yı. Bir üniversite şehridir burası. Kendim
okuyamadım ya, hep havasını kokladım yine de.
Evimizin karşısındaydı Eğitim Fakültesi. Eylül sonu açıldı mı okul, her
yer cıvıl cıvıl, Türkiye’nin dört bir yanından gelen erkek, kız öğrenciler…
Okulun öğrencilerine şimdiden öğretmen olmuş gibi bakardı Bucalılar.
Göksu cafe vardı tam okulun karşısında. Öğrencilerin ikinci
adresi, buluşma mekânı, herkesler buradaydı. Arkadaşımındı Göksu Cafe, tabi ki
bizim de mekânımızdı. Yardım ederdik ona, ayrıca yardımcı olurduk, evinden,
yurdundan kopup gelmiş, kimi zaman hala anasını özleyen gençlere.
Kasım ayının 27 si idi, onu gördüğümde onlarca kızın içinde,
Göksu Cafe’de. Tüm insanlar silinmişti teker teker çevremde, bir o parlıyordu
bana ışıl ışıl. Kısacık sarı saçları, renkli gözleri ile herkesten farklıydı,
fark etmemek imkânsızdı, sadece ben değil, kız, erkek ona bakardı. Arkadaşım anladı ona
mıhlandığımı, anlattı biraz bana. Güzeldi ya, gerçekten de güzelliği
tescillilerdenmiş, bir güzellik yarışmasında derecesi varmış. Hemen çevirdim
kafamı başka yöne, uymaz bana dedim kendi kendime. Bilirdim bu işleri, davul bile
dengi dengine, tencere kapak misali. Anlardık bu işlerden biraz. Üniversite de
okumadık ama hayat okulunun başarılı öğrencilerindendim ben de yani. Güzel kız,
yolu açık olsun, dedim içimden…
Yine bir gün Göksu’dayken, benim tescilli güzel girdi içeri.
Ve de ağlıyordu, burnu aka aka hem de, elinde mendili. Bir çay diye seslendi,
arkadaşım çok yoğun olduğu için, bana verdi çayı götür, diye. İnanın ben
atlamadım götüreyim, diye. Ayaklarım kırılsaydı da götürmeseydim o çayı,
ellerim tutmasaydı da tutamasaydım o bardağı, dillerim tutulsaydı da
sormasaydım ona neden ağladığını, aklım uçup gitseydi de akıllı uslu
konuşmasaydım, saçma sapan bir şeyler söyleseydim ona.
-Neden ağlıyorsunuz, kötü bir şey olduysa, yardımcı olabilir
miyim, dedim ona.
-Gramerden çok kötü bir not aldım, vize alamam artık,
bütünlemeye kalacağım galiba…
Başladım kahkahalarla gülmeye elimde olmadan. Kızar gibi
baktı bana.
-Bu mu yani, dedim ona. Bu mu sizi salya sümük dünyanın sonu
gelmiş gibi ağlatan. Kimse ölmemiş, kimse hastalanmamış, kimse sizi üzmemiş,
siz kimseyi üzmemişsiniz. Bu mu yani, deyip ayrıldım yanından.
Denk değildik, bunu kafama çoktan yazmıştım, dedim ya şofördük
falan ama aptal değildik ya. Bizimle işi olmazdı o kızın, benim de olmazdı
zaten onunla işim.
Göksu Cafe her adımımızın şahidi işte. Buraya anlattıklarımı
onun ağzından da dinleyebilirsiniz. Herkesler şahittir, Göksu Cafenin sakinleri
bilir adım adım yaşadıklarımızı. Yine Göksu Cafe de sıradan bir gündü. Bomboştu
Cafe, öğrenciler okulda, biz Göksu Cafe’de.
O girdi içeri, kolunun altında kitapları, yandan ayrılmış
kısacık sarı saçları, dizinden aşağı kadar bağcıklı kot pantolonu, son moda. Masanın
yanına geldi, başucumda durdu ve:
-Kimse ölmedi, kimse hastalanmadı, kimse beni üzmedi, ben
kimsecikleri üzmedim. O halde, şimdi benimle çay içer misiniz? Dedi. Ezberlemiş
o gün bütün söylediklerimi kelime kelime.
Daha o an anlamıştım işlerin farklı yönde gelişeceğini,
benim mantığımın defalarca tekrar ettiği gibi bana göre değil, laflarının masal
olacağını.
İçtik işte, bir bardak çay, iki bardak çay, üç bardak çay. Anlattık, anlaştık, ne çok şey
varmış anlatacağımız birbirimize, anlayamadım. O bana Aydın’ da ki hayatını,
ben ona Buca’daki hayat okulundaki öğrenciliğimi, anlattık, anlattık.
Evet, denk değildik de, ama sanki de çok denk gibiydik. Evet,
ayrı dünyaların insanlarıydık da, ama ama sanki de tıpatıp aynı dünyanın
insanıydık. Anlayamadım.
Evet, evet, aynı değiliz, farklı gezegenlerden, farklı
kutuplardan geldik dedim de, içinizde hani her şeye olumlu bakmak isteyen biri
vardır ya. FARKLILIKLARDIR BİRBİRİNİ tamamlayan diye bir şeyler mırıldanıyordu
hep kulağıma.
O yaklaşılamaz, ulaşılamaz görüntüsünün, o pahalı
kıyafetlerinin altında başka biri yaşıyordu kesin. Bana göstermişti yalın
halini, benliğini. Çok yaklaştık birbirimize, bütün Buca öğrenmişti aşkımızı,
saklamıyorduk kimseden de. Buca’da bir kız öğrenci yurdunda kalıyordu. Deniz
Pansiyon diye. Deniz Pansiyona da sorabilirsiniz adım adım yaşadıklarımızı. O
da şahittir aşkımıza, sevgimize. Kapısında dışarı çıkmasını beklediğim
saatleri, kapısından içeri uğurladığım ve de daha o an da özlediğim
saatleri.
Tek anneciğim üzülüyordu bu mutlu, havalarda uçan oğluna. Oysa
anneler mutlu olsun istemez miydi çocukları? Ben yanlış mı biliyordum bunu?
Bizim evde ben mutluluktan uçtukça, prensesimi anlattıkça annemin üzüntüsü sanki
bin kat artıyordu da hiç anlam veremiyordum hatta bazen de kızıyordum,
mutluluğumu paylaşmıyorsun diye. Ah anneler, bilirlermiş meğer görürlermiş
meğer geleceği.
3 yıl böyle geçti gitti rüzgâr gibi, İzmir’in insanı bir hoş
eden meltem’i gibi. Benim prensesim gibi aynı, benim prensesim de bir meltemdi, evet, evet onun adı MELTEM’di. Geleceğe dair planlar yapılmaz mı hiç, hem
de ne planlar. Ailesinden bahsettiğimde ise, onların hiçbir sorun
çıkarmayacaklarını, çünkü bir tanecik kızları olduğunu, onun bir dediğini iki
etmediklerini bana anlatıp duruyordu.
İnanıyordum ona, hayat okulunda okuyordum da henüz mezun
olma zamanım gelmemiş işte, inanıyordum söylediği her şeye. Ama inanarak
söylüyordu sanki o da.
Okulun son günleri yaklaşmıştı iyice, mezun oluyordu,
İngilizce öğretmeni olacaktı. Ailesiyle konuşacak, onlara beni anlatacak, ne
kadar dürüst, çalışkan, adam gibi adam olduğumu anlatacaktı. Sonra da bizi
çağıracak, tanıştıracaktı. Ne kadar da kolaydı, ne kadar da basitti.
Yolcu ettim onu, bindirdim otobüse, öpücük yolladık
birbirimize.
-Hadi, git bekleme, der ya yolcu ile bekleyen birbirine, o
da hadi git dedi bana, güldük birbirimize.
Jetonla konuşuluyordu o
zamanlar. Bir avuç jeton alır girerdim kulübeye, sıra bekleyen varsa sinir olurdu
bana. Saatlerce konuşurduk, saatlerce…
*******************************************************************************
Aydın otogarına ulaştığımızda babam gelmişti karşılamaya
yanında küçük kardeşimle. Bavullar, battaniyeler, az değil yani, koskoca 4
yılın eşyaları, kitapları. Sarıldı babam bana, prensesini çok özlemişti o da ve
çok mutluydu, öğretmen olmuştum, evime dönüyordum,daha ne olsundu ama gel gör ki ne bilsin
babacığım prensesinin aklı kalmıştı Bucalı’ da …
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder