22 Eylül 2018 Cumartesi

KARABATAK





KARABATAK …

Kollarımı açtığımda iki yana, vücudumun iki katı kadar olur benim bedenim.

Yine açtım kanatlarımı iki yana,  o kadar genişlerdi ki, sağdan sola birkaç metre, sanki tonlarca derdi, tasası olan, üzgün insanları sıkı sıkı sarmak için bana verilmiş upuzun kollarım vardı benim.

Dalıp dalıp çıkıyordum derinlere, bir yeryüzüne, bir yeryüzünün en dibine, bazen çok mutlu, bazen çok mutsuz, umutsuz, karnım doyduysa eğer balıklarla,  değmeyin keyfime. Balıkların peşinde koşarken, bir batıp bir çıkarken, adımda oluvermiş karabatak.   

Biliyor musunuz benim sadece kocaman kanatlarım yok, aynı zamanda kocaman sıcacık duygularım da var. Atalarım Yunan mitolojisine dayanıyor. Yaradılışımda da aşk var zaten.  Irmak tanrıçasının kızı imiş benim atalarım. Onun oğlu Aisakos, Hesperia adlı bir su perisine aşık olmuş. Hesperia Aisakostan kaçarken bir yılan tarafından ısırılmış ve ölmüş. Bundan dolayı derin bir üzüntü duyan ve kendini suçlu bulan Aisakos kendini denize atmış. Onun bu halini gören deniz tanrıçası Tethys tarafından bir karabatağa dönüştürülmüş ve böylece onurlandırılmış olmuş. Ya işte böyle, mayamızda aşk var bizim, temelimizde duygu var.  İnsanoğlu ise sadece kedilerin, köpeklerin duyguları var sanır,
ama yanılır, her şeyde yanıldığı gibi…

Ben de öyleyim işte. Bir canlı, duyguları olan bir canlı. Bir balık sürüsüne rastladıysam mutlu, balık sürülerini arkadaşlarımla kovalarken neşeli, eğlenceli… Balık sürüleri insanoğlunun artıklarıyla, fabrikaların atıklarıyla yok olmuşsa mutsuz ve umutsuz,  yarın ne olacak, ya hiç kalmazsa balık denizde diye endişeli ve gelecekten ümitsiz.

İyi ki şu an her şey yolunda, balık bol buralarda, istavrit, hamsi…

Bu düşüncelerle suya dalıp çıkıp, kovalarken balıkları, karşıda kayaların en ucunda, kırmızı sandaletlerini çıkarıp yanına koymuş, ayaklarını denize sokmuş, elinde mendili, silerken burnunu gördüm onu. Kesin ağlıyordu, gözlerimiz çok keskindir bizim, en kuvvetli fotoğraf makinesinin optik düzeltme özelliklerine sahiptir bizim gözlerimiz, gördüm onun gözlerinin yaşını.


Tam önüne giderek, takla atar gibi daldım denize, ayaklarım havada. Uzaklara kadar yüzdüm, çıktım onun beklemediği bir noktadan. Bir daha daldım, biliyordum ki arıyordu beni. Dikkatini çekmiştim. Yine çıktım başka bir noktadan. Güldüğünü gördüm, size demiştim benimde duygularım var diye. O güldü ya, çok mutluydum çok. Ağlamıyordu artık, mendilini buruşturdu attı denize.

Sahildeki o kaya buluşma mekânımız oldu. Her gün geliyor ve kırmızı sandaletlerini dikkatlice kayanın üzerine koyuyor, ayaklarını denize sokuyordu. Bazen kulağında kulaklık, kendi kendine şarkılar söylerken, bazen kendi kendine konuşurken, bazen benim fotoğrafımı çekerken…

Geldiğinde beni aradığını biliyordum artık, beni gördüğü an gözlerinin içi gülüyordu. İnanmayacaksınız ama bana el sallamaya bile başladı. O fotoğraf çekiyor, ben poz veriyordum türlü türlü… Bana hediyeler, yiyecekler getirmeye bile başladı. Aramızda bir elektriklenme vardı, biliyordum ve artık hiç ağlamıyordu.

Bana göre ilişkimiz, arkadaşlığımız epeyce ilerlemişti. Onun duygularıyla oynamamam, harekete geçmem lazımdı.

O gün, O kayalarda, ben bir teknenin ucunda. Açtım kollarımı, kanatlarımı iki yana, 2 metre oldu boylu boyunca. Heybetli mi heybetliyim, güçlü mü güçlü, haşmetli…

Seslendim ona:
‘’Bak açtım kanatlarımı senin için. Gel gir kanatlarımın arasına, gel kollarımın altına, korurum ben seni kötü insanlardan, saklarım seni ben, seni ağlatanlardan, silerim o gözyaşlarını ipek tüylerimle, yumuşacık, hiç canını acıtmadan, nasıl denizin derinliklerine dalıyorsam, senin kalbinin de derinliklerine dalar, anlarım seni, tanırım seni,  dinlerim seni bir ömür boyu,  kulaklık takmana gerek yok, şarkılar söylerim ben sana…’’

Bütün duygularımı anlattım ona, sıraladım bir bir hepsini, dilim döndüğünce…

Duydu mu ki beni? Duydun mu beni? Ben onu duyuyorsam, o da beni duyuyordur değil mi?

Ben kanatlarımı açmış, belki gelir diye bekliyorum onu, sıralarken cümlelerimi…

Biri diyor ki:
‘’kanatlarını açmış, kurutuyor onları’’

‘’Çok biliyorsun sen, ukala insanoğlu. Kanatlarımı sevdiğime açtım ben, onu sarmak üzere, kötülüklerden korumak üzere…’’

Duygusuz insanoğlu işte, kendini hep yeryüzünün en akıllı canlısı sanıyor, oysa hala canlıların en ilkeli. Kendi nesline bu kadar zarar veren bir canlı türü daha var mı ki şu yeryüzünde…’’

Ama, ama, ben kanatlarımı açmış bekliyorken, gitti sevgilim birden. Hiç cevap vermeden.

Birkaç gün göremedim onu kayaların üzerinde.

Sonra bir gün hissettim onu, o buralardaydı, yakınlarda. Yüzdüm kayalara doğru hemen, işte geliyordu karşıdan. Oturdu kayasına yine, sandaletlerini çıkarmadan.  Ben de tünedim en yakın tekneye, açtım yine kollarımı ona karşı. Bu gün bir farklıydı ama sanki, pek benim farkımda değildi gibi. Hep sağa sola bakıyor, heyecanlı,  sanki birini bekliyor.
Sonra, taa uzaklarda,  sahilde bir adam belirdi ve kızı görünce kayalarda,  açtı kollarını iki yana, aynı benim gibi.

Kız bir bana, bir ona baktı. Koştu gitti adama. Adamın açtığı kollarına. Kapattı kollarını adam. Aldı kızı kanatlarının altına.




Benim kollarım açık kaldı, kolum kanadım kırıldı, bomboş kaldı. 

Kapatamadım bir daha, kapanmadılar bir daha.

Sahillerde açık kanatlı bir karabatak görürseniz, bilin ki o kanatlarını kurutmuyor, kanatlarının altına alacağı sevgilisini bekliyor.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder