‘’benim
babaannem ne kadar da şanslı bir kadınmış. Senelerce felçli yattı ama her sabah
gözünü açtığında torunları, çocukları karşısındaydı’’
Bu sözler,
aslında yaşadığımız zamanları kısacık özetleyen, geçmişe duyulan ve de şimdiki
zamanlarda hep uzaklarda yaşayan çocuklara, torunlara özlemi dile getiren,
imbikten geçirilmiş saf sözcükler.
Hepimizin
hissettikleri saklı bu cümlelerde.
Ben de özlem
gidermek için geldim bu şehre. Uzaktakiler, hep özlem duyulanlar, yanlarına gitsen
de bir süre sonra yine uzaklaşacağın, ellerini tutamayacağın kişiler.
Sadece
uzakta yaşayanlara değil ki özlemlerimiz,
Eskinin her
türüne hasretiz…
Şehirler
için de farklı değil, hep siyah beyaz fotoğraflarına özlemle baktığımız,
sobaların bacasından çıkan is kokusunu bile özlediğimiz, mutfak pencerelerinden
burnumuza gelen kokularla hangi evde hangi yemeğin piştiğini bildiğimiz
şehirler…
Ülkemizin
Başkenti Ankara’da, bütün şehirlerimiz gibi. Öyle değil midir ki zaten, bir rüzgâr
eser Edirne’de, biz buz keseriz bütün
şehirlerde. Bir göç dalgası başlar Şırnak’tan, bütün şehirler o dalgayla sörf
yapar, kimi zaman dalgaların üzerinde, kimi zaman çıkamaz dalgalarla başa. Çıkamaz dalgalarla başa, çıkamaz baloların, klasik müziklerin ezgileri ANGARA'nın BAĞLARI ile yarışmaya. Ülkemizde esen rüzgarlar sonucu ANKARA, olmuş ANGARA.
Ankara’da
dediler ki, Suluhan diye bir tarihi han var buralarda.1500’lü yıllarda
2.Beyazıt tarafından yapılmış bu han. Her odasında ısıtma sistemi ve de sıcak
su sistemi bulunan hanın geçmişi 5oo yıllık. O dönemde tüm kervanlar burada
mola verirmiş, en popüler mekânmış tüccarlar için.
Şimdi yapay
çiçekler ile donanmış, 500 Yıllık geçmiş, asla solmayacak olan ruhsuz
çiçeklerle kaplanmış, yapay renkli çiçekler Suluhan’ın ruhunu öldürmüş. Çiçek
satıcıları, çeşitli bebek süslemeleri, doğum günü süslemeleri ile dolu dükkânlar,
kendilerine zorla makyaj yapılan yaşlı kadınlara benzemiş.
Merdivenle yukarı çıkıp, daracık bir alana
girdiğimizde çocuğun eline bir elma şekeri verirsiniz de sevinir ya, işte öyle
sevindik bizde. Küçücük bir dükkânda el zanaatını kullanan, bir hattat ile karşılaşınca
nasıl da mutlu olduk.
Ülkemizin
simgesi olan plastik sandalyelerle donatılmış, naylonlarla çevrilmiş bir mekânda
çay içmek isterseniz, yapacak bir şey yok, afiyet olsun.
Suluhan’ın
geçmişine hürmeten, kalbini kırmayalım diye, biz yine de bir çay içtik.
Daha yukarı
çıkalım, daha yukarı. Harap ettiğimiz yerleri görelim, kirlettiğimiz sokakları
belgeleyelim.
Kale varmış
bir de buralarda. Hayret, yıkılmamış,
duvarları sağlam duruyor.
İçeri bir girelim,
, yine üzülecek miyiz, kalbimiz
kırılacak mı bakalım?
Kale içi restore
edilmiş konaklarla bizi karşılıyor, gülerek bize ‘’hoş geldiniz’’ diyordu.
Birbirinden şık ya da sevimli desek daha doğru olur, cafeler bizi bekliyordu,
çaylar demlenmiş’’nerede kaldınız ‘’der gibi bize bakıyordu renkli ahşap
sandalyeler.
Küçücük bir sokağa
dalıyoruz, bir pasaja, içi bir bahçeye açılıyor. Tarihi PİLAVOĞLU HAN burası. İçinde el sanatları yapılan
küçük dükkânlar, ahşap boyamalar, kukla yapımı, seramik, ebru… Dükkân sahipleri
ile tanışıyor ve destek veriyoruz onlara, Eyüp Sabri Tuncel kolonyası satın
alıyoruz, keçeli sabun satın alıyoruz, siftah yaptırıyoruz onlara…
Yok
etseymişiz bu kaleyi de, tarih iyice affetmezdi bu kez bizi. Genetik dizilim
yapışırdı boğazımıza, yeter diye. Çünkü M.Ö. 7. yüzyılda yapılmış,
Frigyalılardan, Hititlilerden izler taşıyan bir eseri yok etseydik, bu günden
de daha kötü durumda olur, kısacası yok olurduk.
Nasıl da
mutlu olduk eski ile eski konaklar, eski tahta sandalyeler, eski sobalar, eski
Arnavut kaldırımları ile.
Ama veda
etme zamanı gelmişti işte.
Hep veda
ediyor insanoğlu. Buluşmanın, kavuşmanın öbür ucu ayrılık, vedalaşma.
En
sevdiklerini hep geride bırakıyor, arkasında, uzakta ya da geçmişinde…
Upuzun
yolculuklar yapıyor, her durakta bir parçasını bırakaraktan.
Bizden bir
parça da Ankara Kalesinde kalıyor, en özlediklerimiz de Ankara’da…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder