31 Mart 2018 Cumartesi

ELMAS KÜPELER









ELMAS KÜPELER

Annemin dedesinin  babası elinde bir tek tahta valiz ile gelmiş köylerine. Köyün imamı olarak göndermişler onu o köye.  Çok yakışıklı bir adammış, ama valizinden başka bir şeyi yokmuş.

Annemin büyük babaannesi de o köyün hanım ağalarındanmış. Binlerce dönüm toprak sahibi. İşte yolları böyle kesişmiş. Bu da belki ileride ayrı bir öykü konusu olacakmış.

Araya köyün ileri gelenleri girmiş ve hanım ağanın konağına tek valizi ile köyün imamı içgüveysi olarak girmiş.
Ama imamın tahta bir valizinden başka cebinde çok ama çok kıymetli bir şeyi daha varmış. Bir çift elmas küpe. Bu küpeler annesinden tek hatıra kalmış adama. Evlendikleri gece o bir çift elmas küpe hanım ağanın kulağına takılmış, ölene kadar hiç çıkmamacasına.

O küpeler sadece değerli bir taş olarak değil, aynı zamanda bir tarih arşivi gibi gelmiş günümüze.
Büyük babaanneden babaanneye,babaanneden onun  gelinine ,yani aneanneme, oradan anneme, oradan da bana. 

Elmas küpelerin her biri, biri küçük, diğeri küçüğün ucuna takılmış büyük bir damladan
oluşuyordu. Annem onları bana teslim ettiğinde her birini o eski kadınlardan biri olarak canlandırdım hemen gözümde.
İki büyük parça büyük anneler, küçük parçalar anneannem ve annem .

Onları taktığımda kendimi öyle kuvvetli hissederdim ki, hepsi beni kötülüklerden korumak üzere,
çirkinliklere karşı kollamak üzere benimleydiler sanki. Çok huzurluydum çok. Önceleri özel günlerde taktığım küpeler sonra kulağıma yapıştı sanki, çıkmaz oldular kulaklardan.

Bir gün sınıfta, dersimi anlatıyorken kulaklarımdan biri zonklamaya başladı birden. Küpenin takıldığı yer iltihaplanmıştı galiba. Anlatamayacaktım dersi acıdan. Çıkardım küpelerimi kulaklarımdan, öğretmen masasının üzerine, çantamın yanına bıraktım.

Döndüm tekrar sınıfa ve başladım anlatmaya. Asit ile bazları, özelliklerini, tepkimelerini, tuz oluşturmalarını anlatıyordum. Kaptırmıştım  kendimi asit ile bazın aşkına, sanırsınız ki devlerin aşkını anlatıyordum. Ders zili çalınca kaptım çantamı, koştum kantine çaya. Sanki kaçıyordu kantin ya…

Eve geldiğimde içimi rahatsız eden bir şey vardı, hani huzursuz hisseder ya insan kendini, nedenini bilmeden. Aynaya bakınca anladım huzursuzluğumun sebebini, duyduğum boşluğun nedenini. Kulaklarım boştu, yoktu beni  kollayan kadınlarım. Eyvah, tehlikedeydim. Koştum telefona, aradım okulu, söyledim sınıfı, arattım her tarafları. Ama çok geçti, gitmişti kadınlarım,terk etmişlerdi beni.

Suçluluk ve boşluk hissi hiç gitmedi kalbimden. İhanet etmiştim hepsine birden, yüzyıllardan gelmişlerdi buralara da, ben sahip çıkamamıştım onlara.

Kimi zaman rüyamda görüyordum  babaanneyi kulaklarında elmas küpeleri ile.
Kimi zaman annemi görüyordum rüyamda, annem kızgınlıkla çekiyorken kulaklarımı.

Kaç yıl geçti aradan  hatırlayamıyorum .

Bir gün Bandırma’da, Sevgi yolunda yürüyorken karşımda yıllardır görmediğim çok sevdiğim öğrencilerimden birini gördüm, genç bir kadın olmuştu öğrencim,  elinde bir minik kız çocuğu ile. O da beni  gördü ve koştu geldi sarıldı bana. Ama sonra birden uzaklaştı benden, bilinçaltı işte,  elleri  gitmişti kulaklarına.

Bir çift elmas küpe. İnanılır gibi değildi. Öğrencimin  kulaklarında tüm eski kadınlarım bana bakıyordu kızgınlıkla. Bilemedim ne diyeceğimi, ne yapmam gerektiğine karar veremedim.

Ama bulmuştum ya onları yeniden. Biliyordum ya onların emin ellerde olduğunu hiç olmazsa. İnanmayacaksınız ama içim öyle bir rahatlamıştı ki.

Tedirginlikle bakan öğrencime eğildim, onu  öptüm  ve dedim ki:

-İyi bak onlara, onlar kutsal emanet, dün ben de, bugün sen de, yarın çocuklarımızda, torunlarımızda.
Koşarak  ayrıldım yanından.

Aradan birkaç ay geçmişti ki, kargo bir paket getirdi evime. Heyecanla açtım küçücük paketi,

İnanılır gibi değildi,kutunun içinde bir çift elmas küpe,

Gülümsüyordu eski zaman kadınlarım bana  sevgiyle…



28 Mart 2018 Çarşamba

KARMAKARIŞIK BİR YAZI


           



           
              KARMAKARIŞIK BİR YAZI 

Ah şu sosyal Demokratlar, bir türlü ohh diyemiyorlar. Hep sıkıntı, hep sıkıntı bu ülkede.Bir türlü kitleleri peşlerinden sürükleyebilecek bir lider çıkaramıyorlar. Ecevitten beri diyelim haydi.
Ülkemizin parti skalasını incelesek, büyük bir çilekli pastanın en büyük dilimini hep sağ ya da merkezler yiyor olarak görünür. Yazık değil mi ama canı istemez mi diğerlerinin de daha büyük bir dilim pasta?

Şaka bir yana konjüktür bu, gerçekler bu, bu bir realite…

Acaba neden? Belki de çok basit, en çok bilinen bir iki sosyal demokrat ya da sol parti etiketi aklımıza getirelim bakalım. Bunlar kominizm getirecek ya da din elden gidecek olabilir mi acaba?

Toprak reformu görüşülürken,  Menderes ve arkadaşları  Chp' yi  hem Bolşevik olmakla hem de nasyonel sosyalist olmakla suçlamışlar :
‘’toprağınızı elinizden alacaklar ‘’ ah zavallı bizler. En çok bağıranlar toprak ağaları olmuş  tabi ki.  Aydın ‘ lı bir toprak ağası olan Menderes ve arkadaşları başta olmak üzere.

İkincisi de din elden gidecek korkusu .1930' lu yıllarda ezanın Türkçe okunmasına karar verilmesi bu etiketin yapışmasına sebep olmuştur. Oysa 1950 seçimlerinden sonra Arapçaya dönüş Chp milletvekillerinin  desteği ile olmuştur. Ama sağ ya da merkez diyelim partilerin bu etiketi kullanması herhalde ilelebet sürecektir.

''Kaç nesil geçti'' diyeceksiniz,'' yeni gelen nesil nereden bilecek bu etiketleri ''diyeceksiniz de her daim, hiç susmadan hala bunları kullananlar sağolsunlar.

Bir de şükretme huyumuz var ki, bir lokma bir hırka yeter, bulgurumuz ,tarhanamız köyden geliyor, aç açık değiliz ya. Yoksulluk sınırının altında kazancımız ama,  aman susun istikrar bozulmasın, kardeşim sen de tiyatro, sinema, refah, bolluk talep et, çocukların en iyi okullarda okusun iyi bir eğitim talep et,  yok yok büyüklerimiz sağolsun, onların çocukları okuyor ya … Onlar refah içinde yaşıyor ya, yeter bize.

Sosyal demokratların işi zor. Önce yaftaları silecek, sonra da talep ettirecek refahı, zenginliği …

Sosyal demokratların işi zor,zira sırtında bir çok kambur. Hatta kambur üstüne kambur.
Bu kadar kamburun üzerine bir de lider sıkıntısı eklenmez mi?
Biz lidere taparız.
O bir gecede  değiştirebilir eğitim sistemini,
O bir gecede değiştirebilir para birimini,
Bir gecede karar verebilir savaşlara, ya da artık diyebilir dönelim barışa …
O yanılabilir, yanlış anlayabilir, kandırılabilir ,ama olsun halka yol yapmıştır.
Yolsuzluk yapılıyorsa bir sebebi vardır, sarayda oturuyorsa tabi ki hakkıdır, çocukları iktidarda ise , gayet normaldir.

İşte CHP böyle bir lider çıkaramamıştır. Sende yap kardeşim bir şeyler, halkımızın hoşlandığı türden.

Arada bir sarılır denize düşen yılan misali, Baykallara, Kılıçdaroğluna, Muharrem İncelere hatta hatta ekmek için Ekmeledddine.

Aslında herkesin hem fikir olduğu bir lider vardır  amma velakin artık çok geç denilecek isimdir, Büyükerşen.
Sağcısı, solcusu, milliyetçisi, dincisi saygı duyar Büyükerşen'e.
Çünkü yaptıkları ortadadır.  Henüz dönmüştür bu satırları yazan kişi Eskişehirden'de. Görmüştür Büyükerşen'in yaptıklarını. Yoktan yaratmıştır bir şehri, mutlu etmiştir Eskişehirlileri
Onun elinin değdiği bir Türkiye hayal ettim. Ekonomist, akademisyen, sanatçı,belediyeci, eee daha ne olsun ki ?

Hiçbir şey yapamazsa, bu ülkenin insanlarının balmumu heykellerini yapar da,  gelecek nesiller görür bu ülkeyi kim mahvetti diye, hiç olmazsa.

Lafı nereye bağlayacağımı görünce çok şaşıracaksınız, ''ama hocam bütün bu girizgah bu iki resim için  miydi , yok artık'' diyeceksiniz .

Vallahi ben de anlamadım, nereden nereye geldim :)

İşte buyurun  uzun lafın özeti…



ESKİŞEHİR' DE BİR WC... yeşil ile kamuflaj, sanatcı bir belediye başkanının eseri

BANDIRMA'DA BİR WC.. tarihi bir caminin bahçesinde yer alan, gözümüze batırılan


24 Mart 2018 Cumartesi

GÖKSU CAFE -2-



                                          

                       GÖKSU CAFE -2-

Evde anneciğim bekliyordu kapıda, harika bir masa hazırlamış, aynı kendisi gibi, bütün sevdiğim yemekleri yapmış. Kadehlerimizi eve dönmemin şerefine kaldırdık. Geleceğe, mutlu günlerimize, şerefe…

Konuyu açmak için, Bucalımdan bahsetmek için birkaç gün geçmesini bekledim. Önce bana hem anne ama hem de  bir arkadaş gibi olan anneme açtım içimi, sevgimi. Dinledi önce saygıyla. Ardından başladı konuşmaya.

-Saygı duyuyorum sevginize. Ama bu bir gençlik aşkı olarak kalsın anılarında. Hayat başka bir şey bitanem, masallardaki gibi değil ki. Senin konumun, bizim durumumuz çok farklı…

Konuştu, konuştu. Değişmişti. O beni her daim anlayan, üzüldüğümde saçımı okşayan annem değil miydi artık? Yine üzülüyorum anneciğim sen böyle konuşunca, saçımı yine okşasana…

Ama hayır, saçım okşanmadı, kapımı çekip çıktı,’’ bir daha bu konuyu açma’’ diyerek.

Babam, babam benim kahramanım, mutluluğum için, benim için dünyaları yakacağını söyleyen adam, anlayacaktı beni, anlardı beni, üzülmeme dayanamazdı.

Bucalımı anlattım babama. Çalışarak, emeğiyle, alnının teriyle para kazandığını, adam gibi adam olduğunu, bir tanısa çok seveceğini, dürüstlüğünü anlattım da anlattım, anlattım da anlattım.

Sanki duvara çarpıyordu sözlerim, işlemiyordu babamın birden taşlaşan kalbine. Oysa babamın, kahramanımın kalbi taş değildi, pamuk kalpliydi o, pamuk.

Ama ‘’Bucalının hiç şansı yok’’ dedi, benimle evlenmek isteyen bir fabrika sahibinin oğlu varmış, bana çok uygunmuş, hayat aşktan ibaret değilmiş, miş, miş, miş.

İşte 21 yaşındaydım daha, mazeret mi değil tabiî ki. Şimdi mi 50’ li yaşlardayım, ama ben yaşlanmadım sizin gibi. Kırışmadı ellerim, kaz ayaklarım oluşamadı göz kenarlarımda. Başka bir dünyadan yazıyorum bu satırları size.

Karşı koyamadım aileme. Hiç cesur değildim, korkağın tekiydim. Ben hepsini seviyordum aslında, ailemi de, Bucalımı da. Biri kalbimde,  diğerleri aklımda.

Dönmek üzere İzmir’ e, bindiğim otobüs alsın götürsün beni çok uzaklara istedim, çok ama çok uzaklara. Nasıl ayrılırdım Bucalımdan, nasıl? Gitsek başka diyarlara, al götür beni buralardan dedim otobüse.
Ama sonunda buldum kendimi  İzmir’ de, otogarda.  Kalan eşyalarımı almaya gelmiştim, hem de vedalaşmaya Deniz Pansiyona, arkadaşlarıma ve de GÖKSU’ ya.

Bucalım karşıladı beni, o kadar özlemiş ki, anladım beni kucaklamasından. Sanırım o da anladı benim biraz düşünceli, biraz mesafeli sarılmamdan, bir şeylerin ters gittiğini.

2 Haziran’dı işte, nasıl unuturum ki.’’Konuşmalıyız’’ dedim ona. ‘’eve gidelim’’ dedi o da. Daha rahat konuşuruz diye. Hak verdim ona. Hem de ne konuşacağımı, nasıl konuşacağımı onu bırakıp ailemi tercih edeceğimi nasıl söyleyeceğimi hiç ama hiç bilmiyordum. Ama o biliyordu, o beni bilirdi, bakışlarımdan anlardı, ellerimin terlemesinden, sesimin titremesinden anlardı o beni.

Mutfakta bir neskafe yaptı bize, sevdiğimiz gibi, şekersiz, sade.
Bir de sigara yaktık, o samsun, ben salem, mentollü.

''Ailem'', dedim, ''kabul etmiyorlar bizi yani, seni. Onlara karşı gelemiyorum, affedebilecek misin beni…'' Anlattı bana sevgimizin her şeyden üstün olduğunu, beraber olursak her zorluğu aşacağımızı, zamanla bizi anlayacaklarını, bize saygı duyacaklarını, anlattı da anlattı.

-Yapamayacağım, yapamam, dedim ona.

Son hatırladığım bu dünyaya ait, onun o kalbimi delip geçen, uzun mu uzun ok kirpikli, kahverengi gözlerinden akan yaşlar oldu, oysa oysa ben onu hiç ağlarken görmemiştim ki, neden ağlıyordu, dayanamazdım ben onun ağlamasına, dayanamazdım ben onun gözyaşlarına.

Vücudumda bir acı, bir soğukluk hissettiğimde anlayamadım ben onun bedenime saplanan soğuk bir metal olduğunu, çünkü o ağlıyordu ya, hala ben onun ağlamasındaydım,  ben onun gözyaşlarına takılıp kalmıştım.

O beni çok seviyordu ya, bir bıçak darbesi yetmedi sevgisini öldürmeye, bir daha, bir daha, yetmedi aşkını yok etmeye, bir daha bir daha yetmedi yaşadıklarımızı silmeye, gömmeye.

Kaderin cilvesi, ben ağlarken tanışmıştık, o ağlıyorken ayrıldık.

Sonradan gördüm gazetelerde 15 bıçak darbesi imiş vücuduma saplanan.

******************************************************************

Sadece ‘’yapamayacağım, beni affet’’dediğini ve ağladığımı hatırlıyorum o ana dair. Bizi bulduklarında mutfakta hala ağlıyormuşum onun başucunda.

Tam 30 yıl, tam 30 yıl sordum kendime, ben niye yaşıyorum ki diye. Hâkim 30 yıl verince cezamı, kahroldum, ölümdü benim cezam ya da müebbet. Nasıl bir sevgi, nasıl bir aşkmış ki, olmaz olsun. Benim ki düpedüz bir cinayetti. İnsan sevdiğine kıyar mıydı hiç?

Anneciğim geldi beni karşılamaya cezaevinden çıktığım gün. Hep bugünü beklemiş ve bugün için ayakta kalmıştı. Ama bilmediği bir şey vardı. Nefes alamıyordum dışarıda. Onun nefes almadığı bir dünyada boğuluyordum, soluksuz kalmıştım. Anneciğim bilmiyordu tabi ki… Artık çocuğu bu dünyanın insanı değildi.

Eve gidince mutfağa girdim o günkü gibi, 2 Haziran.
Bir neskafe yaptım kendime, sevdiğimiz gibi şekersiz sade.
Bir de, bir de onun sigarasından yaktım, salem, naneli.
Bir nefes  borcum vardı ona. Bucalıyız ya, aldım silahımı dolabımdan,
Artık huzurluydum, gidebilirdim yanına,
Kesin bekliyordur beni oralarda…

17 Mart 2018 Cumartesi

GÖKSU CAFE -1-






  

                                                 GÖKSU CAFE  -1-

Bir cezaevinin 7 numaralı koğuşundan yazıyorum bu satırları. 12 kişinin yaşadığı bir koğuştan. Türlü türlü hikâyeleri olan, kader mahkûmu mu dersiniz, acımasız katil mi, insan değil bu mu dersiniz, bilemem. Her türden niteleyebileceğiniz, damgalayabileceğiniz ve de yargılayabileceğiniz insan var bu koğuşta.

Bazen annenizle, bazen çocuğunuzla, bazen sevgilinizle, karınızla aynı odayı paylaşmak zor gelir de, işte biz burada yıllardır beraber yaşıyoruz. Ama böylesi bu koşullarda çok iyi gelir insana, inanın bana, insandan kopmadan, hayattan kopmadan yaşamak demektir koğuş sistemi. Çünkü bir de hücreler var ya hücreler. Gün ışığına hasret kaldığınız, bir canlı sesini mumla aradığınız, bir böceğin hışırtısı ile ya da bir farenin sesi ile yaşadığınızı anladığınız hücreler var ya.

Herkesin bir hikâyesi var burada, hikâye demek az gelir, kocaman bir romanın sayfalarını dolduracak olaylar var burada.

Ben de bir aşk mahkumuyum işte. Hem de hem de…

Böyle bir sonu olacağını bilseydim aşkımızın, başlar mıydım ki hiç?
Ona zarar vereceğimi bilseydim, onu inciteceğimi söyleselerdi inanır mıydım ki hiç?

Bucalıyız biz, Buca delikanlısıyız biz. Burada doğduk, bu sokaklarda top sektirdik, bu çevredeki okullarda okuduk. Hatta ben Buca Anadolu Lisesi’ni kazanmıştım, oradan mezunum. Ama işte, babam ölünce vakitsiz, evin geçimi bana kaldı, büyük adam olacaktım, taksi şoförü oldum.
Çok severim Buca’yı. Bir üniversite şehridir burası. Kendim okuyamadım ya, hep havasını kokladım yine de.  Evimizin karşısındaydı Eğitim Fakültesi. Eylül sonu açıldı mı okul, her yer cıvıl cıvıl, Türkiye’nin dört bir yanından gelen erkek, kız öğrenciler… Okulun öğrencilerine şimdiden öğretmen olmuş gibi bakardı Bucalılar.

Göksu cafe vardı tam okulun karşısında. Öğrencilerin ikinci adresi, buluşma mekânı, herkesler buradaydı. Arkadaşımındı Göksu Cafe, tabi ki bizim de mekânımızdı. Yardım ederdik ona, ayrıca yardımcı olurduk, evinden, yurdundan kopup gelmiş, kimi zaman hala anasını özleyen gençlere.
Kasım ayının 27 si idi, onu gördüğümde onlarca kızın içinde, Göksu Cafe’de. Tüm insanlar silinmişti teker teker çevremde, bir o parlıyordu bana ışıl ışıl. Kısacık sarı saçları, renkli gözleri ile herkesten farklıydı, fark etmemek imkânsızdı, sadece ben değil,  kız, erkek ona bakardı. Arkadaşım anladı ona mıhlandığımı, anlattı biraz bana. Güzeldi ya, gerçekten de güzelliği tescillilerdenmiş, bir güzellik yarışmasında derecesi varmış. Hemen çevirdim kafamı başka yöne, uymaz bana dedim kendi kendime. Bilirdim bu işleri, davul bile dengi dengine, tencere kapak misali. Anlardık bu işlerden biraz. Üniversite de okumadık ama hayat okulunun başarılı öğrencilerindendim ben de yani. Güzel kız, yolu açık olsun, dedim içimden…

Yine bir gün Göksu’dayken, benim tescilli güzel girdi içeri. Ve de ağlıyordu, burnu aka aka hem de, elinde mendili. Bir çay diye seslendi, arkadaşım çok yoğun olduğu için, bana verdi çayı götür, diye. İnanın ben atlamadım götüreyim, diye. Ayaklarım kırılsaydı da götürmeseydim o çayı, ellerim tutmasaydı da tutamasaydım o bardağı, dillerim tutulsaydı da sormasaydım ona neden ağladığını, aklım uçup gitseydi de akıllı uslu konuşmasaydım, saçma sapan bir şeyler söyleseydim ona.

-Neden ağlıyorsunuz, kötü bir şey olduysa, yardımcı olabilir miyim, dedim ona.

-Gramerden çok kötü bir not aldım, vize alamam artık, bütünlemeye kalacağım galiba…

Başladım kahkahalarla gülmeye elimde olmadan. Kızar gibi baktı bana.

-Bu mu yani, dedim ona. Bu mu sizi salya sümük dünyanın sonu gelmiş gibi ağlatan. Kimse ölmemiş, kimse hastalanmamış, kimse sizi üzmemiş, siz kimseyi üzmemişsiniz. Bu mu yani, deyip ayrıldım yanından.

Denk değildik, bunu kafama çoktan yazmıştım, dedim ya şofördük falan ama aptal değildik ya. Bizimle işi olmazdı o kızın, benim de olmazdı zaten onunla işim. 

Göksu Cafe her adımımızın şahidi işte. Buraya anlattıklarımı onun ağzından da dinleyebilirsiniz. Herkesler şahittir, Göksu Cafenin sakinleri bilir adım adım yaşadıklarımızı. Yine Göksu Cafe de sıradan bir gündü. Bomboştu Cafe, öğrenciler okulda, biz Göksu Cafe’de.

O girdi içeri, kolunun altında kitapları, yandan ayrılmış kısacık sarı saçları, dizinden aşağı kadar bağcıklı kot pantolonu, son moda. Masanın yanına geldi, başucumda durdu ve:

-Kimse ölmedi, kimse hastalanmadı, kimse beni üzmedi, ben kimsecikleri üzmedim. O halde, şimdi benimle çay içer misiniz? Dedi. Ezberlemiş o gün bütün söylediklerimi kelime kelime.

Daha o an anlamıştım işlerin farklı yönde gelişeceğini, benim mantığımın defalarca tekrar ettiği gibi bana göre değil, laflarının masal olacağını.

İçtik işte, bir bardak çay, iki bardak çay,  üç bardak çay. Anlattık, anlaştık, ne çok şey varmış anlatacağımız birbirimize, anlayamadım. O bana Aydın’ da ki hayatını, ben ona Buca’daki hayat okulundaki öğrenciliğimi, anlattık, anlattık.

Evet, denk değildik de, ama sanki de çok denk gibiydik. Evet, ayrı dünyaların insanlarıydık da, ama ama sanki de tıpatıp aynı dünyanın insanıydık. Anlayamadım.

Evet, evet, aynı değiliz, farklı gezegenlerden, farklı kutuplardan geldik dedim de, içinizde  hani her şeye olumlu bakmak isteyen biri vardır ya. FARKLILIKLARDIR BİRBİRİNİ tamamlayan diye bir şeyler mırıldanıyordu hep kulağıma.

O yaklaşılamaz, ulaşılamaz görüntüsünün, o pahalı kıyafetlerinin altında başka biri yaşıyordu kesin. Bana göstermişti yalın halini, benliğini. Çok yaklaştık birbirimize, bütün Buca öğrenmişti aşkımızı, saklamıyorduk kimseden de. Buca’da bir kız öğrenci yurdunda kalıyordu. Deniz Pansiyon diye. Deniz Pansiyona da sorabilirsiniz adım adım yaşadıklarımızı. O da şahittir aşkımıza, sevgimize. Kapısında dışarı çıkmasını beklediğim saatleri, kapısından içeri uğurladığım ve de daha o an da özlediğim saatleri.

Tek anneciğim üzülüyordu bu mutlu, havalarda uçan oğluna. Oysa anneler mutlu olsun istemez miydi çocukları? Ben yanlış mı biliyordum bunu? Bizim evde ben mutluluktan uçtukça, prensesimi anlattıkça annemin üzüntüsü sanki bin kat artıyordu da hiç anlam veremiyordum hatta bazen de kızıyordum, mutluluğumu paylaşmıyorsun diye. Ah anneler, bilirlermiş meğer görürlermiş meğer geleceği.

3 yıl böyle geçti gitti rüzgâr gibi, İzmir’in insanı bir hoş eden meltem’i gibi. Benim prensesim gibi aynı, benim prensesim de bir meltemdi, evet, evet onun adı MELTEM’di. Geleceğe dair planlar yapılmaz mı hiç, hem de ne planlar. Ailesinden bahsettiğimde ise, onların hiçbir sorun çıkarmayacaklarını, çünkü bir tanecik kızları olduğunu, onun bir dediğini iki etmediklerini bana anlatıp duruyordu.

İnanıyordum ona, hayat okulunda okuyordum da henüz mezun olma zamanım gelmemiş işte, inanıyordum söylediği her şeye. Ama inanarak söylüyordu sanki  o da.

Okulun son günleri yaklaşmıştı iyice, mezun oluyordu, İngilizce öğretmeni olacaktı. Ailesiyle konuşacak, onlara beni anlatacak, ne kadar dürüst, çalışkan, adam gibi adam olduğumu anlatacaktı. Sonra da bizi çağıracak, tanıştıracaktı. Ne kadar da kolaydı, ne kadar da basitti.

Yolcu ettim onu, bindirdim otobüse, öpücük yolladık birbirimize.

-Hadi, git bekleme, der ya yolcu ile bekleyen birbirine, o da hadi git dedi bana, güldük birbirimize.

Jetonla konuşuluyordu o zamanlar. Bir avuç jeton alır girerdim kulübeye, sıra bekleyen varsa sinir olurdu bana. Saatlerce konuşurduk, saatlerce…

*******************************************************************************

Aydın otogarına ulaştığımızda babam gelmişti karşılamaya yanında küçük kardeşimle. Bavullar, battaniyeler, az değil yani, koskoca 4 yılın eşyaları, kitapları. Sarıldı babam bana, prensesini çok özlemişti o da ve çok mutluydu, öğretmen olmuştum, evime dönüyordum,daha ne olsundu ama gel gör ki ne bilsin babacığım prensesinin aklı kalmıştı Bucalı’ da …

10 Mart 2018 Cumartesi

İYİLİK ORALARDA BİR YERLERDE


   İYİLİK ORALARDA BİR YERLERDE...

    Eskiden Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır derlerdi. Her şey gibi, insanlık gibi, teknoloji gibi, ahlak  anlayışı gibi, iklimler de değişti ya, bir bahar havası yaşıyoruz.

Biz memnunuz da,  bahar geldi diye çiçek açan ağaçlara üzülen insanlar var çevremizde.
 Biz memnunuz da, leylekler de şaşırıp geldi, ya üşürlerse diye hayıflanan insanlar var aramızda.

