29 Eylül 2018 Cumartesi

SARI İLE KANARYA VE DE BEN






SARI İLE KANARYA VE DE BEN

Kocamı kollarımın arasına alıp ‘’hayır, hayır, daha çok erken’’ diye bağırışımın ardından koskocaman iki  sene geçti.



İki ilkbahar ağaçlar çiçeklerini açtı, iki yaz güneş alev alev kavurdu, iki sonbahar sarı yapraklar döküldü sokaklara, iki kış kardan adam yaptı çocuklar burunları havuçtan.

Her mevsimi severdik biz, beraber olduktan sonra. Hele ki kış mevsimini daha da çok sever gibiydik sanki. Çünkü eve kapandığımız, sadece baş başa kaldığımız günlerdi, kış günleri. Evimizde çayımızı demler, monopoly oynardık bazen, filmler seyreder, dizileri takip ederdik internetten. Mısır patlatır, kestanenin kokusuna bayılırdık.

Ortak noktalarımız çoktu, ayrı düştüklerimizde vardı tabii ki.. O tam bir hayvan dostuydu. Bense onunla tanıştıktan sonra yaklaşmaya başlamıştım hayvanlara. Bizim evimizde hiç kedi, köpek olmamıştı, ben hiçbir zaman bir kediye sarılıp uyumadım. Beni hiçbir zaman bir köpek karşılamadı evimizde. Karşıdan sevenlerdendik biz hayvanları.

Sevgilimin ise bir köpeği, bir de kedisi vardı. Ve ikisi de  insanların birbirine olan düşmanlıklarına inat dosttular. Birbirlerinin alanına saygı gösterirler, biri diğerini ötekileştirmezdi. Hatta eve bir misafir hayvan geldiğinde ikisi bir ve beraber olurlardı. Benim onlara karşı hafif ürkmemi ve de  biraz uzaktan uzaktan olan sevgimi hemen hissettiler, çok da yakınlık göstermediler bana bu yüzden. Belki de duygularıma saygı gösterdiler. Anlarlarmış ya kendisini sevenleri ya da sevmeyenleri hayvanlar, aynen öyle.

İşte en çok o zaman endişelendim,’’ya beni kabul etmezlerse aralarına  ‘’ diye. Çünkü sevgilimin çocuklarıydı onlar. Dünya bir yana, onlar bir yana… Köpek SARI, kedi KANARYA idi. Anlayacağınız gibi bizimkisi hasta bir Fenerliydi. Biraz önce eklemeyi unuttum. Geceleri bir de maç seyrederdik, maç yorumlarını  bile hatta. ''Stres atmak için iyidir bir spora ilgi duymak'' derdi. Hatta  sonraları,kadınlar bilemez ya, işte ben ofsaydı bile öğrenmiştim.

Halı saha maçları, olmaz mı hiç? Haftada bir sahalarda ALEX olurdu kendileri. Sol ayağı da çok iyiymiş o öyle derdi. Biz de kadınlar destekçi, kenarda seyirci. Bu maçlar yüzünden, bir çatlak, bir kırık, bir kaburga, çok hasar vardı, bütün halı sahacılar gibi onda da.

Onun sevdiği her şeyi sevmeye başladım, hiç dokunamadığım  kedi sabahları beni uyandırır oldu, ondan önce. Gerçi beni çok sevdiğinden değil de, Ona kıyamazdı, biraz daha uyusun diye. Dişlerinden korktuğum SARI, elimden yer oldu her şeyi. Maçları sevdim, sadece fenerlileri değil Galatasaray'ı, MİLAN BAROS'u bile öğrendim. ÇARŞI grubuna bayıldım, protest tavırlarını her zaman alkışladım. Ama maçlarda daha çok, zayıf  ve ezilen takımı tuttum ben.  

İşte herkes gibi, olaysız, monoton, kendi halimizde yaşayıp gidiyorduk. Çalışıp para kazanıyor, azıcık da olsa biriktirmeye bakıyorduk. Daha karavan alacak, önce ülkemizi dolaşacaktık. Kapadokya, Karadeniz yaylalar, Antalya, Bolu, Kars… Ama daha zaman vardı. Gençtik, güzeldik, akıllıydık, şanslıydık, birbirimize denk gelmiştik. Aceleye ne gerek vardı?

O gece halı saha gecemizdi. Formalarımızı giydik, attık kendimizi sokağa. Derbi gibiydi bu geceki maç. Bizim ALEX girmişti bile maçın havasına. Oooo, herkes burada, EMRE, MİLAN BAROS …Kaleci Volkan, ama bir Volkan’ ı sevememiştim Fenerde…

İlk gol Alex’ten. Sol ayağından hem de. Sonrası kayıp, yani göremiyorum sevgilimi, herkes başında, kutluyorlar golünü sanıyorum. Ben de zıplıyorum sevinçle, ama ‘’ambulans çağırın’’ sesleri geliyor kulağıma. Koşuyorum hemen sahaya, yerde yatıyor boylu boyunca, alıyorum kucağıma
’hayır, hayır, daha çok erken ‘’ dediğimi söylüyorlar bana sonradan.

Ama mutlu gitti işte. Sahalarda Alex idi, tam hayalini kurduğu gibi, attı golünü. Hepimize, bana, Sarı’ ya, Kanarya’ya, arkadaşlarına, ailesine, kısaca dünyaya attı bir çalımlı gol ve biz alkışlarken onu, çekti gitti, eyvallah etmeden kimselere

Geride iki emaneti kalmıştı bana, SARI ve KANARYA… Beni sevmeleri onun yüzündendi, biliyorum. Onun bana olan sevgisini bildikleri için beni kabullenmişlerdi. Aynı benim yaptığım gibi.
O gidince beni sevmeyi bıraktılar sanki. Kanarya da Sarı da yemekten içmekten kesildi. Mutsuz üç canlı yaşıyorduk artık bu evde. Sevgilimin eşyalarını boşaltırken dolabından,iki gözüm iki çeşme, bir sarı lacivert formasını kaptı KANARYA. Çekildi bir kenara, almaya çalıştım pençelerinden, hırladı bana. Korktum. Bir daha da o forma ile yaşadı, uyudu, onu koklayıp koklayıp içine çekti, hatta burnunun içine kaçacak diye korktum resmen. O forma  ile yaşamaya başladıktan sonra biraz daha hayata döner gibi oldu. En azından yemeğe başladı. Yıkamak için ne zaman yaklaşsam formaya, pençe attı bana.Ben de bıraktım kendi haline.  

