28 Aralık 2017 Perşembe

2017'ye VEDA, KARIŞIK DUYGULARLA...












                  2017' YE  VEDA, KARIŞIK DUYGULARLA...



Yarın farklıdır bugünden,
Adı değişir hiç olmazsa.
Kara bir suyu
Geçiyoruz şimdilerde basaraktan yosunlu taşlara.
Sen bu günden yarına,
Birazcık umut sakla.
                              M.Altınok



Nasıl da travmatik girmişiz, umutlarla bakmak istediğimiz yeni bir yıla,

Nasıl da korku içinde girmişiz, güzellikler getireceğine inandığımız 2017 yılına.

Hepimiz artık mutlu olacaktık, hepimiz artık daha çok kendimiz için yaşayacaktık, hepimiz daha çok sevdiklerimize zaman ayıracak, daha çok insanlara yardım edecek, daha çok çalışacak, çocuklarımıza daha iyi bir gelecek inşa edecektik. Daha çok, daha çok, daha çok.

Tam bunları düşünürken, tutuğumuz günlüğün sayfalarına umut sözcükleri yazarken, bombalar girivermiş yine hayatımıza, daha çıkmamışken hayatımızdan, bir önceki yıldan.

 1 Ocak'ta ,yeni bir yıla henüz girmişken, bütün umutların pembe olduğu bir gün de, tam da Türkiye’nin kalbinden, güzel İstanbul’un ciğerinden girivermiş hayatımıza, saçılan bedenler. 2 el bombası, 6 şarjör, 180 mermi ile. Ortaköy Reina’dan sıçramış kan damlaları günlüklerimize, umut, mutluluk sözcüklerinin üzerine.


Bu şekilde yeni bir yıla adım atan bir ülkenin evlatlarından sağlıklı bakış açıları, realist düşünceler, mantıklı kararlar, doğru seçimler beklenebilir miydi ki?

Travmatik olayların üzerlerindeki baskıyı analiz etmelerine fırsat vermeyen, istikrar istikrar diye bağıran devlet büyüklerinin çığlıklarından başka bir şey duymayan bir ülkenin evlatları, istikrardan başka ne isteyebilirdi ki, bombalar kucağında patlarken?

Bol güneşli, sımsıcak günlerin, yüz binlerce yıldızın göz kırpacağı aydınlık gecelerin beklendiği yeni bir yılda,

7 Şubat''ta KHK ile 330 akademisyenin görevine son verildi.
25 şubat'ta barış bildirisine imza attığı için görevine son verilen akademisyen M. Fatih Traş  adlı akademisyen intihar eti.
28 şubat'ta Fetö davasından sorgulanan Ordu ün .diş hekimliği fak.yardımcı doçent M.Sadık Akdağ intihar etti.
145 gazeteci ve medya çalışanı hala tutuklu bulunuyor ve güneşi ve de yüz binlerce yıldızı göremiyorlardı dört duvar arasında, hepsi de terörist ti, halkın hayır,hayır diye bağıran  % 49 ‘u gibi.



154 bin 694 kişi hakkında işlem yapılmış, 50 bin 136 kişi tutuklanmıştı, belki de hiçbiri fetö terör örgütü reisi ile fotoğraf çektiremeden, zira çok fotoğraf görmüştük  biz bu sırada, elele, kolkola, sağda, solda...

Açlık grevi yapan genç insanlar görülüyordu, Ankara’nın, bize güzel günler ve demokrasi  vaat eden devlet büyüklerimizin gözü önünde.
9 Mart'ta '' işimi geri istiyorum '' diyen iki eğitimci açlık grevine başladılar.



16 nisan 'da parlementer sistemi ,başkanlık sistemine çevirmek için referandum yapıldı.%51 evet, %49 hayır OY ORANI şaibeli bulunup, mühürsüz oy pusulaları gündeme damga vurdu.

%10 ile meclise gönderilen, 80 bin vatandaşın oyunu temsil eden bir parti lideri hala tutuklu bulunmaktaydı,öyküler yazmaktaydı hücresinde vatandaşlarına, 
Sımsıcak güneşin hissedilmediği  duvarların arasında.

15 haziran'da ülkenin muhalefet lideri bile elinde pankart yola çıkmıştı adaleti aramak üzere,



Güvenli günlerin, çocuklarımızı  emanet edeceğimiz bir geleceğin hayalinin kurulduğu yeni bir yılda, ülkenin her bir yanından,
Mayıs'ta, Haziran'da, Eylül'de,Aralık'ta, yılın her ayında, 
Dikili’den, Osmaniye’den, Elazığ’dan, Sincan’dan,45 çocuğa taciz davası ile ENSAR VAKIFLARINDAN, Süleymancıların yurtlarından, Kur’an Kurslarından, Giresun Erkek yatılı Hafızlık Kurslarından,
TACİZ olayları geliyordu manşet manşet gözümüzün önüne. Hiç duymadığımız kadar, hiç tahayyül bile edemeyeceğimiz oranda, minik bedenlere el uzatılıyordu.


Bombalarla travmatik günlere yol alan büyükler, travmatik bedenlerin oluşmasına göz yumuyorlardı sanki. Bir türlü sonu gelmiyordu, bitmiyordu çocuklarımıza uzanan eller. Denetlenemiyordu, önü kesilemiyordu? Neredeydi anneler, babalar? Neredeydi bu yurtları açanlar, neredeydi denetleyen mekanizmalar?

Bir söz ile değişen sınav sistemleri,19eylül'de cumhurbaşkanının bir sözü ile kaldırılan teog , eğitim müfredatlarının içeriklerinin değişmesi, dini değerlere  dayalı eğitime yol açılması, bilimden uzaklaşılması,

18 temmuz' da cihat kavramı resmen müfredat'a girmiş , 14 ocak'ta ise EVRİM teorisi müfredattan çıkarılmıştı.

2017 'nin ilk on ayında öldürülen kadın sayısı 339 idi.



24 aralık' ta Son çıkarılan KHK’ lar ile  sivil güçlere, milis kuvvetlere cezasızlık getirilmesi gibi korkutucu sonuçlara yol açabilecek kararlar,


15 Aralık'ta , Devlet adamlarının birbirine sarf ettiği seviyesiz sözler, meclisi  mahalle kahvelerinden beter hale getirmeleri,Mankafa, sen bittin sözleri…

29 Kasım'da Türkiye'de  rüşvet dağıttığını kabul eden, itirafları ile bildiğimiz konuları tekrar gündeme getiren Reza Zarrab davasının  magazin programı gibi izlenmeye başlanması, 28 şubat 2014'te  telefon kayıtlarında '' O... ile memura iş başında rüşvet verilir''  diyen Zarrab'ın ,ekonomi bakanı yani devletin memuru Çağlayan'a 50 MİLYON EURO rüşvet verdiğini itiraf etmesi

2017 yılında yaşadıklarımız bunlardı ve bu  yaşananlar  çok uzakta değil, yanı başımızda, sağımızda, solumuzda yaşanıyordu.

Yukarıdaki sergilenen  tablo,  yaşananların binde biri bile değildir,çekilen acıların, yaşanan hayal kırıklıklarının, dağılan yuvaların ne kadarını yansıtabiliriz ki bu satırlara.

Biz gelecekten korkmuyorduk  aslında, tüm yaşananlara rağmen,
 ama geleceklerinden korkanlardan korkuyorduk.
Gelecekten korkan, hep travmayla yaşatılan insanların,  güzel sözlere, pinokyanınkilerden bile daha çok söylenen, güzel ama yalan sözlere inanmalarından korkuyorduk.Çünkü ne kadar çok yalan söylenirse, aralarından doğruyu ayıklayabilmek o kadar zorlaşacaktı.

Yukarıda sergilenen tablo bizim eserimizdi, hepimizin, yalanlara inanan veya inanmayan.

Bizi bırakıp gidecek olan, 2017' nin ne suçu olabilirdi ki, bu yaşananlarda? 

Kime ne yararı oldu ki  bu yıl yaşadıklarımızın, bilemeyiz.

Pinokyo' dan bile daha çok yalan söyleyenler rahat uyuyor mudur mesela, bilemeyiz.

Burnu uzaya uzaya , uzayın derinliklerinde kaybolmuş  olanlar, yarattıkları ülkeden gerçekten de memnun mudurlar, bilemeyiz.

Uzaklarda bir yerlerde minik bir adacık varmış ya, Man Adası, işte oradan  gelen paracıklar yürekleri ısıtıyor mudur , gerçekten bilemeyiz,

Ya da kola takılan bir rüşvet nişanesi saat zamanı daha iyi geçirmeyi sağlıyor mudur acaba, gerçekten, bunu da bilemeyiz,

Kim haklı, kim haksız, zaman gösterecektir,

 en iyi bunu biliriz biz.

Bütün imparatorluklar, bütün uygarlıklar bir gün devrini tamamlamış, nice kahramanlar, nice peygamberler, nice krallar halklarına veda etmiş,

en iyi bunu biliriz biz.

2017 tarih olacak, geçmişimizde yer alacak,

Yeni umutlar ise 2018' de yeşerecek,

en iyi bunu biliriz biz.

GECENİN ÇEKMECESİNDE

İnsanlar öldüler,hep öldüler,bir gün öldüler, anlaşılmaz!
Gecenin çekmecesinde unutuldular sonra
bir inci  kolye gibi dağılmış boncukları.
Belki bir gün balkona çıkar
blok flütle çocuk şarkıları çalarım
''DOSTLUĞUN BİZ SEVGİSİYLE TOPLANIRIZ BURADA ''
Sizler, bizler, ne bileyim herkesler...
                                              Didem Madak

23 Aralık 2017 Cumartesi

BEKLE BENİ SEVGİLİM, DÖNECEĞİM








BEKLE BENİ SEVGİLİM, DÖNECEĞİM

Bacağı fena acıyordu. Büyük bir ihtimalle kırık var gibi duruyordu. Acıyla kıvranıyordu adam. Başucundaki kadın da ne yapacağını bilmez haldeydi.    Korkuyordu kadın. Hem çaresizdi, hem de korkuyordu. Ormanın derinliklerinde, ağaçların hışırtısına, bu güne kadar hiç duymadıkları acayip kuş sesleri, bazen de hayvan sesleri eşlik ediyordu. Adam da korkuyordu ama acısı daha galip geliyordu.

Karısına bir umutla baktı, acaba yolu bulabilir miydi? Bu cehennemden çıkış yolunu.

-          - Başka çaremiz yok ki. Beni bırakıp, çıkış yolunu bulmak zorundasın. Yoksa ikimizde hayvanlara yem oluruz burada, dedi.

-         - Seni bu durumda bırakamam, dedi kadın. Ya bulamazsam yolu, korkuyorum, çok korkuyorum

-         - Bulacaksın, bulursun, bulmak zorundasın, dedi adam.

Kadın çaresizce, kocasının elini tuttu:

      _ Bekle beni, döneceğim sevgilim.

-          - Dönersin değil mi, hep sevdim seni ben, dedi adam

-        -  Döneceğim, ben de seni hep sevdim ve hep seveceğim, dedi ve uzaklaştı kadın  yerde yatan adamı arkasında acılar içinde kıvranırken bırakarak.

Hem ağlıyor, hem hızlı hızlı yürüyordu ormanın derinliklerine doğru, hem de konuşuyordu.

-          Niye geldik bu vahşi ülkeye sanki ne işimiz var buralarda, yağmur ormanlarıymış, ben sana demiştim,  modern şehirleri görmek istiyorum ben diye,  macera istemiyorum diye.

Ama kocası ısrarla güney Afrika' da bir tur ayarlamıştı. Maceracı bir adamdı kocası, adrenaline ihtiyacı vardı her daim,   heyecan yaşatıyordu onu.

Kadın seviyordu adamı,  ama onu, kocasının heyecanlandığı şeyler heyecanlandırmıyordu, kadın seviyordu kocasını, ama adamın macera hevesi, adrenalin tutkusu ürkütüyordu onu.

Koşuyordu şimdi kadın, koşuyordu ağaçların dallarına, dikenli çalılara takıla takıla koşuyordu.
Kafasındaki düşünceler de  bir biri ardına koşturuyordu şimdi, neler geliyordu aklına şu anda neler, geçmişte yaşadığı bütün olumsuzluklar,onun için özenerek hazırladığı masalarda soğuyan yemekler, bitmek bilmeyen gece yarılarına kadar süren iş toplantıları, onu beklediği uykusuz geceler , bir  bir diziliyorlardı karşısına sanki ardı ardına, hiç sırası mıydı, şimdi bu düşüncelerin.Hiç durmaksızın yağan yağmur gibi, düşüncelerde yağıyordu zihnine hiç durmadan.

Ah, işte o heyecan aramalar,  sadece ormandaki yürüyüşlerle, paraşüt ile atlamalarla, rafting ile sınırlı kalmıyordu ki.  Gizli kapaklı, kaçamak ilişkiler, cep telefon mesajları,  sonu gelmiyordu bir türlü, bitmiyordu bir türlü. Her seferinde affettiriyordu adam kendisini. Ona duyduğu zaafı biliyordu kocası çünkü. Terk edemiyordu bir türlü onu.  Ama çok da kötü hissediyordu her maceranın sonunda, her aldatılışında. Kadınlığına, aslında sadece kadınlığına değil, insanlığına yapılmış bir tokat gibi yaşıyordu her seferinde. Omuzları düşüyor, kendini küçücük, bir böcek gibi hissediyordu.Aynı Kafka'nın Gregor Samsa' sı gibi. Gregor Samsa'nın kendini bir hamam böceği sanması gibi . Ama sonra da bir ahtopot oluyor, bu zararlı mahlûku kollarıyla doluyor, bir türlü bırakmıyordu.

Yağmur da gittikçe şiddetleniyordu, daha hızlı koşmalıyım, daha hızlı koşmalıyım diye diye hızlandı. Bir taraftan da hala ağlıyordu ve çok da yorulmuştu,   yaşadıklarından nefret eder haldeydi şu an. Hem şu an yaşadıklarından, hem geçmişte yaşadıklarından, hem de sanki, sanki kocasından da nefret ediyordu şu anda.

Hele en son yaşadıkları,  çok acıtmıştı canını, çok. Bu gezi de zaten son yaşananların üzerini örtmek için, yeni bir başlangıç için tasarlanmış bir geziydi. Söz vermişti kocası, bir daha onu üzmeyecekti. Yeni bir başlangıç, bir balayı olacaktı bu gezi.

Günü birlik kaçamakları görmezden gelmişti her seferinde, ama bu sefer ki yani son macerası kötüydü hem de çok kötüydü.  Bir arkadaşıyla hem de en yakın arkadaşlarından biri ile mesajlarını okumuştu kocasının, resmen flört ediyorlardı, belki de daha ilerisi, belki de daha ciddi bir ilişki. Bu sefer bitecek dedi, dedi ama yine bitiremedi. Ve kendini bu ormanın derinliklerinde buldu işte. 

Gelmemeliydim buraya, terk etmeliydim bu sefer onu, yeter artık, nefret ediyorum ondan, nefret ediyorum ondan…

Ayağı takılıp düştüğünde hala bağırıyordu delicesine, yeter artık, yeter artık, nefret ediyorum, nefret ediyorum.

