Kapıyı usulca ittim, yıllardır hiç yağlanmamış gibi korkunç
bir gıcırtıyla sonuna kadar açılıverdi.
Tahta sedirdeki iki kişi zor seçiliyordu, içerinin loş karanlığından.
İkisi de gıcırdayan kapıya döndürdüler kafalarını. Şimdi daha net görebiliyordum,
gözüm karanlığa alışmıştı. İki kuru, yaşlı beden, dizleri dikili oturuyorlar ve
bana bakıyorlardı.
İsmail, kim o gelen, bu vakit, dedi titrek, çatlak anamın
sesi. Gözlerini kısıp seçmeye çalışıyordu bir yandan da geleni.
Ben gittiğimde Uzun İsmail denilen babam, eğilmiş
şimdi, toprağa doğru yaklaşmıştı sanki.
İki büklümdü.
Ne cevap gelecek, diye bekledik, babamla karşılıklı. Babamın
ses telleri alınmış, çöldeymişçesine dudakları kurumuş konuşamıyor
gibiydi. Bir ara kıpırdar gibi oldu o
susuz dudaklar, anlamsız sesler çıktı o kuru çatlaklardan. Ama o sesler bir
türlü kelimeye, kelimeler cümleye dönüşemedi. Ayten gelmiş, diyemedi, işte.
Bu evden ilk çıkışımı düşündüm. Dört yıl önceydi,
üniversiteyi kazanışım. Köyün tek okuyan kızı. Kızların makûs talihini yenen
kahraman. Küçük yaşta evlendirilen köy kızlarına artık örnek gösterilecek, bu
köyden de çıkılır, bakın Ayten başardı denilecek. Bavulumu kendi elleriyle
taşımıştı Uzun İsmail, sağa sola
bakıyordu çaktırmadan, ben yanında, minibüse kadar yürüdük. Hadi kızım, yolun açık
olsun, utandırma bizi, vatana millete hayırlı insan ol, deyip cebinden bir
tomar parayı paltomun cebine koymuştu. Anam yine avlu kapısında kalmıştı, bir
adım geride. Ahh anacığım, ahhh bir adım atabilseydin. Gözleri yaşlı, arkamdan
su dökmüştü bir maşrapa.
Utandırdım babamı daha okula gittiğim ilk yılımda. Tam
içlerinden çıkmıştım, tam sıkıntının göbeğinden, tam ezilenlerin,
sömürülenlerin merkezinden. ‘’Bana ne’’ demem mümkün müydü? Anamın bir türlü
çıkamayan sesini, çıkardığı an yanağına yediği tokadın izini, en yakın
arkadaşımın ağlaya ağlaya evlendirilip, çarşafı kırmızı olmadı diye
öldürülesiye dövülüp baba evine gönderildiği zamanları unutabilir miydim? Ben
bir alıcıydım elimde değildi ki, hepsi bir bir beynimde, an be an gözlerimin
önümdeydi. Ben onları göre göre, izleye izleye, sorgulaya sorgulaya geldim
buralara.
Bağırdım kadınlara eşitlik diye, bağırdım tüm insanlara
adalet diye. Aşiret reislerine, sömürenlere küfredip gezdim meydanlarda.
Utandırdım babamı. Kulağına gittikçe benim azılı bir anarşiste dönüştüğüm eğmiş
başını önüne, bir daha köylüsünün yüzüne bakamamış. Ahh babacığım ben o yüzüne
bakamadığın insanların için mücadele ettim. Ahhh babacığım sizi köle gibi
kullanan toprak ağalarına karşı mücadele ettim ben. Utanma be babam, utanma.
Kötü bir şey yapmadım ben.
Hiç istemedi bir daha köyde beni. Israrla geldiklerim ise
hep olaylıydı. Okul tatile girip de geldiğimde evime, bu gün sesini
çıkaramayan, kızım gelmiş, diyemeyen Uzun İsmail, nasıl da gür bir sesle haykırıyordu
o gün. Defol, istemiyorum seni bu
köyde, diye. Olmaz olsun senin gibi vatan haini evlat, diye. Düşman
yetiştirmişim koynumda, diye. Okumaya gittin anarşist oldun başıma, diye. Şimdi
kurumuş dudaklar o zaman azgın bir nehir gibi taşırıyordu kelimeleri.
İtekleyerek çıkarmıştı beni evimden, baba ocağımdan, ana kucağımdan. Avluya
itti beni Uzun İsmail o gün. Direnemedim onun güçlü kollarına. Gücüm yetmedi,
tuttum kapıyı bırakmadım, gitmeyeceğim, diye haykırıyordum. Kapıyla beraber
attı beni avluya.
Anacığım kadınların temsili örneği, yıllardır, küçücük gelin
olup da bu eve girdiğinden beri, Uzun İsmail’in gölgesi anam, yine sesini
çıkaramadı. Sadece gözleri ile konuşurdu o, kaşları, bakışları. Bir adım öne
geçip yanımda olamadı. Napıyorsun be adam, diye haykıramadı yaşamı boyunca.