Sarı ise çok zayıfladı, tüyleri dökülmeye başladı, lekeler çıktı orasında burasında,  korktum ölecek diye. Veterinere götürdüm, ‘’özlemiş ‘’dedi. Biliyordum zaten, teşhisi çoktan koymuştum ben. Bütün gece okşadım tüylerini, ‘terk etmedi O seni, O da seni çok özlüyor’’diye anlattım anlattım. Anlıyor gibi dinledi beni. 

Bir gece rutin yürüyüşümüzü yaparken, nasıl oldu anlamadım, fırladı kaçtı elimden SARI. Karanlıkta sağa sola koşturdum ama bulamadım. O da gitmişti. Biz bir evde, iki ayrı dünyalarda yaşayan KANARYA ve ben kalmıştık artık. O kadar ilgisizdi ki bana karşı, o benim efendim gibiydi resmen. Ben onun hizmetinde.

İşte yine rutin, yazlar, kışlar geçmeye başlamıştı, artık maç asla seyretmiyordum, hatta nefret ediyordum futboldan.


Bir gün işten dönerken karşı apartmanın, bir dairesinin, bir penceresinde gördüm onu. SARI’ ydı o, yanılmam imkânsızdı. Attım ellerimdeki poşetleri, koştum karşı apartmana. Çıktım çıktım, bu kat olsa gerek dedim, bastım zile. Benim yaşlarda genç bir kadın açtı kapıyı, ona dedim ki’’SARI burada, gördüm onu, kocamın köpeği’’

Genç kadın şaşırdı, ama mantıklı. ‘’O geldi kapıya, buraya.  Kapımızın önünde yatıyordu, aslında haber verdik bir kaç yere’’dedi .’’ Şimdi kocamla yatıyor, onunla kalkıyor, ondan bir türlü ayrılmıyor’’ diye ilave etti genç kadın.  Özürler diledi falan filan.

Kocasına seslendi, adam geldi yanımıza. Kapıya tutundum, düşmemek için. Sandım ki O geliyor, bana şaka yapmış, buraya taşınmış. Bu kadar mı benzenir,  sevgilimdi sanki, aynı hava, aynı gülüş, bacaklarının arasında ise  SARI, bana bakıyor.

Gelmedi tabi ki  SARI benimle. Sevgilime benzeyenini bulmuştu tekrar hayata başlayabilmek için. Onsuzluğa dayanamayıp.

Artık SARI karşı apartmanda yaşıyordu,  KANARYA ile ben ise, iki yabancı gibi  aynı evde, ayrı odalarda.

 Biz de SARI gibi, Onun gibisini bulabilir miyiz bilemem.

KANARYA’ya da asla fikrini soramam. Sorsam bile eminim ki cevap bile vermez bana…



22 Eylül 2018 Cumartesi

KARABATAK





KARABATAK …

Kollarımı açtığımda iki yana, vücudumun iki katı kadar olur benim bedenim.

Yine açtım kanatlarımı iki yana,  o kadar genişlerdi ki, sağdan sola birkaç metre, sanki tonlarca derdi, tasası olan, üzgün insanları sıkı sıkı sarmak için bana verilmiş upuzun kollarım vardı benim.

Dalıp dalıp çıkıyordum derinlere, bir yeryüzüne, bir yeryüzünün en dibine, bazen çok mutlu, bazen çok mutsuz, umutsuz, karnım doyduysa eğer balıklarla,  değmeyin keyfime. Balıkların peşinde koşarken, bir batıp bir çıkarken, adımda oluvermiş karabatak.   

Biliyor musunuz benim sadece kocaman kanatlarım yok, aynı zamanda kocaman sıcacık duygularım da var. Atalarım Yunan mitolojisine dayanıyor. Yaradılışımda da aşk var zaten.  Irmak tanrıçasının kızı imiş benim atalarım. Onun oğlu Aisakos, Hesperia adlı bir su perisine aşık olmuş. Hesperia Aisakostan kaçarken bir yılan tarafından ısırılmış ve ölmüş. Bundan dolayı derin bir üzüntü duyan ve kendini suçlu bulan Aisakos kendini denize atmış. Onun bu halini gören deniz tanrıçası Tethys tarafından bir karabatağa dönüştürülmüş ve böylece onurlandırılmış olmuş. Ya işte böyle, mayamızda aşk var bizim, temelimizde duygu var.  İnsanoğlu ise sadece kedilerin, köpeklerin duyguları var sanır,
ama yanılır, her şeyde yanıldığı gibi…

Ben de öyleyim işte. Bir canlı, duyguları olan bir canlı. Bir balık sürüsüne rastladıysam mutlu, balık sürülerini arkadaşlarımla kovalarken neşeli, eğlenceli… Balık sürüleri insanoğlunun artıklarıyla, fabrikaların atıklarıyla yok olmuşsa mutsuz ve umutsuz,  yarın ne olacak, ya hiç kalmazsa balık denizde diye endişeli ve gelecekten ümitsiz.

İyi ki şu an her şey yolunda, balık bol buralarda, istavrit, hamsi…

Bu düşüncelerle suya dalıp çıkıp, kovalarken balıkları, karşıda kayaların en ucunda, kırmızı sandaletlerini çıkarıp yanına koymuş, ayaklarını denize sokmuş, elinde mendili, silerken burnunu gördüm onu. Kesin ağlıyordu, gözlerimiz çok keskindir bizim, en kuvvetli fotoğraf makinesinin optik düzeltme özelliklerine sahiptir bizim gözlerimiz, gördüm onun gözlerinin yaşını.


Tam önüne giderek, takla atar gibi daldım denize, ayaklarım havada. Uzaklara kadar yüzdüm, çıktım onun beklemediği bir noktadan. Bir daha daldım, biliyordum ki arıyordu beni. Dikkatini çekmiştim. Yine çıktım başka bir noktadan. Güldüğünü gördüm, size demiştim benimde duygularım var diye. O güldü ya, çok mutluydum çok. Ağlamıyordu artık, mendilini buruşturdu attı denize.

Sahildeki o kaya buluşma mekânımız oldu. Her gün geliyor ve kırmızı sandaletlerini dikkatlice kayanın üzerine koyuyor, ayaklarını denize sokuyordu. Bazen kulağında kulaklık, kendi kendine şarkılar söylerken, bazen kendi kendine konuşurken, bazen benim fotoğrafımı çekerken…

Geldiğinde beni aradığını biliyordum artık, beni gördüğü an gözlerinin içi gülüyordu. İnanmayacaksınız ama bana el sallamaya bile başladı. O fotoğraf çekiyor, ben poz veriyordum türlü türlü… Bana hediyeler, yiyecekler getirmeye bile başladı. Aramızda bir elektriklenme vardı, biliyordum ve artık hiç ağlamıyordu.

Bana göre ilişkimiz, arkadaşlığımız epeyce ilerlemişti. Onun duygularıyla oynamamam, harekete geçmem lazımdı.

O gün, O kayalarda, ben bir teknenin ucunda. Açtım kollarımı, kanatlarımı iki yana, 2 metre oldu boylu boyunca. Heybetli mi heybetliyim, güçlü mü güçlü, haşmetli…

Seslendim ona:
‘’Bak açtım kanatlarımı senin için. Gel gir kanatlarımın arasına, gel kollarımın altına, korurum ben seni kötü insanlardan, saklarım seni ben, seni ağlatanlardan, silerim o gözyaşlarını ipek tüylerimle, yumuşacık, hiç canını acıtmadan, nasıl denizin derinliklerine dalıyorsam, senin kalbinin de derinliklerine dalar, anlarım seni, tanırım seni,  dinlerim seni bir ömür boyu,  kulaklık takmana gerek yok, şarkılar söylerim ben sana…’’

Bütün duygularımı anlattım ona, sıraladım bir bir hepsini, dilim döndüğünce…

Duydu mu ki beni? Duydun mu beni? Ben onu duyuyorsam, o da beni duyuyordur değil mi?

Ben kanatlarımı açmış, belki gelir diye bekliyorum onu, sıralarken cümlelerimi…

Biri diyor ki:
‘’kanatlarını açmış, kurutuyor onları’’

‘’Çok biliyorsun sen, ukala insanoğlu. Kanatlarımı sevdiğime açtım ben, onu sarmak üzere, kötülüklerden korumak üzere…’’

Duygusuz insanoğlu işte, kendini hep yeryüzünün en akıllı canlısı sanıyor, oysa hala canlıların en ilkeli. Kendi nesline bu kadar zarar veren bir canlı türü daha var mı ki şu yeryüzünde…’’

Ama, ama, ben kanatlarımı açmış bekliyorken, gitti sevgilim birden. Hiç cevap vermeden.

Birkaç gün göremedim onu kayaların üzerinde.

Sonra bir gün hissettim onu, o buralardaydı, yakınlarda. Yüzdüm kayalara doğru hemen, işte geliyordu karşıdan. Oturdu kayasına yine, sandaletlerini çıkarmadan.  Ben de tünedim en yakın tekneye, açtım yine kollarımı ona karşı. Bu gün bir farklıydı ama sanki, pek benim farkımda değildi gibi. Hep sağa sola bakıyor, heyecanlı,  sanki birini bekliyor.
Sonra, taa uzaklarda,  sahilde bir adam belirdi ve kızı görünce kayalarda,  açtı kollarını iki yana, aynı benim gibi.

Kız bir bana, bir ona baktı. Koştu gitti adama. Adamın açtığı kollarına. Kapattı kollarını adam. Aldı kızı kanatlarının altına.




Benim kollarım açık kaldı, kolum kanadım kırıldı, bomboş kaldı. 

Kapatamadım bir daha, kapanmadılar bir daha.

Sahillerde açık kanatlı bir karabatak görürseniz, bilin ki o kanatlarını kurutmuyor, kanatlarının altına alacağı sevgilisini bekliyor.



15 Eylül 2018 Cumartesi

OKULLAR AÇILIYORKEN -4-





OKULLAR AÇILIYORKEN- 4-

DİPSİZ KUYU : EĞİTİM

Bir ülkede eğitim sistemi düzelmedikçe gelişmekten, kalkınmaktan ve de toplumsal huzurdan bahsetmek mümkün değildir.

İdeolojik eğitime HAYIR,

Bütçeden en çok pay savunmaya değil, Milli Eğitim’e,

Nitelikli öğretmene EVET,

Dedikten sonra…

MÜFREDAT karşımıza çıkıyor. Müfredat öğretmenlerin dillerinden düşürmediği bir kelimedir. ‘’müfredat’ı yetiştiremedim’’ ‘’ müfredat ta yok’’ ‘’müfredat çok ağır ‘’gibi. Nitelikli bir öğretmen müfredat’ı nasıl uygulayacağını bilir, üzerinde çok duracağı, ya da çocuğun işine yaramayacağı konuları da bilir, konuyu nasıl vereceği öğretmenin elindedir. O müfredat yetişir, gerekirse hafifletilir, gerekirse de eklemeler yapılabilir.( tecrübe yani J)

Milli Eğitim de uygulanan müfredat’ın amacı nedir, aslında önemli olan budur. Erdemli, vasıflı, gelişmiş ülkelerdeki yaşıtları ile aynı düzeyde donanıma sahip öğrenciler yetiştirmeye yönelik müfredat mı?

Ya da günü kurtarmayı öğrenen, projelerini ailesine yaptıran ( ve bu projeye öğrencinin yapmadığını bile bile değerlendirmeye alan öğretmenleri şu an geçiyoruz.), araştırmayan, vasıfsız,  ezbere yönlendirilmiş öğrenciler yetiştirmeye yarayan bir müfredat mı?

Özgürce tartışmaya açık, öğretmeni  veya otoriteyi sorgulayabilen, dünyadaki gelişmeleri takip edebilen, haklarının peşinde koşan, cinsiyet eşitliğini öğreten, çevreye saygıyı uygulatan, din ve vicdan hürriyetine sahip öğrenciler yetiştirmeye yarayan bir müfredat mı,

Ya da 

Tek din ekseni üzerine oturan, cinsiyet ayırımına sık sık vurgu yapan, evrensel ve bilimsel değerleri yok sayan, bir müfredat mı?

Hangisi tercihiniz?  Yine karar sizin.

Temel öğrenme yöntemlerini ve müfredat içeriğini düzenlemeden, öğretime teknolojiyi adapte etmek olumlu sonuç vermeyecektir.

Örneğin Fatih Projesi.  MEB, 2010 yılında başlattığı  proje için, harcanan milyarlarca lira ve birçok alım ve ihalenin sonunda dağıtılan 1 milyon küsur tabletin ardından uygulamayı değiştirme kararı aldı. Tablet yerine klavyeli bilgisayar’ a geçilmesi uygun görüldü. Tekrar rant kapıları ardına kadar açıldı, kimlere yarayacak acaba bu değişim?

Salman Kahn, DÜNYA OKULU kitabında, ülkemizdeki akıllı tahta uygulamasını da çok güzel özetlemiş:
‘’ Teknolojiyi değiştirip öğrenme tekniklerinizi aynı tutarsanız, kötü uygulamaya iyi para harcıyorsunuz demektir ‘’


EŞİT ŞARTLARDA EĞİTİM:   Bir devlet vatandaşının eğitim hakkını ekonomik durumunu ölçü almadan eşit şartlarda sunmakla yükümlüdür. 

Eşitsizlik kavramı, bireyin nerede doğduğu, hangi ailede dünyaya geldiği, gelir durumu ve cinsiyeti gibi koşullara bağlıdır. Anadolu’nun ücra bir köşesindeki bir öğrenci ile zengin bir ailenin tüm imkânlarına sahip bir öğrencinin eğitim eşitliğinden bahsedilemez.
Eğitimde eşitlik, vatandaşın kendi gelişimi doğrultusunda erişilmesi gereken, kapasitelerini geliştirdikleri, ücretsiz bir kamu hizmeti olarak alabildikleri bir durumdur. Eğitim sadece bir şans ve fırsat olarak sunuluyorsa eğitimde eşitlikten bahsedilemez. Fırsat sadece öğrencinin önünün kesilmemesi olabilir. Ama diğer alanlardaki eşitsizlikler çoğaldıysa eğitimde de eşitlikten bahsetmek mümkün değildir.
Ülkedeki gelir dağılımındaki dengesizlik varsa ve açlık sınırı altında yaşayanlar çoğalıyorsa, ulaşım, sağlık ve eğitim hizmetleri pahalanıyorsa teşvik etseniz bile eşitlik sağlanamayacaktır.
Kısaca halkın tüm temel ihtiyaçlarında eşitsizlik varsa EĞİTİM’ DE EŞİT olamayacaktır.
Eğitim Sen’in 2017-2018 yılında hazırladığı rapora göre, 4+4+4 sisteminden sonra özel okul sayısı 10 kat, özel okula giden öğrenci sayısı tam 12 kat artmıştır.  Özel okulların devlet okullarına oranı % 20’ ye dayanmıştır.
Eğitimde ticarileşmenin sosyal adalet sistemi altında bir eşitlik getirmeyeceği, ancak fırsatçılık eşitliği sunabileceği açık ve nettir.


İMAM HATİP OKULLARI: İmam Hatip okullarının geliştirildiği 2012 yılından bu yana toplam imam hatipli sayısı artarak 1 milyon300 bine varmıştır. Okul sayıları 4 bini geçmiştir. Hükümet bütçesi ve yatırımlarına bakıldığında 2018 ‘ de İ.H.L bütçesi 2 kat artırılmıştır, diğer liselere kıyasla. 645 BİN İMAM HATİPLİ,  tüm liselilerin % 11 ini oluşturduğundan bütçenin % 23’ünü alarak, 2 kat fazla paya sahip olacaktır.
Sadece ticarileşme değil, din eğitimine ayrıcalık ve önem verilmesi de eşitsizlik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Gerçekten de dipsiz bir kuyuya düşmek gibi eğitimin içine girmek. Çıkmaya çalıştıkça debeleniyorsunuz ve daha çok dibe doğru çekiliyorsunuz. O tuğladan o tuğlaya atlıyorsunuz,  hangisi yukarı çeker, hangisi eğitimi kurtarır gibi,  aile, devlet, müfredat, öğretmen, teknoloji, ekonomi, okul öncesi, hangisi, hangisi? Ama yine batıyorsunuz.

Cumhuriyet kurulduğundan beri, 96 yılda 78 bakan değiştirmiş, son 15 yılda da 6 bakan değiştirmiş bir EĞİTİM SİSTEMİ’NDEN ne beklenebilir ki? Sadece haline acınır belki.

78 bakan, eğitimden ne anlıyordu, hepsinin farklı farklı düşünceleri vardı, sayelerinde yüzlerce sistem değişikliği yaşandı.

Yüzlerce sınav sistemi, soru değişiklikleri yaşadı bu ülkede öğrenciler , öğretmenler ve aileler.  
Herkes iktidarına uygun davranmaya çalıştı, vasıflı değil, biat eden vatandaş, makbul vatandaş istedi.

Bireye değil, müritlere ihtiyaç vardı bizim ülkemizde.
Başarıya ulaşıldı galiba, mürit sayısına bakılırsa.

Özet ile ne desek ki:

  EĞİTİM SİYASET ÜSTÜ OLMADIKÇA BAŞARIYA ULAŞILAMAYACAKTIR. 

ZİHNİYET DEĞİŞMEDİKÇE EĞİTİM SİSTEMİNDEKİ HATALAR DEĞİŞMEYECEK, EĞİTİM SİSTEMİNDEKİ HATALAR DÜZELTİLMEDİKÇE  ZİHNİYET DEĞİŞMEYECEKTİR.






12 Eylül 2018 Çarşamba

OKULLAR AÇILIYORKEN -3-





OKULLAR AÇILIYORKEN -3-

DÜNYA ÜLKELERİ ARASINDA EĞİTİMDE NEREDEYİZ?

Dünya’ da 2018 yılı itibariyle eğitimde ülkelerin başarı sıralaması şöyle saptanmış:

1. Güney Kore           6. Birleşik Krallık
2.  Japonya                 7. Kanada
3.  Singapur                8. Hollanda
4. Hong Kong             9. İrlanda
5. Finlandiya              10.Polonya

Türkiye ise Dünya Ekonomik Forumunun dünyanın en nitelikli eğitimli sıralamasında 134 ülke arasında 104. olmuştur. (18.mayıs.2017. Abbas Güçlü eğitim ajansı)

Özellikle Güney Kore 2012 yılından beri 1.liği hiçbir ülkeye kaptırmamaktadır.

Güney Kore’ de eğitim’ e bir göz atsak mı acaba: Özet olarak DAYANIKLILIK VE ÇOK ÇOK ÇOK ÇALIŞMAK.
Öğrenciler başarılı olmak için muazzam ve acımasız bir baskı altında yaşıyorlar. Yetenekten ziyade, çok çalışmaya veya çalışkanlığa inanılıyor. Başarısızlık için hiç bir bahane kabul edilmiyor. Çocuklar yıl boyunca hem okulda, hem de okul dışında özel öğretmenler ile ders çalışıyorlar.’’ Eğer çok çalışırsanız, yeterince zeki olabilirsiniz’’inancına sahipler.  Kültür ve geleneklerinde uyumlu olmak ve düzeni kutsamak olduğu için çalışmak için gördükleri bu baskı Koreli çocuklar için bir sıkıntı yaratmıyor. Okul temizliğini çoğu uzak doğu ülkesinde olduğu gibi kendileri yapıyor.
Dünyanın En Zeki Çocukları kitabının yazarı AMANDA Ripley ‘’Eğer ortalama bir Amerikan Eğitimi ile ortalama bir Kore Eğitimi arasında seçim yapmak zorunda kalsaydım, istemeden de olsa Kore modelini seçerdim’’ diyor.
Güney Kore de de başarının yolu sınavlardan geçiyor. Aynı ülkemizde olduğu gibi aileler sınav sırasında çocukları için dua ediyorlar.


FİNLANDİYA’ daki sisteme de bir göz atalım isterseniz: Finlandiya eğitim modeli ise  bir ÜTOPYA.  Düşük maliyet ile kısa okul saatleri ile yüksek akademik başarıyı;  bireyselliğe ve bağımsızlığa önem veren , öğrenciye kendi programını düzenleme sorumluluğu yükleyen eğitim anlayışı  ile bol boş zaman, eğlenerek öğrenmeyi birleştiren anlayışı ile tam bir ÜTOPYA.  G.Koredekinin aksine başarı sınav ile ölçülmüyor. Hatta ilk  6 yıl  hiç not verilmiyor öğrencilere. Eğitimin amacı kişilik yaratmak. İçsel motivasyon ve bireyselliğin peşinden gitmeye değer veren bir sistem. Müfredat dışı etkinliklerle zenginleştirilmiş bir okul gününün geçirilmesi tek amaç.  Finliler en iyi öğrenmenin sınıf dışında gerçekleştiğine inanıyorlar. Lise eğitiminde öğrencilerin aldığı derslerin 3’te biri seçmeli. Öğrenciler hangi yeterlilik sınavına gireceğine kendileri karar veriyorlar.  Özel okul yok, ‘’ herkes için eşit imkanlar sağlamak ‘’ eğitimin amacı.


Görüldüğü üzere  en başarılı iki ülke, ama sistemleri tamamen farklı iki ülke.

’yabancı bir müfredat uygulamanın hiçbir anlamı yoktur’’ diyor M.Q’SULLİVAN.

Zira eğitim sistemleri mutlaka ulusal ve kültürel kimliği barındırmalıdır. Güney Kore’nin  uzak doğu kültürünün getirdiği düzen, birlik ve beraberlik kavramı ve çalışma eşiklerinin yüksek olması ile Finlerin özgürlükçü yaşam tarzı kendilerine uygun bir eğitim sistemi yaratmış ve dolayısıyla da başarılı olmuşlardır.

Buna rağmen G.Kore ile Finlandiya EĞİTİM SİSTEMİNDE temel 2 ortak nokta vardır.

BİRİNCİSİ ÖĞRETMEN’ İN DEĞERİ. 
İki ülke de de  Öğretmenlere ve akademik başarılarına derin bir saygı duyulmaktadır. Tüm öğretmenlerin en az bir master derecesi vardır. Finlandiya’ da öğretmenlik için yapılan  eğitim başvurularının sadece 10’da biri kabul görmektedir. Çok detaylı incelemelerden geçirilen adaylar kabul edilmektedir.  70’ Lİ yıllarda öğretmen okullarının iyi öğretmen yetiştiremediği düşünülerek % 80’ i kapatılmış ve geriye sadece en iyi eğitim programı veren üniversiteler bırakılmıştır. Bu da öğretmenlerin ülkedeki statüsünü ve ülkede eğitimdeki başarının seviyesini artırmıştır.
Öğretmenler 1 yılda 600 saat ders vermektedir. Geriye kalan zamanlarını mesleki gelişim, iş arkadaşları, öğrenciler ve velilerle bir araya gelmeye ayırmaktadrlar.


Güney Kore' de ise öğretmenlik hayal gibi. Zengin ve popüler olmanın en iyi yolu öğretmen olmak. Sınava bağlı bir eğitim sisteminin getirisi olarak öğretmenlik  her zaman revaçta bir meslek olarak kabul görüyor.  Öğretmenlerin yıllık kazancı  4 milyon doları bulabiliyor. (Türkiye'de 21 bin dolar) Digital ortamda, internet ortamında ders veren ve binlerce öğrenciye ulaşabilen öğretmenler müthiş saygı görüyor, ilahlaştırılıyor.

İKİNCİSİ EĞİTİME AYRILAN PAY
Öğrenci başına yıllık eğitim harcamaları oranı: G.Kore 6,523 dolar, Finlandiya 8,522 dolar, Türkiye 2,099 dolar…

Finlandiya’da kişi başına düşen GSMH 35 bin dolar, Türkiye’ de 10 bindolar

Finlandiya’da nüfus 5,5 milyon, Türkiye 78 milyon ( nüfus planlamasına giremiyorum, şu an hala 3 çocuktayız değil mi?)  

Finlandiya’da Eğitime GSMH’ dan ayrılan oran % 12, Türkiye’ de %4,3

Finlandiya’ da toplam 550 bin civarındaki öğrenci için ayrılan bütçe 20 milyar Euro, Türkiye’ de 18 milyonu bulan 
öğrenci için ayrılan bütçe 76 milyar LİRA( M.E. B Müsteşarlığı.27.09.2016.)


OECD ülkeleri MATEMATİK eğitimi için her yıl toplam 230 milyar dolara yakın bütçe ayırıyor. Matematik Eğitimi başarılı olmanın altın anahtarı olarak görülüyor. Matematik eğitiminde üst sıralarda yer alan ülkelerin dünya ekonomisindeki pastadan daha büyük pay aldıkları ise bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor.

NOT:Türkiye 2018 Üniversite  Giriş TYT sınavında Temel MATEMATİK doğru cevap oranı: 40 soruda 5,642
                                  AYT sınavında MATEMATİK doğru cevap oranı: 40 Soruda 3,9

Sayısal değerlere ve harcanan paralara bakınca çok fazla söz söylemek lüzumsuz gelecektir değil mi?
O halde ideolojik eğitimden elimizi çektikten sonra,  öğrenci başına düşen bütçeyi artırmak şarttır.
Nitelikli öğretmen yetiştirmek ise olmazsa olmazlardandır.( bu da tek bir yazı konusudur)







11 Eylül 2018 Salı

OKULLAR AÇILIYORKEN _2_





OKULLAR AÇILIYORKEN -2-

MİLLİ EĞİTİM Mİ, İDEOLOJİK EĞİTİM Mİ?

‘’Dünyanın en başarılı eğitim kültürlerinde, öğrencilerin başarılarından sistem sorumludur’’schleicher

Türkiye’ de eğitimi toprağa gömüp, bir türlü gömüldüğü yerden çıkarmayan birinci etken devlete el koyan iktidar sahiplerinin kendi görüş ve yaşam normlarına uygun insan yetiştirme ve toplumu buna göre şekillendirme isteğidir.

Türkiye’ de eğitim sistemi, bir masa tenisi topu gibi bir Kemalizm’e bir teolojiye doğru gidip gelmektedir.

İlkokul 1.sınıftan beri matematik ile boğuşan nesiller, matematiği öğrenememiş,

İlkokul sıralarından beri Türkçe dersinde özne ile yüklem ile savaşan öğrenciler sıfat ve zamire geçememiş,

İngilizceyi yaklaşık 12 sene ders olarak görüp konuşamayan, dünya üzerindeki tek ülke olarak bizim ülkemiz kalmış,



İse,

Okula adımını attığı andan itibaren hatta okula bile başlamadan, Atatürk heykellerine sarılan, her 10 Kasımda gözyaşı döken, Atatürk şiirleri ile 23 Nisanlarda yürüyen çocuklarımızın Atatürk’ü de öğrenememesi çok normaldir.

Şu anda yetişen nesiller de aslında yapılanları anlamamaktadır. Din derslerinin zorunlu hale getirilmesi, her okula mescitler açılması, Osmanlıcayı zorunlu hale getirme istekleri ve de İmam Hatipli nesil yetiştirme çabalarını boşa çıkaracaktır bu nesilde. Aynı Atatürkçü nesil yetiştirme çabalarının boşa çıkması gibi. 

Bu öğrenciler nasıl matematiği anlayamadıysa, nasıl ana dili olan Türkçeyi öğrenemediyse, nasıl bir türlü İngilizceyi sökemediyse, bütün çabalara rağmen Atatürk’ü nasıl anlayamadıysa, gerçek dinini de anlayamayacaktır ve anlamamaktadır. Başını örtüp, pür makyaj gezmek gibi. Ya da hırsızlık ve yolsuzluğun tüm toplumu sarması gibi…

Önce karar vermek gerekir. Önce dürüst olmak gerekir. Milli Eğitim mi, İdeolojik Eğitim mi?

Sadece Atatürkçü bireyler mi?

Sadece dindar bir nesil mi?

Yoksa milli değerlerini yok saymadan, kültürüne sahip çıkan, inançlarının sadece kendi vicdanı ile ilgili olduğunu düşünen ve inançlarına bu doğrultuda sahip çıkan,erdemli, vasıflı,  düşünen, sorun çözme yeteneğine sahip, bilgiyi analiz edebilen, mantık yürütebilen, global dünyada yerini almış, sanat ve spor alanlarında söz sahibi olan bir nesil mi?

İnsan hakları, barış, hoşgörü, cinsiyet eşitliği, çevreye saygı ile donatılmış bir nesil mi?

Karar verdiğiniz zaman gerisi çok kolay. …
Dürüst olduğunuz zaman gerisi çok kolay.
Yeter ki kutsal değerleri bırakın insanlarınıza…




10 Eylül 2018 Pazartesi

OKULLAR AÇILIYORKEN -1-




                      OKULLAR AÇILIYORKEN -1-

Okul sözcüğünü de, okulun binasını da, okulun kantinini de, okullardaki sınıfları da, okulun içini dolduran öğrencileri de, sınıfların sıralarını da, o silgi kokan kokusunu, kara tahtasını, teneffüslerde koridorlarda arkadaşlarla kol kola volta atmayı da,  okulun her biri ayrı bir karakter olan öğretmenlerini, sonradan da öğretmenler odasını hep sevdim.

Daha okul çağına gelmeden, elimde tahtadan okul çantası ile Evyapan İlkokulunun, bahçesi yoktu ya, alt salonunda, kenarda oturup öğrencilerin teneffüse çıkmasını bekleyen de bendim. Mahallede herkes okula başlayınca arkalarından ağlarmışım ve de annem ya da mahalleden birileri beni alıp Evyapan İlkokuluna götürürmüş. O derece yani, okul sevgisi…

Ben okul tatile girince ağlayanlardandım.  Zevkle ödev yapanlardan, öğretmenleri dikkatle izleyenlerdendim, severdim dersleri de, çok başarılı olmam önemli değildi, ben sınıfın havasını severdim. 

Eğitim fakültesini kazanınca da annem’’işte, sana ömür boyu okul, için rahat etsin artık ‘’ demişti.

Üniversite bitip de, yurttan eşyalarımı toplayıp, İzmir’den Bandırmaya dönerken takside hüngür hüngür ağlayan da bendim. Taksi şoförü’’ kızım ne oldu, sınıfta mı kaldın ‘’ diye sorunca, ‘’yok, ben mezun oldum da o yüzden ağlıyorum’’ deyince kahkahalarla gülmüştü. Nasıl ağlamayayım, öğrencilik hayatım sona ermişti.

Belki bizim zamanlarımız öyleydi. Belki birçoğunuz da böyleydi, okulu seven çocuklar, arkadaşlığı doyasıya yaşayan çocuklar, bir simit alıp, yarısını paylaşan çocuklar… Ödevini yapmayanlara defterini veren çocuklar… Sınavlarda kâğıdını saklamayan çocuklar…

Sonradan, birkaç kuşak sonrası çocuklara ‘’okul’u özledin mi ‘’ diye sorduğumuzda,’’özledim’’ cevabını alamaz olduk ne yazık ki!

Kendi yetiştirdiğim, devamlı okul sohbetlerinin yapıldığı bir evde yetişen oğlumda okul ortamını hiç sevmeyenlerdendi. Daha ana okul dönemlerinde başladı,’’bu gün okula gitmesem  olmaz mı? ‘’ diye sormaya. Öğrenim hayatı boyunca da bıkmadan, usanmadan bu soruyu her gün sorup, şansını denedi. Keşke bir gün de’’ gitme oğlum ‘’deseymişim L

Soruyordum tabi ki, ‘’ neden’’diye. Merak ediyordum tabi ki, okuldan soğutan sebepleri. ‘’ Duvarları yıkasım geliyor içimden, çok sıkılıyorum derslerden,  senin hatırın için uslu oluyorum’’ derdi. Demek ki annesi sınıfın kokusunu bile özlerken, oğlu duvarları yıkıp o sınıftan kaçmak istiyordu. Demek ki boğuluyordu o dört duvarın içinde.

Gözlüyordum da sınıflarda, birçok çocuk da, sıkılıyorlardı sınıfta ve dikkatlerini toparlamak zorlaşıyordu. Kuşak farkı, değişen zaman, gelişen teknoloji sorunları ile ortaya çıkıyordu. Bizim gibi otoriteye boyun eğen, öğretmenini görünce koşturup selam veren öğrenciler değillerdi artık onlar. Ellerindeki cep telefonları formalarının cebinde, akılları ceplerinde. Kara tahta önündeki öğretmen, elinde tebeşiri ile hiç de cazip gelmiyordu artık onlara.




Kimya dersi, fizik dersi, biyoloji dersi laboratuarlarda değil, sınıflarda yapılır olmuştu. Laboratuarlara en son gelen materyaller 60’lı yıllardandı. Öğrenciye kimyayı, fiziği, bilimi ezberletir olmuştuk. Anlamasına,  gözlemlemesine, düşünmesine, analiz etmesine fırsat vermeden. Soru çözsün istedik mütemadiyen, 100, yetmez 200, yetmez 1000 soru. Müfredat yetişmez sonra, daha hızlı, daha hızlı.

Kitap okutamadık bir türlü, örnek olması gerekenlerde, hepimiz yani,  okumadık çünkü. Öğretmenler okumadı, anneler okumadı, babalar okumadı, dedeler okumadı evlerde. Okumanın zevkini tattıramadık, sınıflarda, dört duvar arasında sıkılan çocukları kitapların büyülü dünyasına bir türlü sokamadık.

Bilgisayar ile ışık hızına yaklaşan çocuklara kaplumbağa hızıyla matematik, fizik anlattık, soru çözdük, soru çözdürdük, kısaca testlere gömdük tüm eğitim sistemini.
Bir gömdük ki çıkamasın bir daha diye, elbirliğiyle…





7 Eylül 2018 Cuma

ÖTEKİ MAHALLE





ÖTEKİ MAHALLE 

Bu mahalleye taşınana kadar bilmezdim bu dünyanın içinde başka dünyaların da olduğunu, bilmezdim bambaşka hayatların yaşandığını, bilmezdim bize benzemeyen insanların varlığını.
Ne kadar yalıtılmış, ne kadar izole edilmiş bir hayatmış meğerse bizim yaşadığımız hayatlar ya da onların yaşadığı hayatlar, birbirini yok sayaraktan yaşanan hayatlar. Birbirinin farkına varmadan sürdürülen hayatlar, bir diğerini bilmezden gelerekten,  belki de bilip de, yok farzederekten, görmemezlikten gelerekten.

Biz aynıydık, aynı mahallede oturan insanlar. Karşıda bahçesinde erik ağacı olan evde oturanlar ya da yanımızda iki katlı betonarme evde oturanlar, ya da biraz ötede ahşap bir evde oturanlar, çamaşırlarını ipe asanlar … Evin ne olduğu önemli değildi yani, içinde oturanlar bizim gibiydi.

Tiplerimiz bile aynıydı sanki. Koyu tenliydik, karakaşlı, kara gözlü, kimilerimiz kara kuru, kimilerimiz yamuk yumuk, ne bileyim işte birbirimize benzerdik. Belki farklıydık da, beraber yaşaya yaşaya birbirimize benzemiştik, kim bilir…

Cumartesi günleri mahallede Pazar kurulur, kadınlar Pazar alışverişine çıkar, hatta birçoğu akşamüstünü bekler, domates daha ucuzlasın, meyveler daha ucuzlasın diye.
Çocuklar aynı okula gider, mahalledeki ilkokula. Birbirlerinden kalan eskimiş, solmuş kara önlükleri giyerler, pantolon paçaları ya çok kısalmış ya da çok uzundur, seneye de giysinler diye. Çantalar eskimiş, çoğu zaman yokuşlarda kaymak için kullanılmış.
Babaların omuzları hep düşük, bakışları yorgun, bedenleri kim bilir nasıl? Hele ki ayın sonunu getirmek için kafalarında yaptığı hesaplar, beyinlerini uyuşturmuş. Geceleri kahvede toplanıp birkaç el kâğıt oynayıp, kafalarını dağıtmak isterler, çoluk çocuktan uzakta. Yok, öyle bizde, çocukla geçirilmesi gereken kaliteli zamanlar…

Plastikçiler, eskiciler kapımızda. Annem bir kez dedemin paltosunu verip bir sürü mandal almıştı da babam çok bozulmuştu.
‘’ be kadın hiç olmazsa mandal alacağına, bir leğen ya da kova alsaydın ‘’ demişti.
Dededen kalan paltolar da böyle değerlenirdi bizim dünyamızda. Sonradan anlamıştım, insanların değeri bazen bir mandal, bazen bir leğen, bazen bir kova kadar imiş…

Yandaki mahalle, bir sokak ötesi hepsi bizim gibi yaşıyor, o mahallenin çocukları da bizim gibi top peşinde koşuyor, ünlü bir futbolcu olma hayalleri kuruyor, penaltı kaçırınca küfürleri basıyordu, terleyip terleyip, yüzü gözü simsiyah olan çocuklardık biz, acıkınca elinde yağlı ekmek ya da salçalı ekmek koşturan…

Sokak köpeklerimiz bile bize benzerdi, kemikleri sayılır, biz toksak onlarda tok, biz açsak onlarda aç…

Ev sahibimiz ‘’Almanya’dan oğlum gelecek’’ dediğinde tadımız tuzumuz kaçtı. Sanki o ev bizimdi, öyle benimsenmişti. Hele ki annem, dokunduğu yeri çiçek bahçesine çeviren, duvarlarını elleriyle badana yapan, perdelerini özene bezene diken, menekşeleri ile mahallede ünlü olan annem, sanki o ev kendinindi ve depremde üzerine yıkılmıştı. Babam her ay önce ev kirasını ayırırdı maaşından, ev sahibini mutlu etmek için, çık demesin diye.

Bir tane bile kiralık ev yoktu bizim mahallede. Arka mahallede de, bir sonraki sokakta da, aşağıdaki, yukarıdaki mahallede de, yoktu, yoktu.

Şimdi nerelere gidecektik, ya komşularımız. Onlar bizdi, biz onlardık, nasıl kopacaktık? Öyle içiçeydik ki, kim parasız kaldı, kimin çocuğu işten çıkarıldı, kimin çocuğu komünist oldu, kimin kızı buluşuyor pastanelerde, kim kocasından dayak yiyor, kimin karısı dır dır edip kocasını evden kaçırıyor, bilirdik hepsini. Nasıl bırakırdık bu insanları?

Babam yeni bir ev bulduğunu söylediğinde kendisi metanetli, ama annemin ayrılığı çok sancılı oldu. Kadınlar sarılıp sarılıp ağlaştı, sanki öbür dünyaya gidiyoruz gibi. Yoksa öbür dünyaya mı gidiyorduk? Annem dağıttı menekşelerini komşularına. ‘’ Bu mahalleden başka yerde yaşamaz,nefes alamaz  bunlar ‘’ derken kendisini tarif ediyordu sanki ve kendine ağlıyordu yine. Ben ise meraklı, yeni çocuklar, yeni arkadaşlar.

Yine benzer bir mahalleydi aslında taşındığımız ev. Vallahi de insanlar yine bizim gibiydi. Sadece evler biraz daha katlı ve de balkonlu. Bakkal yerine market var burada. Pazar yerine de manav var galiba. Bakalım çocuklar var mı bu mahallede? Sokakta oynuyorlar mı, salçalı, yağlı ekmek yiyorlar mı?

Yerleştik evimize. 2 oda bir salon, yeter bize. Annem yine sihirli ellerini değdirdi her yere. Evcilik oynayan kızlar gibiydi. Bu evi de hemen yaşanası bir cennete çevirdi. Camlar pırıl pırıl şeffaf gibi silindi. Artık görebilirdik diğer evlerdeki hayatları, olayları, tanırdık komşuları.

Akşamüstü çocuklar sokaktaydı, eski mahalledeki gibi. Ellerinde futbol topu, ilerideki boş arsada toplanıyorlardı. Hemen karışamadım aralarına tabi, biraz zaman gerekti.




Bizim ev sokağın son eviydi. Yan tarafımızdan bir cadde geçiyordu. Balkondan incelemeye başladım sağı solu. Caddenin öbür tarafını. Öbür taraf bizim mahalle gibi değildi sanki. Orada kaldırımlar süslü taşlarla kaplıydı. Dükkânların tabelaları yabancı yazılıydı. Apartmanlar çok katlıydı, altlarında cafe yazan yerler vardı. Cafelere girip çıkan insanlar, işte onlar, bizim gibi değildi. Güzeldiler, giyimleri kuşamları güzeldi. Belki de ondan güzel görünüyorlardı.O süslü kadınlar Cafelere gelince bizim mahallede görmediğimiz, markalarını bile bilmediğimiz arabalardan inip, anahtarlarını,  koşturan genç delikanlılara bırakıyorlar, kucaklarında süslü köpekleri ile cafelere giriyorlardı. Köpekleri bile başkaydı. Üzerlerinde tulumlar vardı, tüyleri taranmış, kurdelelerle süslenmiş, havalıydılar. Farkında gibi bir de kurum kurum kurulmaktaydılar.


Onların çocukları koşturmuyordu boş arsalarda, suratları terli, çamurlu, kirli değildi. Ellerinde kitapları, kapılarda bekledikleri servis arabaları vardı. Pantolon paçaları ne çok uzun ne de kısalmıştı. Olması gereken gibiydi.

Bizim taraftaki tam bizim evin karşısındaki kahvede oturan yaşlı amcalar sandalyelerini o caddeye doğru çevirmişler, film seyreder gibi seyrediyorlardı o insanların yaşamlarını. Ama o caddede kafede oturanlar bize döndürmemişlerdi koltuklarını, bize bakmıyorlardı, bizi görmüyorlardı herhalde.

Sanki bu mahalleden caddenin öbür tarafına geçişi engelleyen bir sınır çizilmişti, insanların beyninde çizilmişti sanki bu sınır. Mayın tarlası vardı sanki bu iki sokak arasında. Çocukların topu kaçsa kimse almaya gidemez, karşı caddede biri ölüyor olsa kimse el uzatamazdı. Yoksa mayınlar patlardı.

Babama sordum, o caddeyi, o caddedeki insanları, çocukları.

‘’ saçma saçma sorular sorma bana’’ dedi, bir şaplak indirdi kafama.

Aynı dili mi konuşurduk, aynı fıkralara mı gülerdik, aynı müzikleri mi dinlerdik, aynı acılara mı ağlardık, elimiz kesilince aynı acıyı mı duyardık?

Yine bir gün karşı caddeyi seyre dalmışken, annesi ile birlikte, sarı saçları olan bir çocuk, elinde de bir uçan balonu, yürüyorlarken…
Birden bir rüzgâr esti aniden. Uçtu balon,  sarı saçlı çocuğun elinden. Sınırları aştı, mayınları atladı geçti bizim mahalleye.

Baktılar karşıdan, sarı saçlı  çocuk ağlamaya başladı, kadın kaskatı kaldı, adım atamadı bir türlü, bizim mahalleye. 

Hemen indim, koştum sokağa. Yakaladım balonu. Benim beynimde mayın yoktu henüz galiba. Atladım karşı sokağa, geçtim onların bölgesine, caddeye.

Uzattım balonunu ağlayan sarı saçlı çocuğa. Çocuk gülümsedi bana, bir de sarılmaz mı kollarıyla.

Omuzlarımdan bir yük kalktı sanki.
O caddedeki çocuklar da benim gibiydi.
Balonları kaçınca ağlıyorlar, balonlarına kavuşunca mutlu oluyorlardı.

Anladım ki o çocukların da kafalarında mayınlar döşenmemişti daha.
Anladım ki mayınlar büyüdükçe döşeniyor sınırlara,
Anladım ki sınırlar insanlar büyüdükçe çiziliyor sokak aralarına,
Anladım ki sınırlar ve mayınlar sokaklarda değil,
Büyüdüğünü sanan  insanların kafasında.