Onu bu halde buldular, hala sayıklıyordu, nefret ediyorum ondan, nefret, nefret…

-        -  Hanımefendi nereden geliyorsunuz bu halde, ne oldu, nerede kalıyorsunuz, bu ormanın derinliklerinde ne arıyorsunuz, adınız nedir? Soruların ardı arkası kesilmiyordu.

Gözlerini açtı yavaşça, bir adam vardı başucunda sorular soran.

Gözlerini kapadı tekrar, bir an cevap vermedi, düşündü bir an sanki, sonra yavaşça  dedi ki:
-         
       -Ben yolumu kaybettim, yalnız başıma yürüyüşe çıkmıştım da. Sesini kendisi bile zor duymuştu.


Ayağa kalktı, üstünü başını temizledi otlardan, çalılardan. Ve hiç acele etmeden, koşmadan, ağlamadan,  önündeki patikaya saptı ve otların arasında kayboldu.


16 Aralık 2017 Cumartesi

NURDAN





                                   NURDAN  
   
Unutuyormuşum anahtarımı, unutuyormuşum gözlüğümü, cüzdanımı, torunumun adını. Unutuyormuşum yıllardır okuduğum gazetenin bile adını. Öyle söylüyor karım ve kızım.

Farkındayım bir takım değişikliklerin olduğunun kafamda, beynimdeki düşüncelerin karmaşasının ve bazen de büyük kara bir boşluğun. Bu gün ile dünü birbirine karıştırdığım oluyor. Ama sadece ben fark ediyorum sanıyordum. Meğer çevremdekiler de farkındaymış bendeki değişimin, belki de benden daha önce fark etmişlerdi.

O unutma anları bir boşluk gibi anlatılıyor bilmeyenler tarafından, yaşamayan nereden bilsin ki? Ama benim yaşadıklarım sadece bir boşluk değil. Aslında benim yaşadıklarım o boşluğu dolduran anılar, kişiler, olaylar.

Hele ki bu günlerde beynimdeki boşluğu dolduran sadece Nurdan.

Bazen sanki onunla yaşıyorum ya da yaşamışım gibi geliyor. Geçen gün televizyonda ekranlarda çirkin bir kız gördüm. Nurdan’ın gençliğiydi sanki. Nurdan da çirkindi gerçekten. Kime göre mi? Bana göre tabi ki. Çünkü ben o zamanlar hem Nurdan’ dan büyük, hem de popülerdim. Etrafım da çok güzel kızlar vardı o dönem. Nurdan da bana melun melun bakardı uzaktan. Hoşuma da gitmez değildi aslında bana bakması. Çevreden de duyardım bana olan aşkını.

Ama acımasız gençlik halleri işte. İlgilenmezdim onunla, aşkına gülüp geçerdim. Çevremde o kadar havalı kız varken. Hem ben sarışın severdim.

Geçen gün kahvede arkadaşımla tavla oynarken, zarları atmayı unutmuşum. Kalkıp evimin tam ters yönüne doğru da yol almışım. Tavla oynadığım, adını da unuttuğum arkadaşım, anlamış durumu da, çevirmiş beni yoldan, getirmiş evime.

Oysa ben o an Nurdan’ı görmüştüm sokağın başında. Geri dönmüş, okulunu bitirip hemşire olmuş. Hem de o çirkin ördek yavrusu bir prensese dönüşmüş. Öpmedim de ben onu , dönüşsün prensese diye.Yoksa yoksa başkaları mı öptü onu? Bana ne oluyorsa bir kıskançlık, bir kıskançlık içimde. Ondaki inanılmaz değişimi görünce takıldım tabi ki peşine.

İşte ben o an, Nurdan’ın peşinden, Onların evlerine doğru gidiyordum.

Yavaş yavaş kabullendi ev halkı, bende ki değişimi. Kayboluşlarımı kendimdeki.

Aslında kayboluyorum, ama Nurdan’ın gözlerinde kayboluyorum. Bir eli de elimde. Bir muhallebici de mis gibi kokan kazandibi yiyoruz. Ne de güzel gözleri varmış Nurdan’ın. Saçları kömür gibi simsiyah. Artık sarı saç sevmiyorum, hiç sevmiyorum. Bütün gün dinleyebilirim anlattıklarını. Bir de konuşuyor ki bıcır bıcır, çok sevimli. Ohhh kazandibinin de yanık kokusu mis gibi.

İşte o an bağırışları duyuyorum. Kendime geliyorum birden. Süt ısıtmak istemişim. Ocağa koymuşum sütü, tabi ki unutmuşum. Dibi tutmuş cezvenin, az daha yangın çıkacakmış.

Karım ağlıyor, çok korkmuş. 52 yıllık karım. Çok havalıydı işte o zamanlar, eskiden yani. Benim çirkin ördek yavrusunu görmediğim zamanlar da işte o vardı yanımda. Uzun sarı saçlarıyla. Evlenince bir de öğrendim ki boyaymış o sarı saçlar.

52 yıllık karımdır işte yine de. Üzüldüm onu ağlarken görünce. Ellerini tuttum. ‘’ Ağlama Nurdan ‘’ dedim.

İtti ellerimi , ‘’ ben Nurdan değilim ‘’ diye bağırdı. Çıktı odadan öfkeyle.

Çirkin ördek yavrusu dönmüştü bir kuğuya. O kuğunun anlattıklarını bir ömür boyu dinlemeye hazırdım, sırılsıklam da âşıktım artık o kuğuya.

Ama o yokken, henüz daha dönmemişken, gençlik işte, sarı saçlı kız vardı yanımda. Bazen boşluk oluyor ya, kendi kendine konuşmalar, işte onların hepsi aslında bir hesaplaşma.
Bir bebeğimiz olacaktı sarı saçlı havalıyla. Bırakamazdım yüzüstü. Adamlığa sığmazdı bu, racona tersti, bize yakışmazdı. Çünkü onunla da gençliğimi paylaşmıştım, ümit vermiştim.

İşte iki arada gelip giderken düşüncelerim, karım kızıma anlatıyordu:
‘’ Neden evlendim, neden evlendim bile bile ‘’ diye
Ben de soruyordum kendime :
‘’ Neden evlenmedik, neden evlenmedik Nurdan ile ‘’ diye.

Ben sarı saçlı havalıyla evlenmeye karar verip, nişanlanınca, Nurdan da bir gemiciyle evlendi. Yine gitti buralardan, kaçarcasına, benden kaçtı, biliyordum. Ben beş para etmeyen bir adamdım. Bunu da biliyordum.

Denizlerde, liman şehirlerinde deniz aşırı ülkelerde dolaştığını duyuyordum kocası ile birlikte.

İşte o gün, kahveden çıkıp deniz kıyısına gidişim ondandır herhalde. Nurdan’ın peşindeydim, denizleri aşıp kavuşacaktım ona.

Akşam, hava kararmaya başlayıp da, ben eve dönmeyince çok telaşlanmış bizimkiler. Önce kahveye, sonra polise koşmuşlar.

Bir gün sonra bulmuşlar beni,  kayalara vurmuş bedenim.

 Anlayacağınız denizleri aşamamışım ,

Nurdan’ıma yine kavuşamamışım.

2 Aralık 2017 Cumartesi

İKİ ÇERÇEVE YANYANA





İKİ ÇERÇEVE YANYANA

Çok şey mi istedim acaba yaradanım? Herkes edinmişti bir ev. Bir biz miydik yani bu şehrin, bu mahallenin şanssızları ya da beceriksizleri.

Herkesler, fakir, zengin, kimi kooperatif evine girdi taksit taksit ödeyerek ev sahibi oldu.

Kimi açık gözler, korkusuzlar bir arsa kaptı, bir göz, bir göz daha derken apartuman çıktılar arsaya. Sonra da seçim zamanı, oy verme vakti gelsin tapular.

Ben de suç tabi ki, bilirim ey koca gönüllü yaradanım. Sen verirsin, verirsin bilirim de, benim gibi şapşalına vermezsin tabii.

Ne vardı şu deli Rıza’ ya kaçacak sanki. Adı üstünde işte, çocukluğundan beri Deli Rıza yani.

Deliydi ama bu delilikleri ne çok güldürürdü beni. Babam anamı dövünce kaçardım evden. Sıra bana gelmeden sıvışırdım arka kapıdan. Ağlardım, hem de çok korkardım, billahi de çok korkardım. Babamın kocaman kocaman elleri vardı, bir vurdu mu, bir vurdu mu…

Sıvışır kaçardım anamı dayağı ile pardon kocası ile baş başa bırakarak, çocuk aklı ile. İşte tam o sırada bir ağacın tepesinden atlardı önüme Deli Rıza. Türlü türlü şaklabanlıklar yapmaya başlardı bana, ağlayan ben, gülen ben’e dönerdim hemencecik. Unutuverirdim evdeki şiddeti, anamın gözünün morluğunu, babamın tekmelerini, tokatlarını, kemerini…  Gülerdim doyasıya, beraberce tırmanırdık ağaçlara. Özellikle de dut ağacına. Deli Rıza dut ağacının en üst dallarına, taa en tepedekilere kadar uzanır, bana en olmuş, en tatlı dutları toplardı. Çok severdim dutları, hele kara kara olup da, olmuşlarını.

Rıza işte, Deli Rıza. Her zor anımda, her başım sıkıştığımda, her dayaktan kaçtığımda…
Bir dolu dut kucağında…

Genç kızlığımda böyle geçiyordu işte. Güzel miydim, çirkin miydim, inanın bilmiyorum. Fakirlik var ya fakirlik. Güzellik bile iğreti dururdu üstünüzde. Saçlarım sarı sarı, kıvır kıvır ama çitileşmiş, gözlerim mavidir benim, anam deniz gözlüm diye severdi bir zamanlar. Deniz gözlüm. Anamın sevdiği gencin adıymış Deniz. Okumaya gitmiş şehire, kominist oldu, demişler, bir daha görememiş anam onu, vermişler babama.Anamın deniz gözlüsü, sonradan oldu buz mavisi  ...

 Böyle bir hikayenin  içinde, bir genç kızdım işte. Anama ev işlerinde yardımcı. Okumak mı? Ah, bütün yaşıtlarım gitti, bir ben gidemedim. Anam kaç kez gizli saklı okula götürdü de, sonu hüsran oldu hep. Babamın kocaman elleri o sarı saçlarıma bir dolanırdı, kurtul, kurtulabilirsen, sürükleyip döndürürdü eve.

Babam anam gibi, beni de sevmiyordu. Biliyordum sevmiyordu.Belki de deniz gözlerimi sevmiyordu. Yoksa niye dövsündü? İnsan sevdiklerini hele hele de çocuğunu, hem de kız çocuğunu döver miydi?

Dayak yemek normaldi bana, anama. Artık acımıyordu canım da. Kaçmıyordum da korkaraktan sokaklara. Dayak faslı bittikten sonra, güğümleri alıp çeşmeye gidiyordum. Deli Rıza çıksın karşıma diye. Çünkü ben de gülmek istiyordum. Beni de güldürsünler istiyordum. Beni de güldüren, işte ileride kocam olacak adam Deli Rıza oluyordu.

Ben ona kaçtım sonunda, hatta ben onu kaçırdım diyebiliriz. Peşimize de kimse düşmedi bile. Kim düşecek ki? Babam bir boğaz eksildi diye sevinmiştir, biraz da dövülecek insan sayısı azaldı diye üzülmüştür. Zavallı anam benim payımı da almıştır muhakkak dayaktan.

Deli Rıza ile kasabaya geldik, yerleştik. İnşaatlarda çalışmaya başladı hemen adamcağız. Her yer inşaat, her yer bina, her yer apartuman. Çok şaşırmıştım daha o zamanlarda. Bahçeli, kırmızı kiremitli o güzelim evleri yıkıp yıkıp, ilaç kutusuna benzer binalar dikiyorlardı.Ruhsuz,sevimsiz ve de ürkütücü.Ama işte o sevimsiz binaları yapmak için , inşaat işçisi gerekli idi, hem de çok gerekli. Deli Rıza gibisi nerede bulunacak? Adı üzerinde, deli gibi çalışırdı da. Epeyce aranan bir inşaat ustası oluyordu gittikçe.

Günler, haftalar, aylar, yıllar geçip gidiyordu anlayacağınız. Erol Evgin’in  şarkısındaki gibi ‘’ evlenmiş, çocukları olmuş, biri kız, biri oğlan'' , aynen öyle, bizim de bir kız, bir oğlan iki çocuğumuz oldu.

Oldu da, bir evimiz olamamıştı başımızı sokacak.

Evimiz de kavga, dövüş hiç olmadı. Hatta Deli Rıza evin babası olunca, hiç ciddiyet olmadı ki…
Çocuklar sanırsın bir ailede değil de bir sirkte büyüyorlardı, o yüzden galiba çok mutluydular, mutlu birer insan oldular.

Ben pek de mutlu değildim doğrusu. Benim yüzümü güldüren tek insan diye kaçıp geldiğim adama artık, ‘’ ciddi ol be adam, ciddi ol biraz’’ demeye başlamıştım, eskiyi ardımda bırakmıştım. Herkes gibi, bütün insanlar gibi, eski günleri unutmuştum.

Bir de arada sırada derken, her gece meyhanelere dadanmaya başlamaz mı? Meyhanelerin, içki masalarının aranan adamı olmuştu. O kadar çok anlatacak hikayesi, uyduracak masalları, güldürecek fıkraları vardı ki. Milleti kırıp geçiriyordu, eğlendiriyordu. Çok anlatacak şeyi vardı, çok…

Ama bir evi yoktu…

Deli Rıza işte. Herkesi ev sahibi yaptı da, bir kendisinin evi olamadı…

Çok başının etini yedim doğrusu, çok. Yemeseydim keşke, ama yaşarken insanlar bilmiyor işte, bilmiyorlar sahip olduklarının kıymetini. Yok, yok yok diye tutturuyorlar, aynı benim gibi.

Hele de bir gece yarısı, evde herkesler, yani hepimiz uyurken, bu Deli Rıza, hırsız gibi eve girip, yıllardır biriktirdiğim altınları,ev sahibi olurken satarım diye  sakladığım bileziklerimi alıp, kaçmaya kalkmaz mı?

Kafası dumanlı, yalpalaya, yalpalaya evden bir hırsız gibi süzülüp kaçarken, takılırsın peşine. Kıstırırsın tenha bir köşede. Kafasına indirirsin ayakkabının topuğunu. Neye uğradığını anlayamadı zavallı. Epeyce kan da akmıştı yarılan kafasından.

Kendine gelince çok utandı yaptıklarından. Anlattı bir bir yediği naneleri. Kumar oynamış, bir de kaybetmiş birkaç aylık maaşını. Benim altınlar aklına gelmiş, sonra koyarım yerine diye.
Bu olay ders oldu Deli Rızama. Gitmedi bir daha meyhaneye, kumara, kendini işine verdi zavallım. Kıyamadım ben ona. Güldürmüyordu artık beni, gelip gidiyordu eve ciddi ciddi.

‘’Ev alacağım sana’’ dedi.

‘’Çok çektirdim sana değil mi’’, dedi.

Demedim ki ona ‘’ hayır, hayır, üzmedin sen beni, hep güldürdün aksine yüzümü ‘’ demedim. Ah, mühürlü  ağzım, desene be kadın, desene, bari eski günlerin hatırına.

Yeni başlayan bir inşaat da usta başı olmuştu. Müteaahiti de demiş ki buna:

‘’ Birinci kat senin ‘’

Çocuklar gibiydi, çocuklar gibi. Eski günlerine dönmüştü, ev yine sirk’e benzemeye başlamıştı, kırıp geçiriyordu, çoluk çocuk hepimizi.

‘’ yeni evine, yeni eşyaları hazırla hanım’’, derdi bana…
''sonunda sonunda, bir ev , bir ev '' ...

Çok şey mi istedim herkese dünyaları veren yaradanım?
İstemeye miydim bir evcik bende? Herkesler aldı, gündeliğe giden karşı komşum Ayşe bile aldı da, bir ben mi istemeseydim?

Son katı çıkıyorlardı inşaat da, bizim dairemizin de olduğu apartuman da. Bizimki Deli Rıza ya, adı üstünde, herkesten çok çalışacak, hak edecek ya, çıkmış çatılara…

 Dediler ki:
‘’İskeleden, çatıya çıkmışmış. Ayağı kaymışmış. Düşüvermişmiş aşağıya. Hiç canı acımamışmış. Ölüvermişmiş oracıkta’’

Evimizin tapusu geldi, onu yolcu ederken kara toprağa.

Şimdi yeni evimizin salonunun duvarında iki çerçeve yan yana. 

Birinci çerçeve de  Deli Rızamın fotoğrafı, diğerinde evimizin tapusu.


29 Kasım 2017 Çarşamba

GÜNDEMDEN KAÇIŞ


    
                           
                                       GÜNDEMDEN KAÇIŞ 

Benim bu gece gündemim, Türkiye' nin gündeminden çok farklı sevgili arkadaşlarım.

 Bilmem ki bana katılmak ister misiniz ?

Yaşadığımız şu rezil günlere inat ....

    Kas hastalığı nedeniyle okula annesinin sırtında gidip gelen Samet Karaköse'nin hayatı, fizik öğretmeni Birol hocası ile değişti.Birol hoca öğrencisini bir yıl boyunca her gün, okula kendi aracı ile getirip götürdü.

       İşte bir tane daha. Van'ın Çaldıran ilçesi Çubuklu köyü Galatasaray Ortaokuluna atanan  öğretmen  Mahmut Çakır , okulunun sürekli olarak  elektriğinin  kesilmesi üzerine, kendi maaşından harcayarak  , okulun çatısına rüzgar tribünü kurdu. Okulunu  ve öğrencilerini aydınlığa , elektriğe kavuşturdu.(18.kasım.2017.aydınlık)

              Bir de MAVİ MELEKLER var.Aralarında kanser hastalarının da bulunduğu Mavi Melekler grubu tam 31 yıldır , Ok Meydanı hastanesinde kanserli hastalara ücretsiz çay ve simit dağıtıyorlar. Hemşire Mükerrem Arın Amerika'da gördüğü gönüllülük projesini Ok meydanı hastanesinde uygulamaya geçirdi .Sadece çay,su ve simit değil , aynı zamanda onların dert ortağı oluyorlar. (11.kasım.2015)


          sosyal medyadan tanıdığımız Ahu kahraman yıldırım , namı diğer müzisyenannenin oğlu  Kartal , bir süredir kalp yetmezliğiyle boğuşuyordu. Almanya’daki hastanede tedavi görebilmesi ve nakilsırasına alınabilmesi için gereken.1.099.000 euro sosyal medyada duyurulan  kampanyayla  24 saat gibi kısa  bir sürede toplanmıştı.  Kartal bebek kalp nakli ameliyatını oldu ve kritik 48 saati atlatarak  hayata tutundu. (20.kasım.2017posta.com)


         ''Dağlara buğday serpin, Müslüman ülkede kuşları aç demesinler '',demiş HZ Ömer. Gümüşhane'nin  Torul ilçesine bağlı Günay köyünde, vatandaşlar yıllardır ekmedikleri tarlalara, kuşlar aç kalmasın diye buğday ektiler. (11.kasım.2016.gümüşhane gen.tr)


             Ağrının Diyadin ilçesinin Günbuldu köyünde koyunlarına çobanlık yaparken elektrik tellerine takılan bir kuşun çırpındığını gören, 17 yaşındaki çoban Ramazan ,kuşu kurtarmak isterken elektrik akımına kapıldı, iki elini kaybetti.(24.ekim.2017.milliyet.com) 

        36 yıl önce işçisine veremediği 4 günlük yevmiyesini  36 yıl sonra ödeyen  vefalı patron Kemal Serici, işçisini tv de görünce ''bu o'' dedi , ve borcunu ödedi .Aydın'da 36 yıl önce çalıştığı inşaat işinden 4 günlük alacağı kalan Mehmet Vergili , yıllar sonra kendisini televizyonda gören eski patronunun kalan ücretini göndermesiyle şaşkına döndü ve '' insanlık ölmemiş '' dedi.( t24.26.mart.2016)

           İzmir'in Tire ilçesinde tarihi hanın restarasyonu sırasında 1016 altın ve gümüş sikke bulup ,yetkililere teslim etti. 60 tl yevmiyeyle çalışan ve bulduğu hazineyi teslim eden Mehmet Yazar:'' bir altın bizi bozar mı'', dedi…(hürriyet.com. 9.aralık2015)


         Kastomonu' nun Abana ilçesinde, okul yolundaki Atm önünde buldukları 30 lirayı  hiç düşünmeden banka kapısından içeri attılar. Bankanın kamera görüntülerinden bulunan 4.sınıf öğrencileri  Halis Yahya Kapçak ve Yiğit Özkan Sakallıoğlu yetkililerce çeşitli hediyelerle ödüllendirildiler. (6.mayıs 2016.haberler.com)



İzmir’de, sosyal medya üzerinden paylaşılan ‘Bir bebek için acil karaciğer bağışçısı aranıyor’ mesajını okur okumaz donör olmak için hastaneye koşan 2 çocuk babası itfaiyeci Demircan Edizel (38), 7 aylık Hüseyin Can Çetin’in ‘hayat kahramanı’ oldu. Ölümden dönen Hüseyin Can’a karaciğerinden alınan parça nakledilen Edizel, “Büyük bir mutluluğu ve gururu birlikte yaşıyorum” dedi. Baba Ünal Çetin ise “Demircan Bey, oğlumun artık manevi babası. Bayramlarda elini öpmeye gidecek” diye konuştu.(27.kasım.2017..9 eylül izmir)




Bu yazı nasıl bir yere bağlanabilir ki ? Bağlamak zorunda da değiliz   aslında. 

Bir şiir olabilir belki ama. İyi gelir belki yorgun, kırgın ruhlarımıza.....


Öyle  yıkma kendini,
öyle mahzun,öyle garip
nerede olursan ol
içeride,dışarıda,derste,sırada,
yürü üstüne üstüne,
tükür yüzüne celladın
fırsatçının, fesatçının, hayının...
dayan kitap ile
dayan iş ile
tırnak ile,diş ile
umut ile, sevda ile,düş ile
dayan rüsva etme beni
                             AHMET ARİF

23 Kasım 2017 Perşembe

O YILLARI SİLEMEM...

  
      O YILLARI SİLEMEM...

                                geyve.1986


 Yıl 1986.Mart kapıdan baktırır günleri.Bandırma’nın ayazı ile rüzgârının birbirine karıştığı soğuk günler. Ama bizim evde ise yaşanan ateşli günler, soğuğu hissetmediğimiz. Heyecanla bekliyorduk çünkü tayinim nereye çıkacak, yeni bir hayata nerede başlayacaktım acaba diye. Günlerdir bu haldeydik ve beklenen haber geldi. Annem, babam, sapsarı saçlı kardeşim, canım Sertan’ım, havalı kadın ve kocası, yani karşı komşularımız, Meserret teyzem ve Servet amcam, hepimiz. Zarfı yırttık ve Geyve. Adını hiç duymamışız. Birisi diyor ki Gebze olmasın, bir diğeri diyor ki Gemliktir belki de. İşte hayatımın 3 yılının geçeceği Geyve ile tanışmam böyle oldu.



 Adapazarı’nın bir ilçesi. Yemyeşil bir doğanın kucağına yayılmış, meyve bahçeleriyle kaplı, ortasından bir nehrin kolu geçen, sevimli mi sevimli, küçücük bir kasaba. Ünlü Şair Sezai Karakoç’ un dizelerinde yer aldığını sonradan öğrendiğim Geyve’m.

''Mona Roza, siyah güller, ak güller,
Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak…''

Ünlü şair’in sevdiği kadın Muazzez Hanım Geyveli imiş. Sonu hüzünlü biten bir aşk hikâyesi. Sonu iyi bitince aşk olmuyor galiba. Neyse, işte böyle bir atmosfer.

Lakin kiralık ev bile yok. Bulduklarımızda ben oturamam diye feryat ediyorum. İnsan yetiştirecek daha dün öğrenci, bugün öğretmen olacak kız, böcekten, haşerattan korkuyor, ben buralarda kalamam diyor.

 Her yer yaralı insanlarla dolu allahım. Herkesin bir kanadı kopmuş, yüreği yanmış, herkes yarım, böyle bir aile denk geliyor bana da. Daha bu yıl kızlarını kaybetmişler. Bana kucak açıyor, kızları yerine koyuyorlar. Geyve’nin en güzel evinde bana bir daire veriyorlar, kira mı o da ne demek. Ben onların kızı oluveriyorum. Evinde küfür duymamış ben, küfürlü konuşmaların en tatlısını yapan Karadenizli Necmi amcanın koruması altına giriyorum. Masada sohbet, masanın üstünde silah, havada uçuşan küfürler ve ben çok mutlu olarak Karadenizli bir ailenin kızıyım artık. Gözleri görmeyen bir anne, artık beni kızı olarak görüyor. Ben yemezsem hiçbir şey boğazından geçmiyor, benim sohbetlerim olmazsa tadı tuzu olmuyor içilen çorbaların. Küçük kızları kardeşim oluyor, hayatım birden değişiyor ve onlarınki de, bunu hissediyorum.

               Öğretmen olarak okula ilk gidişim, ah o duyguyu unutmam ne mümkün. Okul müdürünün kapılara kadar çıkıp beni, 22 yaşındaki beni, hoş geldiniz hocanım diye karşılayışı. Daha dün ayağında kot pantolon, dersten kaçıp okeye giden öğrenci ben, bugün kapılarda karşılanan tayyörünü giymiş, saçlarını toplamış öğretmen ben. Şu an araftayım, hangisi benim acaba, ya da bu geçiş nasıl olacak acaba? Ama o karşılanma var ya, hayatımın dönüm noktası. O an ki düşüncelerimi ve şaşkınlığımı hiç unutmam. Nasıl bir saygı gösterişidir bu bana, gencecik bir kıza. O zaman artık hayatımın değişeceğini anlamıştım. Benden beklenen bir şeyler olduğunu, hatta beklentinin büyük olduğunu, bana gösterilen saygının ve güvenin sorumluluğunu omuzlarımda hissetmiştim. Daha ilk adımda bana bu güveni ve saygıyı hissetmeme sebep olan Geyve Lisesi müdürüme ve okuldaki öğretmen arkadaşlarıma çok teşekkür etmişimdir her zaman.

 O güvenle ve duyguyla öyle bir adım attım ki mesleğime, hep sevdim öğrencilerimi, okulun ilk günü yaşadığım heyecanımı hep sevdim, her yeni dönemde ilk sınıfa girişimde dizlerimin titremesini hep sevdim, onlara sadece kimya değil, hayata dair bir şeyler vermeyi hep sevdim, upuzun koridorlarda nöbet tutmayı hep sevdim, öğrenciler gibi boş dersleri, öğrencilerle dersi kaynatmayı, arkadaşlarımla yaptığım kantin sohbetlerini, okula üzgün gidip mutlu döndüğüm günleri, gece yarılarına kadar soru hazırlamayı, emekli olana kadar her gece ders hazırlamayı hep sevdim.

Ama ne oldu da bir gün vazgeçtim bu sevmelerden, ne zaman artık yeter dedim. Bu kadar yoğun duygularla bağlandığım mesleğimden ne oldu da birden kopuverdim, hiç anlayamadım. Şimdi bunları yazarken bile özlüyorum ve bir sulu göz olarak gözyaşlarımı akıtıyorum ve silmiyorum da işin kötüsü, burnum akıyor ve gözyaşlarıma karışıyor ama yine de silmiyorum, hayatımdaki beni ben yapan bu yılları silmek istemiyorum.
        
        
         Zaman ne de çabuk geçiyor Mona
         Saat onikidir söndü lambalar
         Uyu da turnalar girsin rüyana
         Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar
         Zaman ne de çabuk geçiyor Mona…
         …
                                   SEZAİ KARAKOÇ

                       (2009 ,arşivimden)

21 Kasım 2017 Salı

RASİM OZAN KÜTAHYALI , SİNAĞRİT BABA VE BİZ




Dik dur
yıldızların altında nasıl başın eğik durursun
hangi yoldan gidersen git
sonunda ölüm bekliyor
ve her şey felaketle sonuçlanıyor
sen de öleceksin
bu dünya da ölecek
bu yüzden dik dur  (ALİYA İZZETBEGOVİÇ'in ölüm döşeğinde yazdığı  KENDİME MESAJ adlı şiir ) 



RASİM OZAN KÜTAHYALI, SİNAĞRİT BABA VE BİZ.

En sevdiğim öykülerden biridir Sait Faik Abasıyanık’ ın Sinağrit Baba öyküsü.


Yalnız yaşayan, konuşmayan bir balıktır Sinağrit baba. Zümrüt kovuğunun penceresinden ne felaketler seyretmiştir şimdiye kadar denizin derinliklerinde.

Aynı bizler gibi, insan ya da hayvan olmayla ilgili değildir yaşamak, nefes almak. Nasıl yaşadığın ile ilgilidir. Kalabalıklar içinde yalnız değil miyiz? Kim dinliyor ki seni gerçekten. Cenazede ağlayan kendi ölüsüne, parasını, sağlığını kaybedene oh çok şükür ki bende yerinde diye baktığımız bir dünya. Karşımızdakini anlamadığımız, çocuğumuza bile kendi isteklerimizi dayattığımız bir dünya.

Sinağrit baba konuşmaz, ama babadır gerçekten. Yaşını başını almış, evlat sahibi değildir ama denizin babasıdır yani. Denize salınıverilen renkli fenerli oltalara kanan mercan balıkları, onun gözünün içine bakar, bizi kurtar diye. Evet, çok kolaydır, gidip o oltayı dişlemek, o mercanı kurtarmak, Ama ya sonra. Diğerleri ve diğerleri. Bir kişinin aklı ile kurulamaz ki adaletli bir dünya. Ne zaman ki bütün balıklar uyanacak, koşacak hemcinsinin yardımına, o zaman mutluluğa erişir deniz altı veya deniz üstü, ne fark eder ki?

