KARABATAK …
Kollarımı açtığımda iki yana, vücudumun iki katı kadar olur
benim bedenim.
Yine açtım kanatlarımı iki yana, o kadar genişlerdi ki, sağdan sola birkaç metre,
sanki tonlarca derdi, tasası olan, üzgün insanları sıkı sıkı sarmak için bana
verilmiş upuzun kollarım vardı benim.
Dalıp dalıp çıkıyordum derinlere, bir yeryüzüne, bir
yeryüzünün en dibine, bazen çok mutlu, bazen çok mutsuz, umutsuz, karnım
doyduysa eğer balıklarla, değmeyin keyfime.
Balıkların peşinde koşarken, bir batıp bir çıkarken, adımda oluvermiş karabatak.
Biliyor musunuz benim sadece kocaman kanatlarım yok, aynı
zamanda kocaman sıcacık duygularım da var. Atalarım Yunan mitolojisine
dayanıyor. Yaradılışımda da aşk var zaten.
Irmak tanrıçasının kızı imiş benim atalarım. Onun oğlu Aisakos, Hesperia
adlı bir su perisine aşık olmuş. Hesperia Aisakostan kaçarken bir yılan
tarafından ısırılmış ve ölmüş. Bundan dolayı derin bir üzüntü duyan ve kendini
suçlu bulan Aisakos kendini denize atmış. Onun bu halini gören deniz tanrıçası
Tethys tarafından bir karabatağa dönüştürülmüş ve böylece onurlandırılmış olmuş.
Ya işte böyle, mayamızda aşk var bizim, temelimizde duygu var. İnsanoğlu ise sadece kedilerin, köpeklerin duyguları
var sanır,
Ben de öyleyim işte. Bir canlı, duyguları olan bir canlı.
Bir balık sürüsüne rastladıysam mutlu, balık sürülerini arkadaşlarımla
kovalarken neşeli, eğlenceli… Balık sürüleri insanoğlunun artıklarıyla, fabrikaların
atıklarıyla yok olmuşsa mutsuz ve umutsuz, yarın ne olacak, ya hiç kalmazsa balık denizde
diye endişeli ve gelecekten ümitsiz.
İyi ki şu an her şey yolunda, balık bol buralarda, istavrit,
hamsi…
Bu düşüncelerle suya dalıp çıkıp, kovalarken balıkları, karşıda
kayaların en ucunda, kırmızı sandaletlerini çıkarıp yanına koymuş, ayaklarını
denize sokmuş, elinde mendili, silerken burnunu gördüm onu. Kesin ağlıyordu,
gözlerimiz çok keskindir bizim, en kuvvetli fotoğraf makinesinin optik düzeltme
özelliklerine sahiptir bizim gözlerimiz, gördüm onun gözlerinin yaşını.
Tam önüne giderek, takla atar gibi daldım denize, ayaklarım
havada. Uzaklara kadar yüzdüm, çıktım onun beklemediği bir noktadan. Bir daha
daldım, biliyordum ki arıyordu beni. Dikkatini çekmiştim. Yine çıktım başka bir
noktadan. Güldüğünü gördüm, size demiştim benimde duygularım var diye. O güldü
ya, çok mutluydum çok. Ağlamıyordu artık, mendilini buruşturdu attı denize.
Sahildeki o kaya buluşma mekânımız oldu. Her gün geliyor ve
kırmızı sandaletlerini dikkatlice kayanın üzerine koyuyor, ayaklarını denize sokuyordu.
Bazen kulağında kulaklık, kendi kendine şarkılar söylerken, bazen kendi kendine
konuşurken, bazen benim fotoğrafımı çekerken…
Geldiğinde beni aradığını biliyordum artık, beni gördüğü an
gözlerinin içi gülüyordu. İnanmayacaksınız ama bana el sallamaya bile başladı. O
fotoğraf çekiyor, ben poz veriyordum türlü türlü… Bana hediyeler, yiyecekler
getirmeye bile başladı. Aramızda bir elektriklenme vardı, biliyordum ve artık hiç
ağlamıyordu.
Bana göre ilişkimiz, arkadaşlığımız epeyce ilerlemişti. Onun
duygularıyla oynamamam, harekete geçmem lazımdı.
O gün, O kayalarda, ben bir teknenin ucunda. Açtım
kollarımı, kanatlarımı iki yana, 2 metre oldu boylu boyunca. Heybetli mi
heybetliyim, güçlü mü güçlü, haşmetli…
Seslendim ona:
‘’Bak açtım kanatlarımı senin için. Gel gir kanatlarımın
arasına, gel kollarımın altına, korurum ben seni kötü insanlardan, saklarım
seni ben, seni ağlatanlardan, silerim o gözyaşlarını ipek tüylerimle, yumuşacık,
hiç canını acıtmadan, nasıl denizin derinliklerine dalıyorsam, senin kalbinin
de derinliklerine dalar, anlarım seni, tanırım seni, dinlerim seni bir ömür boyu, kulaklık takmana gerek yok, şarkılar söylerim
ben sana…’’
Bütün duygularımı anlattım ona, sıraladım bir bir hepsini,
dilim döndüğünce…
Duydu mu ki beni? Duydun mu beni? Ben onu duyuyorsam, o da
beni duyuyordur değil mi?
Ben kanatlarımı açmış, belki gelir diye bekliyorum onu,
sıralarken cümlelerimi…
Biri diyor ki:
‘’kanatlarını açmış, kurutuyor onları’’
‘’Çok biliyorsun sen, ukala insanoğlu. Kanatlarımı sevdiğime
açtım ben, onu sarmak üzere, kötülüklerden korumak üzere…’’
Duygusuz insanoğlu işte, kendini hep yeryüzünün en akıllı
canlısı sanıyor, oysa hala canlıların en ilkeli. Kendi nesline bu kadar zarar veren
bir canlı türü daha var mı ki şu yeryüzünde…’’
Ama, ama, ben kanatlarımı açmış bekliyorken, gitti sevgilim
birden. Hiç cevap vermeden.
Birkaç gün göremedim onu kayaların üzerinde.
Sonra bir gün hissettim onu, o buralardaydı, yakınlarda. Yüzdüm
kayalara doğru hemen, işte geliyordu karşıdan. Oturdu kayasına yine, sandaletlerini çıkarmadan. Ben de tünedim en yakın
tekneye, açtım yine kollarımı ona karşı. Bu gün bir farklıydı ama sanki, pek
benim farkımda değildi gibi. Hep sağa sola bakıyor, heyecanlı, sanki birini bekliyor.
Sonra, taa uzaklarda, sahilde bir adam belirdi ve kızı görünce kayalarda,
açtı kollarını iki yana, aynı benim
gibi.
Kız bir bana, bir ona baktı. Koştu gitti adama. Adamın açtığı
kollarına. Kapattı kollarını adam. Aldı kızı kanatlarının altına.
Benim kollarım açık kaldı, kolum kanadım kırıldı, bomboş
kaldı.
Kapatamadım bir daha, kapanmadılar bir daha.
Sahillerde açık kanatlı bir karabatak görürseniz, bilin ki o
kanatlarını kurutmuyor, kanatlarının altına alacağı sevgilisini bekliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder