28 Aralık 2018 Cuma

YILBAŞI AĞACI







YILBAŞI AĞACI 

‘’kuş ölür, sen uçuşu hatırla’ diyor ya FÜRUĞ FERRUHZAD,

Günler geçiyor, sen o günlerde yaşadığın anları hatırla der gibi,

Zaman akıp gider, sen o zaman içinde yaşadığın mutlulukları hatırla der gibi,

İnsanlar terkeder gider, sen onların gülüşlerini hatırla der gibi, 

İnsanlar da ölür, sen onların sıcaklığını hatırla der gibi,

 seni sevişlerini hatırla der gibi…

Hatırlayamıyorsan da bak eski püskü, kenarları yırtılmış, solmuş, siyah beyaz fotoğraflara. Hatırlamak istediklerin o siyah beyaz fotoğraflarda zira ekranlarda, sanal dünyada değil şu anda.

Yılbaşı ağacını evinin en değerli, en başköşesine yerleştirdin ya,

Süsle şimdi o ağacını da o eski fotoğraflarla,

Stüdyolarda çekilmiş aile pozunu yılbaşı ağacının en tepesine as,

Siyah önlüklü, beyaz yakalı fotoğraflar ile süsle ağacını,

Saf kalpli çocukların dizildiği, arkada ilkokul öğretmeninin bulunduğu fotoğraf ile süsle ağacını,

Evinin en güzel köşesine koyuyorsun ya ağacını,

Anılar yaraşır en çok o ağacın dallarına,
Seninle beraber yürümüş olanlar,
Senin sen oluşuna katkıda bulunanlar,
Üzmüş olanlar ya da senin bir parçan gibi olanlar,
Seni sen yapanlar,
Onlarla süsle ağacını…

Hayatta olmayanların fotoğraflarını as ağacının her tarafına,
Şu anda başka diyarlarda olanların fotoğraflarını da diğer dallara as,
''Anılar deferinde bir gül yaprağı gibi
unutuldum kurudum '' (C.Z)demesinler sana.
Onlara unutulmadıklarını göster, kanıtla.
Sana sarılsınlar  tekrar, izin ver onlara, bir fırsat daha ver  uzakta olsalar da.

Ya da

özledim seni/ ayrılık yüreğimi uyuşturuyor karıncalandırıyor nicedir/ beynimi uyuşturuyor özlemin’’(C.Y) diye yaz ve de as ağacının en gizlenmiş dalına,

Hep beraber uğurlayın geçmişi, hep beraber karşılayın geleceği.

Ve NAZIM’ ın bir şirini okuyun hep beraber.
Yılbaşı ağacınız, eski fotoğraflarınız, anılarınız…

’bir yılbaşı ağacı karlı bir meydanda Estonya türküleri söylüyor
Telli pullu upuzun bir yılbaşı ağacı
Sen kırmızı sırça topun içindesin
Saçların saman sarısı kirpiklerin mavi
Onu oraya ben astım seni içine koyup
Ak boynun uzundur yuvarlaktır
Kuşkularım kaygılarım sözlerim umutlarım ve okşayışlarımla koydum seni sırça topun içine
Bütün yılbaşı ağaçlarına, bütün ağaçlara, bütün balkonlara, pencerelere, çivilere
                  Hasretle astım kırmızı sırça topu seni içine koyup
Bağışla beni öleceğim seni bırakıp orda. ‘’ NAZIM HİKMET

22 Aralık 2018 Cumartesi

AYNI POTADA ERİYENLER: CHP VE AKP'LİLER



  


 




                    

AYNI POTADA ERİYENLER: CHP VE AKP’ LİLER

İki ayrı dünyanın insanıydılar. CHP’ ye oy verenler ve de AKP’ ye oy verenler.

Aynı potada erimişlerdi gerçi,

Aynı acılarda canları yanmış,

Aynı geçim sıkıntılarını çekmiş,

Aynı anda öfkelenmiş,

Aynı anda gözyaşı dökmüşlerdi çocuklarının tacizine ve de ölümlerine,

Aynı anda sinir olmuşlardı halkın parasını haksızca cebini indirenlere,

Aynı, hızlı veya yavaş fark etmez, aynı trenlerde kazaya kurban gitmiş,

Aynı maden ocaklarında karanlıklarda ışıksız kalmış,

Aynı yağmurda sel baskınına uğramış ve sürüklenmişlerdi hayatları boyunca.

Bir özellikleri daha aynıydı. İki tarafta yer alanlar vazgeçemiyorlardı kolay kolay sevdiklerinden, gönül verdiklerinden, partilerinden.

Birisi partisinin 6 Ok’undan, diğeri de partisinin başındaki liderlerinden.

CHP’ li seçmen, yani 6 Ok’tan birisi olan HALK,
Laikliğe, Devletçiliğe, Devrimciliğe, Milliyetçiliğe ve Cumhuriyetçiliğe gönül vermişti.


Ama şanssızdı, bu altı Ok’un tamamını gerçek anlamda uygulayacak bir lidere sahip olamamıştı bir türlü partisi.

Önce CHP’ li seçmene batırdılar okların sivri ucunu. CHP’ li seçmen acı çekti, okun battığı yerler kanadı da ‘’ahh’’ demedi yine de. 6 Ok’ a ve onun işaret ettiği ilkelere inanıyordu, kişilerle ilgisi yoktu.



Zira 6 OK büyüktü kişilerden, liderlerden, makamlardan, koltuklardan.

Öte yandan sembolü ister yanan bir ampul, isterse titrek bir mum olsun fark etmeyecek bir seçmen kitlesi vardı. Onlar için de güvendikleri, inandıkları Liderleri ERDOĞAN’DI önemli olan. AKP’li seçmen öyle sevdi, öyle güvendi, öyle inandı ki, onun kendilerini ve ülkelerini refaha taşıyacağına, ampul ya da mum önemli değildi, sembollerle işi yoktu onun, onların Liderleri vardı.


Tayyip Erdoğan büyüktü ampulden, sembollerden.


Böyle bir atmosferde ortalarda yalpalayan kitle ise en şanssız olanlardı.



Onların liderlerle işi yoktu, liderler gelip geçiciydi.

Onların sembollerle de işi yoktu. Çünkü sembollerin içini doldurmazsanız, gereğini yapmazsanız bir anlamı yoktu.

Öyle bir lider olmalıydı ki, kendisi bir gün çekip gitse bile, partisinin ilkeleri her daim halkı düşünecek ve ülkesinde barışı, huzuru, refahı sağlayacak,

Öyle bir parti olmalıydı ki, hangi lider gelirse gelsin, değişmez ilkeleri ülkeyi daima ileriye taşıyacak, vatandaşına huzur sağlayacak…

3 ayrı dünyanın insanıydılar, 783.562 km2lik vatan toprağında,

Aynı apartmanda,

Aynı okullarda,

Aynı işyerlerinde, fabrikalarda,

Aynı hastanelerde,

Hepsi de çok basit bir şeyin peşindeydiler. Mutlu olmanın.

Hepsi de çok masum bir şeyi hayal ediyorlardı. Çocuklarına savaşsız, barışçıl bir dünya bırakmayı.

Hepsi de korkmamak istiyorlardı, gelecekten korkmamak, güvende olmak.

Biri Liderine,

Biri partisinin 6 0K’ una gönül vermişti.

Ortada yalpalayan ise

‘’ dostum, dostum, güzel dostum,
Bu ne beter çizgidir, bu,
Bu ne çıldırtan denge,
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe ‘’H.H.Korkmazgil

 diye şiirler okuyor, dökülen yaprakları topluyordu. 




19 Aralık 2018 Çarşamba

BU ARALAR




BU ARALAR…

Kendimi ifade etmekte zorlandığım günler yaşıyorum bu aralar.

Ta ki medya maymunlarından birinin, sahibi olduğu papağanını boğazlıyorken gördüğüm ana kadar ve de,

’sarı yeleklilere özenen varsa bedelini çok ağır ödeyecek, sarı yeleği giyenler çıplak yatmayı göze alacak’’  D.Bahçeli

‘’ haddini bil, haddini, haddini bilmezsen, patlatırlar enseni’’R.T.Erdoğan

‘’hele çık meydanlara, dar ederiz dünyayı sana''R.T.Erdoğan
diyordu ya birileri.

Ben bir papağandım, ve  onlar  bu sözleriyle beni boğazlıyorlardı.

Tam da buydu işte, ruh halim ve de hissettiklerim. ,
 Nefes alamıyor, beynime kan pompalanmıyor ve de düşünemiyordum sağlıklı bir biçimde.

Harfler bir türlü birlik ve beraberliği sağlayamıyor, kelimeler yan yana dizilmiyor, devrik bile olsa cümleler kurulamıyordu. Düşünceler dudaklarımdan  bir türlü dökülemiyordu, ne de geri gidiyorlardı, yutulmuyorlardı.

Ama bir ses de uzaklardan fısıldıyordu kulağıma :
’sonra oturup hüngür hüngür ağlasam. Boş geçirdiğim, bağırmadığım, sustuğum günlere’’ S.F.A

Ya,Sait Faik gibi olursam, sonra pişman olup hüngür hüngür ağlarsam.

Düşüncelerimi kelimelere dökemezsem,  susarsam  pişman olabilirdim yani….

Susmamın nedeni ya da cümlelerin bir türlü dudaklarımdan dökülememesinin sebebi sadece boğazıma yapışan eller, sarfedilen  tehditkar sözler  değildi.

Kendime başka teşhisler de koymuştum. Tüm Türk halkı gibi, komşudan, internetten, sağdan, soldan.

Evet, evet, ben öğrenilmiş çaresizlik yaşıyordum. Ve bu gerçekten çaresiz olmaktan daha da kötü bir durumdu.


Balinayla deney yapmış ya bilim adamları, bilirsiniz siz de. Küçük balıklar ile arasına bir cam bölme koymuşlar balinanın. Balina büyük cüssesiyle küçük balıklara doğru gittikçe bölmeye çarpmaya başlamış. Bir çarpmış, iki çarpmış, sonra da bölmeyi aşamayacağını anlamayıp vazgeçmiş, küçük balıklardan. Bir süre sonra bölmeyi kaldırmışlar, ama balina artık pes ettiği için bölmenin kalktığının farkına bile varamamış.  

Öğrenilmiş çaresizlikti işte bizim durumlar.

Kelimeler yan yana gelse ne olacak,

Düzgün cümleler kurulsa ne değişecek,

‘’portakal en sevdiğim meyve ‘’ desem kim duyacak,

eğer bir işe yaramayacaksa,fikirlerimizi söylemek, okları üzerine çekmek niye...

''Kim duyuyor, kulak veriyor ki,''

''nasıl olsa bir şey değişmeyecek.''

Kısacası,

Öğrenilmiş çaresizlik sarmış dört bir yanımızı…

’Sustu…konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu, anlamazlardı’’ Y.Atılgan



9 Aralık 2018 Pazar

ACELECİ ARKADAŞIM





ACELECİ ARKADAŞIM

Dünyalar iyisi iki insanın, bir araya geldiklerinde ortaya çıkardıkları elektrikli hava ve birlikteliklerinin yarattığı yüksek gerilimli hava imiş beni evden kaçıran.

 Belki de okullar kapanır kapanmaz, okulda eşofmanlarımı taşıdığım, küçük kahverengi beden eğitimi çantama, birkaç parça eşya ve de birkaç kitap koyup, anneannemin köyüne kaçmam bu yüzdendi.

Bindiğim minibüs, daha köyün sınırlarına girmeden, karşıdan kocaman bir yeşil alana kurulmuş, keyif çatıyor havasındaki, kırmızılı çatılı, bahçeli küçük birer geometrik şekilden ibaret duran köy evlerini görür görmez, taşıdığım o yüksek gerilim boşalır, o boşalan kısmı bir özgürlük duygusu kaplardı. 

Köy benim için özgürlük demekti, ben demekti.

Sabah olunca tavukların altından topladığımız yumurtalar,
Traktör tepesinde tarlaya gidip, kavurucu sıcakta, işçilere su taşımalar, kendini Yaşar Kemal’in pamuk tarlalarından fırlamış kahraman sanmalar,
Karpuzu, toprağa atıp, kırarak, suları kollarından akaraktan yemek,

Aradığım özgürlük duygusuymuş kaçışımın sebebi.

Mahalledeki tek kafa dengi arkadaşım Gülseren, sonradan ‘’ahretim’’ olan Gülseren ile yerlere örtüler serip piknik yapmalar,
Düğünlere gidip kaş, göz işareti yapanları hiç anlamamak…

Sonradan da ahretim Gülseren’i bizim sülaleye gelin olarak almak.
Ne kadar da şaşırmıştım duyunca. Ben daha okuyacak, ben daha çalışacak ve ben belki de hiç evlenmeyecektim. Öyle ya özgürlüğümü kimseye vermeyecektim.

Şaşırmıştım ahretimin evlenivermesine. Çok erken davranmıştı.

Ama hep erkenciymiş meğerse.

Yine şaşırtıp,

İşte bu gün de ölüverdi.

Ve biliyorum ki, beni benden çok severdi.

8 Aralık 2018 Cumartesi

ANKARA MI, ANGARA MI?












ANKARA MI, ANGARA MI ?

Annem bazı zamanlarda, genellikle de torunlarını özlediğinde der ki:
’benim babaannem ne kadar da şanslı bir kadınmış. Senelerce felçli yattı ama her sabah gözünü açtığında torunları, çocukları karşısındaydı’’

Bu sözler, aslında yaşadığımız zamanları kısacık özetleyen, geçmişe duyulan ve de şimdiki zamanlarda hep uzaklarda yaşayan çocuklara, torunlara özlemi dile getiren, imbikten geçirilmiş saf sözcükler.

Hepimizin hissettikleri saklı bu cümlelerde.

Ben de özlem gidermek için geldim bu şehre. Uzaktakiler, hep özlem duyulanlar, yanlarına gitsen de bir süre sonra yine uzaklaşacağın, ellerini tutamayacağın kişiler.
Sadece uzakta yaşayanlara değil ki özlemlerimiz,

Eskinin her türüne hasretiz…

Şehirler için de farklı değil, hep siyah beyaz fotoğraflarına özlemle baktığımız, sobaların bacasından çıkan is kokusunu bile özlediğimiz, mutfak pencerelerinden burnumuza gelen kokularla hangi evde hangi yemeğin piştiğini bildiğimiz şehirler…

Ülkemizin Başkenti Ankara’da, bütün şehirlerimiz gibi. Öyle değil midir ki zaten, bir rüzgâr eser Edirne’de,  biz buz keseriz bütün şehirlerde. Bir göç dalgası başlar Şırnak’tan, bütün şehirler o dalgayla sörf yapar, kimi zaman dalgaların üzerinde, kimi zaman çıkamaz dalgalarla başa. Çıkamaz dalgalarla başa, çıkamaz baloların, klasik müziklerin ezgileri ANGARA'nın BAĞLARI ile yarışmaya. Ülkemizde esen rüzgarlar sonucu ANKARA, olmuş ANGARA. 

Ankara’da dediler ki, Suluhan diye bir tarihi han var buralarda.1500’lü yıllarda 2.Beyazıt tarafından yapılmış bu han. Her odasında ısıtma sistemi ve de sıcak su sistemi bulunan hanın geçmişi 5oo yıllık. O dönemde tüm kervanlar burada mola verirmiş, en popüler mekânmış tüccarlar için.

Şimdi yapay çiçekler ile donanmış, 500 Yıllık geçmiş, asla solmayacak olan ruhsuz çiçeklerle kaplanmış, yapay renkli çiçekler Suluhan’ın ruhunu öldürmüş. Çiçek satıcıları, çeşitli bebek süslemeleri, doğum günü süslemeleri ile dolu dükkânlar, kendilerine zorla makyaj yapılan yaşlı kadınlara benzemiş.

 Merdivenle yukarı çıkıp, daracık bir alana girdiğimizde çocuğun eline bir elma şekeri verirsiniz de sevinir ya, işte öyle sevindik bizde. Küçücük bir dükkânda el zanaatını kullanan, bir hattat ile karşılaşınca nasıl da mutlu olduk.

Ülkemizin simgesi olan plastik sandalyelerle donatılmış, naylonlarla çevrilmiş bir mekânda çay içmek isterseniz, yapacak bir şey yok, afiyet olsun.

Suluhan’ın geçmişine hürmeten, kalbini kırmayalım diye, biz yine de bir çay içtik.

Daha yukarı çıkalım, daha yukarı. Harap ettiğimiz yerleri görelim, kirlettiğimiz sokakları belgeleyelim.

Çıkrıkçılar yokuşu, her yer bir milyoncu… Bir zamanlar derlermiş ya ‘’ bir gün herkes milyoner olacak’’ diye. Doğru işte, her şey 1 milyona, yani eskiden öyle deniyordu…


Biraz daha yukarı, biraz daha nefes nefese… Bakırcılar çarşısı. Kalmamış pek bakırcı buralarda, bir iki dükkân dışında. Birkaç antikacı kurtarıyor buraların şanını.

Kale varmış bir de buralarda. Hayret,  yıkılmamış, duvarları sağlam duruyor.

İçeri bir girelim, , yine üzülecek miyiz,  kalbimiz kırılacak mı bakalım?

Bu sefer de elimize pamuk şekerler verildi, uçan balonlar verildi sanki. 

Kale içi restore edilmiş konaklarla bizi karşılıyor, gülerek bize ‘’hoş geldiniz’’ diyordu. Birbirinden şık ya da sevimli desek daha doğru olur, cafeler bizi bekliyordu, çaylar demlenmiş’’nerede kaldınız  ‘’der gibi bize bakıyordu renkli ahşap sandalyeler.

Küçücük bir sokağa dalıyoruz, bir pasaja, içi bir bahçeye açılıyor. Tarihi PİLAVOĞLU HAN burası. İçinde el sanatları yapılan küçük dükkânlar, ahşap boyamalar, kukla yapımı, seramik, ebru… Dükkân sahipleri ile tanışıyor ve destek veriyoruz onlara, Eyüp Sabri Tuncel kolonyası satın alıyoruz, keçeli sabun satın alıyoruz,  siftah yaptırıyoruz onlara…

Ne kadar da ihtiyacımız varmış, minicik güzelliklere, ne kadar da ihtiyacımız varmış sanata, sanatçıya. Ankara’nın korkunç heykellerinden sonra nasıl da güzel geldi, bu kale bize. Kalenin surlarımı korumuş ki, talandan bu konakları, bu değerli zihniyeti.
Yok etseymişiz bu kaleyi de, tarih iyice affetmezdi bu kez bizi. Genetik dizilim yapışırdı boğazımıza, yeter diye. Çünkü M.Ö. 7. yüzyılda yapılmış, Frigyalılardan, Hititlilerden izler taşıyan bir eseri yok etseydik, bu günden de daha kötü durumda olur, kısacası yok olurduk.


Nasıl da mutlu olduk eski ile eski konaklar, eski tahta sandalyeler, eski sobalar, eski Arnavut kaldırımları ile.

Ama veda etme zamanı gelmişti işte.

Hep veda ediyor insanoğlu. Buluşmanın, kavuşmanın öbür ucu ayrılık, vedalaşma.

En sevdiklerini hep geride bırakıyor, arkasında, uzakta ya da geçmişinde…

Upuzun yolculuklar yapıyor, her durakta bir parçasını bırakaraktan.

Bizden bir parça da Ankara Kalesinde kalıyor, en özlediklerimiz de Ankara’da…


28 Kasım 2018 Çarşamba

HAYAT YARIM MUTLULUKLARDAN İBARETMİŞ -4-






HAYAT YARIM MUTLULUKLARDAN İBARETMİŞ -4-

-         BABA  -

Annem kapıyı açmayınca, gece yarısı pijamalarla sokakta kaldım. Çok kızgındı bana annem.

’karını bulmadan bu eve gelme’’ dedi.

Karım ve çocuğum, giderlerken ‘’gitme, kal ‘’ diyememiştim. Dönerler hemen sanmıştım, gece yarısı nereye gideceklerdi ki. Oysa arkasına bile dönüp bakmadan çekip gitmişti. Korkak sanırdım onu, yaptıklarıma hiç karşılık vermez, sineye çekerdi. ‘’ne kadar aptalmışsın’ ’dedim kendime. ‘’Yıllardır yanı başındaki kadını tanıma zahmetine bile katlanamamışsın. ‘’

’gece yarısı nereye ‘’demedim onlara. Erkeklik gururum varmış ya, güya gurur yapmıştım. Gurur falan değilmiş yaptığım, düpedüz akılsızlıkmış, aptallıkmış. Hayatımızı mahvedecek her türlü saçmalığı yapıp, bir de erkekliğime laf gelmesin diye ‘’gitme, kal’’diyememek .

Annemin de beni eve almaması, kesinlikle hak ettiğim bir davranış aslında. Çoktan hak ettim ben bunları da, kendime söylemeye cesaretim yoktu. Evet, dışarıya çok düşkündüm. Gece hayatı, oyun, ev ise ikinci adresimdi ancak. Ama daha ötesi bir de kötü davranırdım karıma, şiddet bile uyguladığım olmuştu. Sözlü taciz eder, aşağılardım onu, acıtırdım canını.

Tıpış tıpış dönecek, dedim, ama kıyamayıp çocuğumuzu getirdi, kendisi gelmedi. Güya ben gurur yapıyordum, oysa gururun kralı ondaydı.

O gece pijamalarla, bütün arkadaşlarımızı dolaştım. Kimseye uğramamıştı bu süreler içinde.
Annesinin evine gittiğimde, bir gece kalıp çıktıklarını öğrendim. Suratsız babasının evinde kalamazdı, bilirdim ben onun babasını.

Ah, ama ah işte. Ben de bu yüzden rahatça eziyordum ya onu. Gidecek yeri yok diye.

Ertesi gün, daha ertesi gün aramadığım, sormadığım yer kalmadı. Eve de dönemiyordum, dönemezdim onu almadan sokaklardan, hem annemden korkumdan, hem de kendime verdiğim sözden.

Ama ben tüm bu yaptıklarıma karşın şanslı bir adammışım. Kimbilir, hayat bana bir şans daha vermek istemiştir  belki de. Gerçekten çok üzgündüm, gerçekten çok pişmandım, gerçekten kendimden nefret ediyordum. onu bir bulsam, hepsini, bütün hissettiklerimi anlatacaktım ona.

Dedim ya, bu duygu ve düşüncelerimdeki samimiyetim karşılığını bulmuştu bir yerlerde.

Birkaç gün sonra telefonuma bir mesaj geldi. Aynı filmlerdeki gibi ‘’bir dost’’ yazıyordu. Karımın yerini ve adresini yazmıştı bana bir dost.  

Koştum, gittim bir dostun verdiği adrese.  Bir oteldi bu adres ve O, oradaydı.

Yanına gittim ve:

’Bir şans daha ver bana, bu aptal adama ‘’ dedim.



27 Kasım 2018 Salı

UCUBE İTTİFAKLAR





UCUBE  İTTİFAKLAR

Kökleri Orta Asya’ ya uzanan, üzerinde Hitit, Frigya, Lidya, Urartu, Bizans, medeniyetlerine ev sahipliği yapan, bir dönem Asya, Avrupa, Afrika ‘ da OSMANLI rüzgârları estirip, adı söylendiğinde kıtaları titreten,  çeşitli sebep ve sonuçlar ile sona erip, devrini tamamlayıp, işgal edilmiş topraklara dönüşen, ama yokluk ve zorluklara karşın emperyalist işgalci devletlere ‘’HOOOP DURUN BAKALIM’’, diyerek dünyaya ders veren bir ülkenin yeşerdiği topraklardan,

Kıl çadırlardan saraylara adım atan Osman Beyleri, Fatih’leri, Beyazıt’ları, Sokolluları, Mustafa Kemal’i, İnönü’leri, Karabekir’leri, Fevzi Çakmak’ları, daha yakın tarihlerde Menderes’leri, Demirel’leri, Ecevit’leri, Özal’ları yetiştiren topraklardan,

Hangi fraksiyondan olursa olsun, hangi partiden gelirse gelsin, hangi görüş ve düşünce doğrultusunda olursa olsun, gördükleri, yaşadıkları veya yanlış olarak düşündükleri politikalara, sadece daha iyi bir hayat, daha adaletli bir yaşam veya daha eşitlikçi bir demokrasi uğruna halk adına karşı çıkabilen ve bu uğurda can veren Deniz Gezmiş’leri ve arkadaşlarını, daha yakın tarihte Gezi ruhunu yaşamak adına Berkin Elvan’ları, Ali İsmail’leri, ya da 15         Temmuz’u milat sayanları düşünerekten, kendini tankların önüne atarak canını veren yüzlerce insanımızı yetiştiren topraklardan,

Yıllardır ve de çok yıllardır demokrasi, özgürlük ve barış uğruna cezaevlerinde hayatını sürdürenlerden, hücrelerde işkence görenlerden, o duvarların ardında hastalanıp gün ışığına hasret kalıp ölenlerden, ülkesinden sürülenlerden, ülkesine sevdalı ama uzak bırakılanlardan,

Mevlanalardan, Yaşar Kemallerden, Nazım Hikmetlerden, Halide Ediplerden, Tevfik Fikretlerden, Necip Fazıllardan, Zülfülerden, Peyami Safa’ları yetiştiren bu topraklardan,

Yıllardır çözemediğiniz ama bir türlü de yüzleşemediğiniz beceriksizliklerinizin sonucunda yarattığınız korku dağları yüzünden, sizin gidemediğiniz ama küçücük yavrularımızı gönderdiğiniz gerçek ve soğuk ve karanlık ve de ürkütücü dağlarda şehit olan Mustafalardan, Halillerden, Cemillerden, Ahmetlerden, binlerce Mehmetçikten, görev şehitlerimizden, Aybüke öğretmenlerden,

HİÇ Mİ HİÇ UTANMADAN,

TEK BAŞINIZA BİR SEÇİME BİLE GiRMEKTEN KORKARAKTAN,

DEVLETİN BEKAA’SI DİYE UYDURDUĞUNUZ BİR YALANA,

DENİZE DÜŞEN YILANA SARILIR MİSALİ SARILARAK,

PARTİLERİNİZİN BEKASINI  kurtarmak uğruna kurduğunuz İTTİFAKLARA,  değil, MİLLET İTTİFAK’I

ya da

 CUMHUR İTTİFAK’ı, ancak  ve  ancak UCUBE İKTİDARI denir.

UCUBE İTTİFAK’ I.




23 Kasım 2018 Cuma

HAYAT YARIM MUTLULUKLARDAN İBARETMİŞ -3-







HAYAT YARIM MUTLULUKLARDAN İBARETMİŞ -3-


-         BABAANNE -

Gecenin bir yarısı, kalın perdelerin ardından gördüm gidişlerini. Tutmuştu çocuğunun elinden, arkasına bile bakmadan gidiyordu. Bence kesin ağlıyordur, ama göstermez kimseye gözyaşlarını, onurlu kadındır benim gelinim.

Ama koşamadım ardından, ah şu dizlerim, izin vermediler ki bana.
Koşup diyemedim ardından:

‘’ Nereye bu saatte, bu karanlıkta, bir başına, küçücük bir çocukla’’

Ama kapı kapanıp da oğlum gelince yanıma, yapıştım yakasına. Romatizmalı, yamuk yumuk parmaklarımla, yumrukladım göğsünü.

’ Kaçırdın en sonunda karını, çok bile dayandı sana ‘’

’hep gece yarıları geldin eve, bir de gelince sofralar istedin, kurdurdun kadına, bir de beğenmeyip devirdin her seferinde ‘’

‘’işini, gücünü batırdın, içki masalarında, bir de kumar çıkardın başımıza, yedin bütün nafakamızı ‘’

’hiç olmazsa iyi davransaydın karına, seni taşıyordu hiç olmazsa çocuğunun hatırına, benim hatırıma ‘’

Ama oğlum da iş yoktu ki, iki kız çocuktan sonra üçüncüsü erkek olunca, babası öyle bir şımartmıştı ki. Ne doğru dürüst okuyabildi, ne tam bir meslek sahibi olabildi, tam bir mirasyedi oldu çıktı. Evlenirse düzelir dedim, çocuğu olursa düzelir dedim, resmen şu gül gibi kızı da yaktım.
Utanmadan bir de bana:
‘’ Nereye gidecek ki, suratsız babası da almaz onu eve. Biraz sonra dönüp gelir, bak göreceksin’’ dedi.
İyice sinirlendim de, gittim odama, birkaç parça eşyamı koydum çantama ‘’ben de gidiyorum'' dedim de, zorla oturtturdu beni , kilitledi kapıyı da, gidemedim.

Ama gelmediler, ben biliyordum gelmeyeceğini de benim kafasız oğlum anlamazdı böyle hassas işleri.
O gece gelmediler, ertesi günde gelmediler. Oğlum sesini kesmiş, sus pus pencerenin önünde oturuyordu, kim bilir kafasından neler geçiriyordu? Çok üzgün olduğu belliydi. İlk defa onu bu halde görüyordum. Sokağa adımını atmaz olmuştu, rakı şişelerini çöpe attığını gözlerimle gördüm. Bana ‘’ aç mısın, bir şeyler hazırlıyayım mı sana’’ diye sormaya başladı. Hiç konuşmadım, hiç cevap vermedim tabi ki. Çok kızgındım ona, hem de çok.

Birkaç gece sonra, kapının zili çalınca, ikimiz de heyecanla kalktık yerimizden.  O, fırladı, koştu kapıya. Ben arkasından gitmeye çalışıyordum yavaş yavaş, topallaya, topallaya. Bir de baktım, oğlumun kucağında çocuk, uyumuş bir halde. Ama gelinim yok yanlarında. Anladım ki çocuğa kıyamadı, annelik işte, getirdi kapıya bıraktı.

Çocuğunu götürdü yatağına, kendisi de oturdu yere, halının üzerine. Başladı ağlamaya:
’ne yapacağım ben şimdi. Dönmeyecek asla bana ‘’ diye.
Yapıştım yakasına:
‘’çabuk, koş, uzaklaşmış olamaz, buralardadır daha ‘’ diye gönderdim onu sokaklara. Koştu dışarıya hem de pijamalarını bile çıkarmadan.

Biraz sonra geldi yine kapıya, baktım ki yalnız, yoktu karısı yanında, bulamamıştı herhalde.
Açmadım kapıyı oğluma.
‘’ Hiç boşuna zile basıp durma ‘’ dedim ona.
‘’ Onu bulmadan gelme bu eve, asla açmayacağım bu kapıyı sana, onsuz gelirsen’’ dedim.
’Saçmalama anne, pijamalarımla ne yaparım ben sokaklarda, gece yarısı ‘’dedi.
’Beni ilgilendirmez, ne yaparsan yap, istemiyorum seni bu evde tek başına ‘’dedim ona.

Pijamalarla bıraktım onu sokaklarda, hiç de pişman olmadım. Bazen çocuklara kötü anne olmak gerekirdi, geç de olsa anlamıştım bunu da…

17 Kasım 2018 Cumartesi

HAYAT YARIM MUTLULUKLARDAN İBARETMİŞ -2-





HAYAT YARIM MUTLULUKLARDAN İBARETMİŞ. -2-

     -ANNE-

 Çalıştığım lokantada, patrona tokat attığım gece, ayrılık gecemizdi. Anamdan, babamdan ayrılmıştım, kocamdan ayrı düşmüştüm, kardeşlerimin hepsi başka şehirlere, illere taşınmıştı,  bu sefer ki başkaydı ama.  Bu ayrılık, yaşadığım her an acısını duyacağım, sorgulayacağım, kendimi suçlayacağım bir ayrılık olacaktı, biliyordum bunu.

Ama bir lokantanın, iş yerinin içinde ne kadar devam edebilirdi ki bir anne ve çocuğun hayatı? Geçiciydi tabi ki, kalacak bir yer bulana kadar, başımızı sokacak bir odamız olana kadar. Ah,ama insanoğlu işte, çiğ süt emmiş derler ya. Ah, işte kadın olmak, hem de yalnız olmak,  bir başına olmak, muhtaç olmak.

Patrona attığım tokat hayatımı yönlendirecek, geleceğimi hatta geleceğimizi yönlendirecek bir tokattı.

Patrona attığım tokat, beni bekleyen, gideceğim yolun özetiydi aslında.

Bizi iyi şeyler beklemiyordu, bizi bekleyen yollar zor ve dikenliydi. Bu dikenler bütün vücuduma batabilirdi, ama çocuğuma batmamalıydı. Onu bu dikenli yollardan yürütemezdim. Ne kadar koruyabilirdim ki onu bu çiğ süt emmiş insanlardan, önce yer verip, yiyecek veren, sonra da karşılığını bekleyenlerden, kendimi ne kadar koruyabilecektim bakalım?

İyi insanlarda çıkacaktır karşıma, iyi insanlar da var mutlaka dünyada. Dikensiz yollarda vardır muhakkak ki bu yaşamda. Biliyorum ve inanıyorum tabi ki buna da. Ama ya rastlayamazsam onlara, ya karşılaşamazsak bir yerlerde o iyi insanlarla. Ya bulamazsam o dikensiz yolları, ya karıştırırsam sokakları…

Baktım, gayet masumane, masada kaşığı elinde olan yavruma, onun altın sarısı saçlarına, saçının her bir telini mimledim kalbimin tam ortasına…

Kaldırdım onu masadan, daha karnını doyurmadan, en sevdiği yemekten bir kaşık almasına bile fırsat vermeden.

Hiç sormadı yine ‘’ nereye gidiyoruz ‘’, ‘’neden gidiyoruz ‘’ diye. Tutuştuk elele, çıktık sokaklara yine. Yürüdük karanlıkta, yürüdük sokaklarda. Bir parka geldik, parkta bir bankın üzerine oturduk, yorulmuştuk. Koydu başını dizlerimin üzerine, uzattı minik ayaklarını bankın üzerine. Küçücük canı var tabi ki, uykusu gelmişti artık, yine de iyi dayanıyordu bu dikenli yollara. Hemencecik uyuyuverdi, dizlerimin üzerinde. Tek tek elledim saçlarının her bir teline, mıhladım her birini kalbimin bir köşesine.

Aldım sonra da onu kucağıma, hafifcecik geldi bana, kuş gibi geldi bana. Keşke kuş olsak, keşke kanatlarımız olsa da uçsak… Sessizce, onu uyandırmadan, ürkek adımlarla çıktım parktan, tıpkı ürkek bir serçe gibi… Yürüdüm, yürüdüm karanlık sokaklarda. Gökyüzünde o kadar çok yıldız vardı ki, ama benim tutacak bir dileğim bile yoktu. Ayaklarım beni evimizin olduğu çıkmaz sokağa getirmişti. Yol uzasın istedikçe ben, bitivermişti gidilecek yollar, yakın oluvermişti sokaklar.
Tam evimizin kapısında indirdim onu kucağımdan, paltomu serip kapının önüne, yatırdım uyuyan prensimi paltomun üzerine.

Sonra da zile bastım ve hemen oradan uzaklaştım.

Kapı açıldı, içeriden pijamalı kocam çıktı. Uyuyordu demek ki sıcak evde, yatağında,  oysa biz sokaklarda.

Yerde yatan çocuğumuzu görünce telaşla kaldırdı onu yerden, aldı kucağına. Baktı etrafına şaşkın şaşkın, koştu sağa sola,  sarı saçlı prensim kucağında. Göremedi beni tabi ki.

Girdiler içeriye baba ve oğul. Anne dışarıda kalmıştı artık, çıkmıştı tamamen dünyalarından. Ne kadar yaşayacağımı bilmiyordum ama yaşadığım, nefes aldığım her anı kendimle, vicdanımla hesaplaşacağım bir şekilde yaşamaya mahkûm etmiştim kendimi, bunu biliyordum.

İleride anlayacak mıydı ki beni?
 Hak verecek miydi ki bana?
Nasıl anlatacaklardı yaşadıklarımızı ona?
Birazcık da olsa hatırlayacak mıydı ki beni?
İşte bunları bilmiyordum.

10 Kasım 2018 Cumartesi

HAYAT YARIM MUTLULUKLARDAN İBARETMİŞ -1-





HAYAT YARIM MUTLULUKLARDAN İBARETMİŞ…-1-

             -ÇOCUK-

Annem elimi sıkı ama çok sıkı tutmuştu, öyle ki parmaklarımı kıracak sanmıştım, o kadar sıkı yani. Bana tutunuyordu, küçücük bana dayanmıştı sanki bütün vücuduyla, bütün zayıflığıyla. Minicik bedenimle dayanağı olmuştum sanırım o an onun. Minik ellerimden cesaret akıyordu onun o narin ellerine.

Evden çıktığımızda, annemin bir elinde bir çanta diğer elinde benim elim vardı. Ve arkamızdan bakan gözler vardı bir de. Geriye dönüp bakmaya çalıştığımda annem sertçe çekmişti beni, arkama bakmamı engellercesine. Görmüştüm yine de, perdenin arkasından bakan gözler vardı bize. Babaannemin gözleri ve babamın gözleri vardı,  tüllerin ardında.

Babam ‘’nereye gidiyorsunuz’’ diye sormuyordu
’bu karanlıkta sokaklarda ‘’ demiyordu.

Ben annemleydim ya, fark etmezdi, annem olsun yanımda, o bana yeterdi.
Yine de merak ediyordum tabi ki, nereye gidiyoruz aniden, babamsız, yapayalnız.

Cevap bulamayacağım sorular, küçücük bir çocuğa anlamaz diye verilmeyen cevaplar. Oysa ben bazı şeylerin farkındaydım tabi ki. Babamla annemin sık sık birbirlerini üzdüklerini, annemin kızarmış gözlerini bana fark ettirmemek için ‘’toz kaçtı gözüme ‘’dediğini, oysa biraz önce ağladığını.
Çocuklar bilir her şeyi, görür görünmez zannedilenleri, hisseder küçük kalpleri.

Annem ile anneannemlerin evine gittiğimizde hiç de hoş karşılanmadığımızı da hissetmişti bu yorgun minik çocuk. Dedemin hep asık olan suratı bizi görünce, gecenin o saatinde bir karış daha asıldı. ‘’hoş geldiniz ‘’bile demedi. Ne yapacağını şaşıran zavallı kadın, anneannem ‘’ aç mısınız?’’ diye sorunca, ‘’ ben çok açım ‘’ diyecektim ki annem’’ biz tokuz ‘’ deyiverdi. .’’Bir bildiği vardır annemin ‘’dedim kendi kendime ve sustum. Midemi kemiren farelere de‘’uslu durun, tokmuşuz ‘’deyiverdim.

Ben ‘’uslu durun’’dedim ya, hiç de uslu durmadılar. Bütün gece midemi kemirdiler. Aç kalmayı öğrendim o gece, aç kalmanın ne anlama geldiğini. Önüme konan tereyağları kokuyor diye yemeyişimin şımarıklık olduğunu, bir gecede anlayıverdim. 

Sabah kahvaltı hazırlamış anneannem, dedem masada nefes almadan atıyor ağzına peynirleri, yumurtaları ve hiç başını kaldırıp bize bakmadan. Masadakilerin hepsini ben de ağzıma dolduruvereyim, mideme gönderivereyim derken, bütün gece açlıktan midemi kemiren farelerde masadakileri görünce sevinçten hoplayıp zıplarken, annem yine demez mi?

‘’ sağ ol anne, biz acıkmadık ‘’

Çıktık anneannemin evinden de yine, annemin elinde bir çanta ve de ben, bir de midemdeki aç fareler.
Hiç şikâyet etmedim, hiç ‘’acıktım ‘’demedim. Çünkü bilirdim ki varsa yiyeceği, anneler önce çocuğuna yedirir de kendisi aç kalır. Alışmıştım, fareleri de susturmuştum bir süre.

Bir sokak çeşmesinden su içtik kana kana. Boş mideye de hiç iyi gelmiyormuş su, anladım onu da.
’bulaşıkçı aranıyor’’ yazısını görünce bir dükkânın camında, daldı içeriye hemen annem, beni de sürükleyerekten.

’çocuğa yemek lütfen’’ dediğini duydum, önlüğünü takarken önüne, bulaşık yıkamak üzere.
Koydular benim de önüme bir tas çorba ve de Atatürk’ün en sevdiği yemeklerden. Kuru fasulye, bulgur pilavı ve de hoşaf. Ben de çok severdim bu yemekleri. Hem Atatürk’ü hem de onun sevdiği yemekleri çok severdim. Bayram yaptı midem ve midemdeki fareler. Ömrümde yediğim, en lezzetli kuru fasulye, en lezzetli pilavdı bunlar. Bir daha sanki bu lezzeti hiç bulamadım, baklava böreklerde bile.

Kaybedince mi anlaşılıyordu sahip olduklarının değeri, bilmem ki?

Bizim orada, lokantada yatmamıza izin verdiler birkaç gece. Patron acımıştı halimize. Ben de yardım ediyordum, lokantada çalışan abilere.

Lokantadaki geçen günlerimizden en son hatırladığım, belleğimde kalan en son sahne, annemin patrona attığı bir tokattı. Tam yemek yemeğe başladığım bir andı. Tabağımdaki kuru fasulyeden bir kaşık almıştım daha. Annem kaldırdı beni masadan ‘’ gidiyoruz ‘’ dedi, çekti kolumdan.

Yine aç kalacaktık, anlamıştık beraberce, ben ve midemdeki farelerim.

Ama o gecenin sonunu nasıl getirdiğimizi hiç hatırlamıyorum, sanki bir şeyler tamamen silinmiş yaşadıklarımdan, o birkaç saat zamandan…

Sabah olup da uyandığımda evimde, odamda, yatağımdaydım. Yumuşacık yatağımda üzerimde bebeklik yorganım, oyuncaklarım, kitaplarım… Mutfaktan gelen kokular, sucuk, sosis kokuları… Hepsi vardı, hepsi vardı da.  Annem yoktu.

Hepsi bir arada olamayacaktı anlaşılan benim hayatımda.

Biri varsa, biri yok olacaktı,

Anlamıştık farelerim ve ben bunu,

 Şu küçücük yaşımızda…