Sinağrit babanın balık aklı kadar bile akla sahip değil gibiyiz yaşadıklarımıza bakarsak. Ne felaketler atlattık da, ne oltalara geldi, yakalandı ve hala da yakalanıyor insanımız da, bakıyoruz uyuşmuş bir halde biz de pencerelerimizden, belli ki perdenin de gerisinden.
Ne bombalar patladı da, ne çocuklar, ne aydınlar, ne insanlar öldü, öldü de, bir binaya tıkılıp yakıldılar da, her gün ama her gün be kardeşim her gün, on, yirmi  fidanlar gitti de, kıpırdayamadık ya. Bekledik birisi gelsin de kurtarsın bizi diye, sinağrit baba gibi birisi. Kimi dedi reis kurtaracak, kimi dedi Apo kurtaracak, kimi dedi Atatürk lazım bize. Gelemedik bir araya, takıldık oltalara bir bir, denizin dibindeki mercanlar gibi.

Sinağrit baba artık bu uzun ve yorucu ömürün sonlanması gerektiğini düşünüyordu. Ama daha eti dolgunken, mantosu sırtında iken bitirmeli bu ömrü, diye söyleniyordu. Yoksa bir gün, pis bir vatozun, bir sırtı renksiz, yapışkan ve parazitli bir canavarın bir dişine bir tarafını kaptırmak da vardı.

Tıpkı şu anda, tam da şu anda bizim  kaptırdığımız gibi. Her taraftan etimizi koparıyor birer birer pis vatozlar,
Parazitli yaratıklar ya da kendileri asalak olan insanımsılar.
Ağızları köpürüyor, ha bire vuruyorlar bel altı, aşağılıyorlar insanları, kendileri kız çocuğu sahip olmalarına rağmen cinsellik imalı cümlelerle kaplıyorlar ekranları, gazetelerde köşeleri.

‘’ Kemalizm AKP’ yi de yendi. İşte zafer bizim,  gibi idiot laflarla mastürbasyon yapıp tatmin oluyorlar ‘’ diyor CHP’ lilere.

‘’ 30 cm’ lik Gomis çıkıntısı ‘’ deyimini sokuyor Türk literatürüne

‘’ Gomis’ in en sevdiği şarkıyı verin ekranlara ‘’ diyor. Japon şarkıcının ‘’ seni seviyorum ‘’ anlamına gelen ‘’ SUKİ YO ‘’ şarkısını, Türkçeye karşılık gelen müstehcen söyleniş tarzına,  Sinan Engin, Ahmet Çakar ve sunucu Ertem Şener de aralarında olmak üzere, dakikalarca hep beraber dinliyorlar ve dinletiyorlar. Gülüyorlar, gülüyorlar ve gülüyorlar. Vatozlara hakaret etmemek lazım, böyle parazit gibi insanlar oldukça aslında. Beyaz TV ‘ de, Melih Gökçek TV’ sinde. Kimsenin kılı kıpırdamıyor ,  bekliyor , bekliyor belki de Sinağrit baba gibi.

Çünkü bir kişinin akıl etmesi,  rahatsız olması yetmez, Herkes, bütün toplum rahatsız olacak ki ses getirsin.

O kadar emin ki bu her devrin adamı, çünkü o kadar emin ki kendisinden,  sanatçılara, Atatürk’e, CHP’ lilere vuruyor da vuruyor bel altı.( 9.6.2017’ de RTÜK , kendisini CHP m.v Mahmut TANAL’a küfürlü sözleri ve hakaret ettiği gerekçesi ile 13 bin 601 lira para  cezasına çarptırmıştı)  Sallayabilir sağa, sola, Türk’e, Kürt’e, Çerkes’e, Boşnaklara…

Deniz Gezmişler ile hesabının kapanmadığını yazan takıntılı, Nejat İşler, Ferhan Şensoy, Harun Tekin ve Ali Poyrazoğlu da dahil olmak üzere sanatçıları da kolayca FAŞİST olarak niteleyen bir histerik asalağın  biriydi o, görülmemesi, duyulmaması bizim suçumuz  değil mi aslında ?

Sinarit baba ise  dürüst insanı, cesur insanı, ikiyüzlü olmayanı arıyordu ölmek için.

Rasim Ozanlar ise karşımızda dönüyordu fırfır, değil ikiyüzlü, binbir surat olarak.  Şu anda bütün CHP’lilerin, ilke gereği cemaat karşıtı olan aydınların, tekke, zaviyeye alerjisi olan Kemalistlerin FETÖ’ cülükle suçlandığı günlerde Rasim Ozan diyordu ki eskiden, çok eskiden:
 ‘’ Muhterem Hocam, şu an her gün daha da büyüyen yangını bir hamlesiyle söndürebilecek kudrette tek ama tek kişi var. O da sizsiniz Hocam’’    ,  
’'Fettullah Gülen vatan hasretiyle 11 yıldır dışarıda yaşıyor. Hepimiz bu milletin ferdiyiz. Gülen hareketi mensuplarına da, sistemin tüm mağdurlarına da yapılanlar yeni Türkiye’ de cezasız kalmayacaktır’’ (24.Şubat. 2010)deyip içindeki yangını ancak hoca efendisinin söndüreceğini tüm ülkeye ilan etmekten çekinmiyordu.

Daha ne olsun, daha ne olsun ey millet? Daha ne olsun, daha ne olabilir ki?

Şu ana kadar, 15 Temmuzdan sonraki süreçte, 168 bin 801 kişi hakkında işlem yapıldı.8 bin 69 kişi hakkında tutuklama kararı var, firarda.50 bin 504 tutuklu var.48 bin kişi tutuklanıp, adli kontrol altında serbest bırakılmış kişi var. Adalet Bakanı ‘ndan açıklama.(7.7.2017)

Ama Rasim Ozan’lar ekranda sallıyor sağa sola, dünün FETÖ sevdalısı, yüreğinde hocasının ateşiyle. AKP’ li olmayana, CHP’lilere mastürbasyon yapıyorlar, diyor kimsenin kılı kıpırdamıyor. Sanatçılara faşist diyor kimsenin kılı kıpırdamıyor, tüm Türkiye’ye’’ SUKİ YO ‘’ dinletiyor, kimsenin kılı kıpırdamıyor, son damla BOŞNAK’ lara laf atana kadar.

Utanmaz adam ''kusturmalı Boşnak Sakso'su '' diyor o yaratıcı zekasıyla, insanları küçümsercesine,umursamadan.


O Boşnak lar ki  ‘’Bilge Kral’’ ALİYA İZZETBEGOVİÇ’ in torunları. Ne savaşlardan, ne eziyetlerden sıyrılmış, Sırp zulmünden çekmişler, ama belli ki bu söz iyice acıtmış,  yaralı bedenlerini, ruhlarını…
O ALİYA ki onlara  '' Ve her şey bittiğinde hatırlayacağınız düşmanlarınızın sözleri değil, dostlarınızın sessizliği olacaktır '' demiş.

Bardağı taşıracak ya ille de son damla.İşte bekleriz sessizce, avaz avaz bağıracağımız yerde. Boşnaklar hatırladı sevgili  Aliyalarının   sözünü . Sessiz kalmadılar. Bizse  bekleriz o son damlayı işte.

Sinağrit Baba’ da işte böyle Rasim Ozanlar gibi, pis bir vatozun dişleri arasında öleceğine, onurlu, cesur, dürüst bir düşmanın, oltanın ucunda ölmeyi hayal etmişti.
O sırada büyük büyük ışıklar saçan  bir olta denize indi. ümitle koştu Sinağrit Baba. Oltayı kokladı, hiç tanımadığı bir adamdı bu. Yemi ağzına aldığı zaman aradığı adamın bu olduğunu sandı bir an. Tam o anda da yakalandı. Kepçeden sandala düştüğü zaman, Sinağrit Baba, kendisini yakalayana büyük bir sevinçle baktı. Birdenbire ürperdi. Hiddetinden ayaklarını yere vuran bir genç kız gibi sandalın döşemesini dövdü. Bizim göremediğimiz bir şey görmüştü oltanın sahibinde: Bu adam şimdiye kadar hiç imtihan geçirmemişti ömründe. Bu adam korkak bir ikiyüzlü köpekti. Bütün devirler, seneler boyunca bu oltanın sahibi ne cesaretini ne cömertliğini ne gururunu bir tecrübeye bir imtihana tabi tutturmamış, her devirde talihi yaver gitmiş biriydi. Belki de sonuna kadar da imtihana tabi tutulmayacaktı. Sinağrit Baba böylesine hiç rastlamamıştı… Bu adam o kadar talihliydi ki, ikiyüzlülüğünü kendi bile tanıyacak fırsatı olmamıştı.
Yoksa Sinağrit Baba yakalanır mıydı? Sinağrit Baba hırsından tekrar tepindi. Bağırmak ister gibi ağzını açtı. Kapadı. Sinağrit Baba son nefesini, böylece hiçbir insanlık imtihanı geçirmemişin sandalında pişman ve mağlup verdi.

Sinağrit Baba ve biz. 

Sinağrit Baba tanıyamadı ama.

Tanımalıyız biz artık,  asalakları, kandıranları, pervasızca konuşanları, zararlıları, imtihan geçirmemiş olanları…Onların büyük büyük ışıklar saçan oltasında vermemeliyiz son nefesimizi.

Ölmek için bile olsa, acı çekmek pahasına da olsa, açlıktan mı öleceğiz, gururlu bir açlık pahasına,

Paraya, pula, haksız kazanca, aşağılayana, iktidar uğruna kişiliklerini satanlara sırtımızı dönerek,

Gururlu, huzurlu bir vatanda,

ve  de illa ki 

 cesur bir oltanın ucunda…


14 Kasım 2017 Salı

HANIM TUZLUĞU YÜZÜNDEN


HANIM TUZLUĞU YÜZÜNDEN…              15.11.2017

Kış kapımıza kadar geldi, ama hala evimizden içeriye girmiyor. Bu süre uzadıkça doğa coştukça coşuyor. Ah o kırmızı  yapraklı ağaçlar. Alıp götürüyor seni senden. Romantizmi yaşamıyorum diye üzülmeyin, kendiliğinden yaşatıyor o kırmızı yapraklar.

Yürüyüş yollarında, minik korularda, mahallemizin parkında, sitelerin bahçe duvarlarında romantizm, doya, doya, yaşa, KIRMIZI yapraklarda.

Hazan mevsimi değil mi şiirler yazdıran.

’teselliden nasibim yok, hazan ağlar baharımda
Bu gün bir hanmansız(evsiz) serseriyim diyarımda’’dedirten M.A. Ersoy’a

Hazan mevsimi değil mi, şarkılar söyleten.
’Eylülde gel, eylülde gel ‘’ diye Alpay’a

Hazan mevsimi değil mi, Kasım’da aşk başkadır, diye filmler yaptıran.


Bahçemizde ağaçlar yok kırmızı yapraklı, ama bir çalı bitkisi var. Kırmızı dikenli, adını da öğrendim ‘’Hanım tuzluğu’’ imiş. Kuşlar konuyor dikenli yapraklarına, kedilerden korunuyorlar hem de bu dikenler sayesinde.
Kırmızı ağaçlar olmasa da, Hanım tuzluğu da yetiyor, hazan mevsimini yaşamak için.

Hazan rengi, genelde  kahverengi, ama sarıya çalan kahve bu. Kahverengi gibi içini karartan değil, hardal sarısı gibi içini açan. Umutlar saçan yüreğine, bazen bilsen de işler yolunda değil, o sarı yapraklar, işte o sarı yapraklar yeni bir başlangıcın simgesi. Yorgun gibi duruyorlar, epeyce de solgun. Ama aldatıyorlar, zira yeni başlangıçlara gebeler.

Gerçi şairler Hazan mevsiminde bile, hep maviye şiir yazmışlar.

_MAVİYE çalan gözlerin, yangın MAVİSİNE / rüzgarda asi,  körsem,/ senden gayrısına yoksam,/ bozuksam, /can benim, düş benim,/ ellere nesi? /hadi gel,/ ay karanlık.demiş Ahmet Arif,

Nazım Usta da maviye vurgun, mavi gözleri gibi.
-Çınar altı kubbeli, MAVİ bir liman
Beni bu limandan çıkaramazsın, diye seslenmiş.


Cahit Zarifoğlu da kuralı bozmamış, maviye hayran;
-bulutlar açmadı, Mavi gök orada mı? Diye sormuş.

-MAVİ konuşalım, MAVİ yazalım / mektuplar zarfa girer girmez MAVİ / söz MAVİ olsun, ağızdan çıkar çıkmaz, demiş Haydar Ergülen

Umudun rengi tabi ki mavi, ama ya yeşil.
-Duru bir YEŞİLDİ ortalık / akşam güneşi kırılmış mızrak boyu,/ ve  çocuk sesleriyle iniyordu ışık Can Yücelin dizeleriyle,

Ya MOR, mor da yer alır mı ki şiirlerde:
-Ve bir yaz akşamı buhurdan gibi tüten/ hanım ellerinin MORUMSU buğusunda /bekliyor bahçenize dönük balkonunda,  Oktay Rıfat’ tan olsun bu da.

Bulutlu günlerde, güneşin kendini göstermediği, soğuğun can yaktığı günlerde, dizelerde sarı, kırmızı, mavi, mor ne arar değil mi?

-ben ölürsem akşamüstü ölürüm / şehre SİMSİYAH bir kar yağar, / yollar kalbimle örtülür /parmaklarımın arasından / gecenin geldiğini görürüm , der Ataol Behramoğlu, karlı, soğuk bir günde.

Cahit Sıtkı ise tüm karamsarlığını yansıtıyor dizelere, renklerle:

_Bir gelin odasıydı: altın, gümüş şamdanlar / Bir SİYAH perde indi, aynı ses, yeter, dedi
Koynumda, fakat neden neden bu tatsız vücut / her busesi bir diken, bir can alıcı UMUT

Cahit Sıtkı hep renklerle yazıyor, depresif ama hep depresif. Sonbaharın sarı, kırmızı yapraklarını görmüyor da ille de siyah, ille de karanlık yazıyor.

-Gündüze alışkın renkler / her gece perişan renkler,
Diyerek kendi perişanlığını mı yazıyor acaba?

Ama sonra da dünyanın tüm renklerini isteyebiliyor  bir anda, şair ruhu bu ola gerek.
-Memleket isterim / gök MAVİ  / dal YEŞİL / tarla SARI olsun / kuşların, çiçeklerin diyarı olsun.

Ya da bulutları dağıtsaydı Gülten AKIN gibi
-Sabahleyin /KARA yı kaldırın, MAVİ koyun, umudumu yitirmedim/ beni çağırın gülümserken uykunun bir yerinde/ eliniz BEYAZKEN uzatın istedim


Aslında hayat bazen papatya sarısı, bazen kiremit kırmızısı, bazen menekşe moru, bazen aşk yeşili…
Ya da bir gök kuşağı.
Bahçedeki hanım tuzluğu ise kırmızı sanki biraz da hardalımsı.

Ama kesin olan, şiirler okutan  , yaşadığımız şu hazan günleri.