İşte bu insanlar iyi insanlardır. Evindeki balkonunu süsleyen saksısındaki mor menekşeler ile konuşan insanlardır bu insanlar.
Sokak sokak gezip sokak hayvanlarını besleyen, çevredeki kafayı yemiş bunlar bakışına aldırmayan insanlardır bu insanlar.
Karşı dairede oturan ve yalnız yaşayan komşusuna her gün evet her gün kendisine yaptığı yemekten veren insanlardır bu insanlar.
Ayın sonunu nasıl getireceğini düşünen, çocuğunun yırtılan ayakkabısını nasıl yenileyeceğini düşünen bir babanın yerde bir çanta bulup içindeki yüzlerce euroyu polise teslim eden insanlardır bu insanlar.
Yere düşen rakibini elinden tutup kaldıran futbolcu, yanında koşan atlete su uzatan atlet, topun kendisinden çıktığını söyleyen basketbolcudur o iyi insanlar.




Dünyayı kötüler yönetiyor olabilir, ama dünya dönüyorsa, insanlar hala hayal  kurabiliyorsa umuda dair, şiirler yazıyorlarsa hala barışa ait,  bu iyi insanların var olduğunu bilmekten geliyordur muhakkak.

İyilik demek bile iyi hissettiriyor değil mi? Hepimizde var muhakkak,ama çok değerli ya, saklanmış bir yerlere, derinlere, kalbimizde,beynimizde, hücrelerimizde. Ender bulunan değerlidir ya, işte onun gibi.

10. katta oturan bir arkadaşımızın evine minicik bir fındık faresi giriyor. Akıllı fare, o evdeki peynir kokusu ile birlikte iyiliğin kokusunu da alıyor galiba. Ama yakalanıyor hemencecik evin sahibi erkeğe. Evin sahibi erkek alıyor avucuna minik fareyi, olması gereken yere bahçeye indirmek için biniyor asansöre. Bu arada da onunla başlıyor sohbete .'' Yaramaz fare, ne işin var senin bu kadar yüksekte, git bakalım sen kendi bahçene, şeker şey '' diye burnunu okşayıp severken, farecik ısırıveriyor adamın elini. Sonrası hastane ve iğneler tabi ki ve de iğneye gidince hemşirelerin bıyık altından gülüşleri '' fareyi severken elini ısırtan adam'' deyişleri...O iyi insanlar minik fareciği öldürmeyi asla düşünmediler, farede okşanıp sevilir mi, değil mi? İşte iyi insanlar canlının çeşidini gözetmezler, canlı oldukları için sever ve zarar vermeyi asla düşünmezler. İyidirler, sadece iyidirler.

İşte yine bu iyi insanlar, çıktıkları bir geziden dönüp, bavullarını ve çantalarını boşaltırken çantanın birinde bir kabuklu deniz salyangozu görürler. Kafasını çıkarmış meraklı meraklı bakıyorken bulurlar onu çantanın içinde. 6000 km lik yoldan ta Maldivlerden gelen bir misafirleri vardır artık o iyi insanların. Ama bir de dertleri, nasıl bir ortama bırakmalı bu canlıyı, kaderin bir cilvesi olarak evlerine gelen tanrı misafirini. Önce sahile götürüp Bandırma sularına bırakmayı düşünürler, ama kıyamazlar. Çünkü Marmara denizinin suyu soğuktur. Oysa o tanrı misafiri sıcağa alışkındır. O zaman minik bir akvaryum ayarlayıp bir süre orada misafir etmeye karar verirler. Sonra da Antalya ya gittiklerinde sıcak denizlere bırakmaya. Kıyamaz onlar işte minicik bir canlıya. İyidirler çünkü, zarar veremezler yaratılana.

''Kar yağmıyor '' diye üzülen öğrencilere kamyon ile kar getiren koca yürekli insanlar var bu gezegende hala,

''Çocuklar okusun'' diye evini satıp, huzurevine yerleşen insanlar var hala bu dünyada,,

Bir gün bir filmi, ''Mandıra filozofu '''nu  seyredip, hayatlarında yepyeni bir sayfa açıp, Antalya'ya yerleşen ve bir KEDİ KÖY kuran Mehmet ve Müjgan Orhan çifti gibi insanlar var uzaklarda,

Bir fındık faresini severken elini ısırtan, bir deniz salyangozunu sıcak denizlere götürmeyi planlayan Ali  İhsan ve Sıdıka  Irmak ailesi gibi insanlar var yanı başımızda.

O zaman niye umutsuz olalım ki?

Niye kalbimizi mutluluktan çarpmaya kapatalım ki?

O iyi insanların varlığı adına,

O iyi insanların hatırına,

Sahip çıkalım  umutlarımıza,

Ve yüreğimizde hiç susmadan İYİLİK DE VAR BU DÜNYADA, UNUTMA,UNUTMA  diye öten minik kuşa... 



3 Mart 2018 Cumartesi

NEFES ALAMIYORUM







NEFES ALAMIYORUM

Çok severlerdi beni, çok değerli bulurlardı beni. Çok eski yıllara ait bir hazineydim ben. İçimde binlerce, milyonlarca altın, gümüş değil ama sayısız hatıra, sayısız yaşanmışlık barındırırdım. Bu şehirle özdeşleşmiştim. Savaşlar yaşayan şehir ile barış günlerini yaşayan şehir ile doğal afetler ile yok olan, tekrar elbirliğiyle kurulmaya çalışılan şehir ile yangınlar gören, acılar yaşayan, bazen de bayramlar yapan şehir ile rüzgârının her türlüsünün tadına baktığım, yokuşlarında yorulan insanlarını bağrına bastığım şehir ile özdeşleşmiştim. Ona aittim, yıllardır, asırlardır bunu hissederdim.

Ben sadece şimdi konuşulan dili bilmezdim ki, Rumcayı da, Ermeniceyi de, Çerkezceyi, Tatarcayı, inanmayacaksınız ama Romalıların dilini bile bilirdim. Çok mu şaşırdınız? Siz bu topraklar kendinize mi ait sanıyorsunuz, çok yanılıyorsunuz o zaman. Bütün dilleri bilirim ben, bu topraklarda yaşayan insanların dillerini, her tür insan girmiştir koynuma zira. Kapatmazdım kapımı insanların yüzüne, açıktı kapım tüm insanlığa.

Siz bilmezsiniz ama ben bilirim, ukala demeyin ama bana.
 Siz bu şehirde bir zamanlar  5 kilise ve 4 manastır olduğunu bilir misiniz?
550 dükkân ve 250 mağaza olduğunu duymuş muydunuz 1880’ li yıllarda.
17 sübyan mektebi, 1 mektep-i iptidai ve rüştiye olduğunu kimse söylemiş miydi size ?
Evet, evet 1889 yıllarında Bandırma da bunlar yer alıyordu. Kaç okulunuz, kaç mağazanız, kaç işyeriniz var şimdi acaba?

Herkes kurtarıyordu şehri bir diğerinden. Bizans Selçuklu’ dan, Osmanlı Bizans’tan, Rumlar Osmanlıdan,  Osmanlı Rumlardan, Türkler Yunanlıdan kurtarıyordu şehri bıkmadan usanmadan. Çok yorulduk, çok yorulduk hepimiz, ben ve bana benzeyen arkadaşlarım.

Dünyaya açılan gözlerimiz ile izliyorduk şehirdeki gelişmeleri. At arabalarının, faytonların dört tekerli araçlara dönüşmesini, kadınların peçelerini kaldırmasını, öğrencilerin şapka takmasını, yelkenli küçük kayıkların yerine büyük büyük gemilerin iskeleye yanaşmasını, İstanbul denilen şehire saatlerce giden gemilerin yerini hızlı deniz otobüslerinin almasını,  insanların kılık kıyafetlerinin değişmesini, deniz kıyısına gazinolar yapılmasını, sonrada insanlarin kendi yaptıklarını yıkmalarını, körfeze yapılan koca koca bacaları, benim bile gördüğüm ama insanların nasıl olup da göremediği o bacalardan çıkan zehirli dumanları, burnumun ucuna kadar gelen denizin benden uzaklaştığını izliyordum, izliyordum, izliyordum.




Sordum hatta denize bir keresinde:

-Neden ama neden, bir suç mu işledim sana karşı, uzaklaştın benden?

-Üzülme sen, dedi bana deniz. İnsan sayısı artıyormuş şehirde, toprağa ihtiyacı varmış insanların, dedi bana fısıldayaraktan.

-Yetmedi mi koca dünya insanoğluna? diye haykırdım etrafıma…

O zaman anlamıştım değişim mi desek, dönüşüm mü, iyi gelmeyecekti bana. İyice yaşlanıyordum da galiba.



Bana benziyordu çevremdekiler de. Benim gibi ufak tefek ama sevimli. Benim gibi çok yer kaplamayan, gözü yükseklerde olmayan ama kişilikli, az ile yetinen.
Hatta en yakın arkadaşımın şu an iyileştirildiği söyleniyor. Hasta mıydı ki,hiç haberim olmadı. Onu Cumhuriyetin ilk mimarlarında olan Kemalettin Bey yapmıştı. Çok asildi, bir  Cumhuriyet eseriydi. Bir ara sevinmiştim, öğrencilere üniversite yapılmış diye. Ama sonra da duydum ki serserilere, tinercilere yataklık yapıyor diye. Şimdi kim bilir kimlerin elinde...



Deniz nasıl yok olduysa bir gün ansızın burnumun ucundan, o bana benzeyen sevimli, kişilikli, ohhh mis gibi buram buram portakal çiçeği değil ama çok daha mis gibi bir tarih kokusu yayan benzerlerim de yok olmaya başladı etrafımdan. Korkuyordum ben de, sıra bana da gelecek, yok edecekler, yıkacaklar  beni de diye. Oysa bu şehrin adı ‘’PANDERMOS’’ idi, güvenli liman anlamına gelirdi. Bu limana sığınanlara zarar gelmezdi, böyle bilirdik biz, sığınmıştık sokaklarına, yolların kenarlarına dizilmiştik korkusuzca.

Bir de baktım ki…
Gözü yükseklerde, kendini beğenmiş olanlar bitmeye başladı yanı başımda, kat, bir kat daha, bir kat daha…
Biçimsiz, şekilsiz, renksiz olanlar yer almaya başladı etrafımda.




-Bu şehri bunun için mi kurtardık Yunan’dan, Rum’dan, diye bağırdım avaz avaz. Ama duymadı kimse sesimi, dolmuştu etrafım çünkü çirkin, eğri büğrü, kişiliksiz yapılarla.

-Bu şehirde yaşanan acılar, bize de bu acıları yaşatmak için mi çekildi, diye bağırdım avaz avaz. Ama duymadı kimse, dolmuştu etrafım çünkü kendini beğenmiş, aç gözlü,  dünya sadece kendisinin sanan insanlarla.


Var mıydı acaba, çok derinden gelen sesimi duyan,
Ya da var mıydı  acaba, bir köşede sıkışmış pencerelerimden nefes almaya çalışan benim farkıma varan,

Varsa o insanlar, umut var hala benim gibi tek tük kalanlar için demektir. Umut kırıntıları var hala çocuklarımız, torunlarımız için demektir.

Korumaya çalışıyorum, direniyorum, nefes almaya çalışıyorum ben hala,
Duyuyorum ki hepiniz klavye başında arıyormuşsunuz atanızı, dedenizi,
Oysa yok etmeseydiniz bizleri birer birer, bizde saklıydı tüm bilgiler.
Yine de ben hala saklıyorum bu kadar çirkinliğin arasında,
Sizin kültürünüzü,
Sizin geçmişinizi,
Sizin anılarınızı…
Beni fark edin diye açıyorum pencerelerimi sonuna kadar…

Ben koruyorum bu minicik halimle tarihinizi,

Ama siz hiç korumuyorsunuz beni.


1 Mart 2018 Perşembe

KUTSAL TAŞIYICILAR, ÇOCUKLAR






 KUTSAL TAŞIYICILAR, ÇOCUKLAR

  Korku değil de siyasetin anlayamadığım, ikiyüzlü ve her an ölümü çağrıştıran ve çağıran çığlıkları idi uzakta tutan beni, yazmaktan.

 Çok kısa bir süre önce birbirlerine çok ağır hakaretler eden insanların el ele kol kola yürümeleri idi şaşırtan,

Ya da dünya üzerindeki devletlerin var olmaya ve güçlü olmaya çalışırken nasıl da acımasız oldukları idi korkutan,

Düşündüklerini söyleyememek ya da onca kandırılanı olan ülkede’’ yoksa yoksa biz de mi kandırılıyoruz’’ diye kendinden korkmaktı beni uzakta tutan.

Küçük bir kız çocuğunu Sayın Cumhurbaşkanımızın yanında görünce ‘’ne güzel bir tablo ‘’ dedim hemen. Zira Sayın Cumhurbaşkanımız da bir dedeydi, torunları vardı, tabi ki de çok severdi onları ve tüm çocukları.


O an ülkemizin çocuklarına bir günü 23 Nisan’ı armağan eden ve ‘’bu gün bayram olsun çocuklar’’ diyen, dünyanın örnek lideri Atamızı hatırladım birden.

Ama ama tablo örtüşmedi zihnimde. Çünkü bu gün 21.yy a giderken  Sayın Cumhurbaşkanımızın yanındaki çocuğumuzun cebinde bir bayrak ve başında savaşı simgeleyen bir bordo bere vardı. Ve Sayın Cumhurbaşkanımız ona ‘’ Şehit olursa inşallah bayrağı da örtecektir. Her şeye hazır. Değil mi?’’ diye sorarken o minicik kız çocuğundan’’Evet’’ cevabını almış, sanki sanki sadece Sayın Cumhurbaşkanının değil, onları izleyen milyonların da içi rahatlamış, çılgınca alkışlamışlardır.


Öbür tablo da ise Atatürk’ün yanında bir kız çocuğu vardır. 1920' li yıllarda. Ve o kız çocuğu bir kara tahtanın başında Latin alfabesini öğrenmektedir. Yıllar sonra yani bugün Kazakistan’ in henüz geçtiği Latin alfabesi.

Ölüm ve yaşam üzerine kaydı düşüncelerim birden. Ölüm ve yaşam gibi iki zıt kavram. Artı eksi gibi, güzel ve çirkin, fakir ve zengin gibi. Biri olmadan diğerinin olmayacağı kavramlar gibi.

Yaşam varsa ölüm de var dedim kendi kendime. Dünyaya getirmek bir canı, yaşam sunmaktır ona. İnsanoğluna verilmiş bir görevdir bir can vermek yeryüzüne. Sadece analık duygusunu tatmin etmek için gibi gelse de önce çocuk doğurmak, derinlerde bir yerde çok daha gizli, çok daha anlamlı, kodlanmış bir görevdir aslında.

Hayata getirmek görevimizdir, neslimizin devamını sağlamaktır, genlerimizi sonraki yüzyıllara iletmektir, belki de bu sayede hep yaşamaktır bir yerlerde, bedenlerde.

Görevlerimiz arasında hayata getirmek vardır da, öldürmek yoktur.’’ Çiçekleri dalından koparmayın ‘’deriz, ‘’karıncayı bile incitmem ‘’deriz, övünürüz. Canlıyı bile bile öldürmek gibi bir düşünceyi beynimizden geçirmek bile rahatsız eder bizi, utanırız kendimizden. Hem vicdanen, hem dinen yasaktır canlının yaşamına son vermek.

Hele ki, dünyaya getirdiğimiz, genlerimizi, bizi yüz yıllara taşıyacak olan canlıyı yani çocuklarımızı korumak, hayatta kalmasını sağlamak, canını acıtmamak değil midir asli görevimiz?
Önce bizlerin görevidir, onu dünyaya getirenlerin görevidir korumak, kollamak küçük birer varlıkken, ama sonra muktedirlerin eline geçer hayatlar. Onların elindedir ipler, onların görevidir sahip çıkmak, korumak, kollamak artık. Devlet Babadır O, kanatlarının altına alan güçtür, Devlet Anadır O, kıyamaz, korur, kollar, en güzel şekilde, mutlu yaşatmak ister bizim elimizden kayan hayatları, çocuklarımızı.

 Çünkü onlar yaşamak için getirilmiştir dünyaya, hem de onlara sorulmadan, kirli emellerin kurbanı olmak için değil,


Çünkü onlar genlerimizi taşımak ve ileriye doğru taşımak, nesilden nesil'e aktarmak için getirilmiştir dünyaya, biz büyüklerin yanlışlarını temizlemek için değil.

Biz büyükler onlara, insanlığı yani genlerimizi emanet ediyoruz da, o kutsal taşıyıcı varlığı korumamız gerektiğini, özenle, iyi birer insan olmak  üzere yetiştirmemiz, eğitmemiz gerektiğini bir türlü anlayamıyoruz.

Onların bedenine el uzatıyor, minicik beyinlerini ölüm kavramları ile yıkıyor ve hatta gerekirse ölüme yollayabileceğimizi sık sık hatırlatıyoruz. Vatan için, bayrak için, din için, para,  menfaat için…

Vatan kutsaldır.
Bayrak kutsaldır.
Din kutsaldır.

Peki, ama para kutsal mıdır?
Koltuk kutsal mıdır?
Petrol kutsal mıdır?

Ya çocuklarımız?
Ya çocuklarımız?

Başka bir çözüm yok mudur?
Ölümden başka.