Avluya toplanmıştı köylüler. Seyyar film gelmiş de seyreder
gibiydiler. Çekirdek çitliyordu çocuklar bir taraftan da. Ben kötü yola düşmüş başrol kadın oyuncusu.
Amcalar, yengeler, yeğenler seyirciydiler.
Beni dışarı attıktan sonra hızını alamayıp tekrar bir
hışımla içeri girip paltomu, atkımı, ayakkabılarımı da fırlattı bahçeye. Ve de
kitaplarımı. Kimini öfkeyle parçalayarak hem de. Nasıl bir hınçsa duyduğu,
bilemedim.
Halil’i gördüm bir ara. Çamurların içinden eşyalarımı topluyordu.
Yırtık pırtık kitapları bir araya getirmeye çalışıyor, bir torbaya
sokuşturuyordu. Bir tek Halil vardı yanımda o anda. Eşyaları tahta bavula…
Kırmızı ekoseli bir atkım vardı, parkamla kullandığım. Halil’in boynuna doladım
onu.
Halil, canım Halil, çocukluğumun, köy okulundaki sınıfımda
sıra arkadaşım. Derslerin de hiç iyi olamamıştı be Halilciğim. Yapamazdı
ödevlerini, zor okurdu kekeleye kekeleye. Öğretmen de acımasız vururdu ellerine
cetvelle, bildiklerini de unuturdu iyice. Bir gün ben de ödevlerimi yapmadan
gittim okula, yapamadım dedim. Halil’in ellerinin yanına küçücük ellerimi
uzattım. Bana da vursun, diye. Vurmadı bana, beni atladı. Aldım cetveli
öğretmenimden, kendi ellerime vurdum da vurdum, zor aldılar elimden. Bir daha
gelmedi o cetvel sınıfa. Halil benim yanımda, bir daha hiç ayrılmadık.
Tahta bavul Halil’in elinde minibüse doğru yürüdük. Minibüs
hareket edip de tepeden köy kayboluncaya kadar baktım arkama dönüp. Halil hala
bekliyordu beni bindirdiği yerde. Daha şehre giremeden yolu çevirdi jandarma,
ihbar varmış. Aldılar beni, bırakın kitaplarımı alayım, dedim vermediler.
Artık babamın başı nerelerdedir, bilemezdim, nerelere kadar
eğilmiştir kim bilir? Mahkûm babası da yapmıştım onu sonunda.
Kaç sonbahar, kaç kış, kaç yaz geçti ki? Cezaevinin
avlusunda kaç km volta attım ki? Kaç sayfa yazdım babama, kızma babam bana,
diye, kaç sayfalarca yazdım anama, konuşsana artık be anacığım, benim kızım
kötü şeyler yapmaz diye, Halil’e yazdım, hala orada bekliyor musun, beni diye.
Yazdım, yazdım, yazdım… Avludaki tavuklara, her yıl gelip yuvasını bulan
leyleklere, umut dağıtan bıkmadan usanmadan açan papatyalara yazdım… Kimse
gelmedi ziyaretime… En son çıkacağım gece aynadaki aksime bakınca içim acıdı karşımdaki
kadına. Tanıyamadım kimdi bu? Anama benzettim onu. Bakışları cesaretini
kaybetmiş, anam gibi korkak korkak bakıyordu ve ben daha da çok korktum.
Çıktığımda dışarı sanki alnımda yazıyordu suçlu bu, diye.
Herkes bana bakıyor sanıyordum, ben kimselerin suratına bakamıyordum. Babam
gibi eğmiştim başımı yere. Elimde tahta bavulum. Bütün yazdıklarımı,
defterlerimi içeride bıraktım. Yakarsınız kışa diye sobada.
Nereye gidecektim ki, yeni bir hayat mı, yeni bir başlangıç
mı, özgürlüğe doğru kanat çırpmak mı? Yine mücadele mi? Kim için, ne için? Bilemedim, kendime bile cevap bulamadım
verecek. Bir de, bir de o kadar yorgundum ki. Ayakkabılarım o kadar çok
sıkıyordu ki ayağımı, bir veya iki numara büyümüştü sanki ayaklarım. Avludaki
çimenleri özledim birden.
Minibüste izmarit kokusu ile eskimiş deri kokusu birbirine
karışmış, midemi bulandırıyordu. Başım camda, sarsıla sarsıla ilerlerken
minibüs, bazen cama vuruyordu başım sertçe. Sıçrayıp uyanıyordum. Yeter artık,
yeter, vurmayın ayaklarıma, diye bağırıyormuşum uykumda. İnsanlar, gözleri
kocaman açılmış, tedirgin oturuyorlardı. Tepeyi döndü minibüs, Halil bekliyor
mu ki, dedim kendi kendime. Elimde tahta bavulum…
Kapı nağmeli bir şekilde gıcırdadı uzun uzun…
Yarı karanlık odada sedirde iki kuru, yaşlı beden.
Kim gelmiş İsmail, bu saatte, diye soruyordu anam, titrek
sesiyle…
Ayten, dedi öksürerek Uzun İsmail, Ayten…
Nazan Çinko
Nazan Çinko
Cesur hatun Aytenle gurur duyuroum ıyıkı tanıdım banada ceseret verdı :)
YanıtlaSil