25 Nisan 2020 Cumartesi

DÖNÜŞ







DÖNÜŞ

Kapıyı usulca ittim, yıllardır hiç yağlanmamış gibi korkunç bir gıcırtıyla sonuna kadar açılıverdi.  Tahta sedirdeki iki kişi zor seçiliyordu, içerinin loş karanlığından. İkisi de gıcırdayan kapıya döndürdüler kafalarını. Şimdi daha net görebiliyordum, gözüm karanlığa alışmıştı. İki kuru, yaşlı beden, dizleri dikili oturuyorlar ve bana bakıyorlardı.

İsmail, kim o gelen, bu vakit, dedi titrek, çatlak anamın sesi. Gözlerini kısıp seçmeye çalışıyordu bir yandan da geleni.
Ben gittiğimde Uzun İsmail denilen babam, eğilmiş şimdi,  toprağa doğru yaklaşmıştı sanki. İki büklümdü.

Ne cevap gelecek, diye bekledik, babamla karşılıklı. Babamın ses telleri alınmış, çöldeymişçesine dudakları kurumuş konuşamıyor gibiydi.  Bir ara kıpırdar gibi oldu o susuz dudaklar, anlamsız sesler çıktı o kuru çatlaklardan. Ama o sesler bir türlü kelimeye, kelimeler cümleye dönüşemedi. Ayten gelmiş, diyemedi, işte.

Bu evden ilk çıkışımı düşündüm. Dört yıl önceydi, üniversiteyi kazanışım. Köyün tek okuyan kızı. Kızların makûs talihini yenen kahraman. Küçük yaşta evlendirilen köy kızlarına artık örnek gösterilecek, bu köyden de çıkılır, bakın Ayten başardı denilecek. Bavulumu kendi elleriyle taşımıştı Uzun İsmail,  sağa sola bakıyordu çaktırmadan, ben yanında, minibüse kadar yürüdük.  Hadi kızım, yolun açık olsun, utandırma bizi, vatana millete hayırlı insan ol, deyip cebinden bir tomar parayı paltomun cebine koymuştu. Anam yine avlu kapısında kalmıştı, bir adım geride. Ahh anacığım, ahhh bir adım atabilseydin. Gözleri yaşlı, arkamdan su dökmüştü bir maşrapa.

Utandırdım babamı daha okula gittiğim ilk yılımda. Tam içlerinden çıkmıştım, tam sıkıntının göbeğinden, tam ezilenlerin, sömürülenlerin merkezinden. ‘’Bana ne’’ demem mümkün müydü? Anamın bir türlü çıkamayan sesini, çıkardığı an yanağına yediği tokadın izini, en yakın arkadaşımın ağlaya ağlaya evlendirilip, çarşafı kırmızı olmadı diye öldürülesiye dövülüp baba evine gönderildiği zamanları unutabilir miydim? Ben bir alıcıydım elimde değildi ki, hepsi bir bir beynimde, an be an gözlerimin önümdeydi. Ben onları göre göre, izleye izleye, sorgulaya sorgulaya geldim buralara.
Bağırdım kadınlara eşitlik diye, bağırdım tüm insanlara adalet diye. Aşiret reislerine, sömürenlere küfredip gezdim meydanlarda. Utandırdım babamı. Kulağına gittikçe benim azılı bir anarşiste dönüştüğüm eğmiş başını önüne, bir daha köylüsünün yüzüne bakamamış. Ahh babacığım ben o yüzüne bakamadığın insanların için mücadele ettim. Ahhh babacığım sizi köle gibi kullanan toprak ağalarına karşı mücadele ettim ben. Utanma be babam, utanma. Kötü bir şey yapmadım ben.

Hiç istemedi bir daha köyde beni. Israrla geldiklerim ise hep olaylıydı. Okul tatile girip de geldiğimde evime, bu gün sesini çıkaramayan, kızım gelmiş, diyemeyen Uzun İsmail, nasıl da gür bir sesle haykırıyordu o gün.   Defol, istemiyorum seni bu köyde, diye. Olmaz olsun senin gibi vatan haini evlat, diye. Düşman yetiştirmişim koynumda, diye. Okumaya gittin anarşist oldun başıma, diye. Şimdi kurumuş dudaklar o zaman azgın bir nehir gibi taşırıyordu kelimeleri. İtekleyerek çıkarmıştı beni evimden, baba ocağımdan, ana kucağımdan. Avluya itti beni Uzun İsmail o gün. Direnemedim onun güçlü kollarına. Gücüm yetmedi, tuttum kapıyı bırakmadım, gitmeyeceğim, diye haykırıyordum. Kapıyla beraber attı beni avluya.

Anacığım kadınların temsili örneği, yıllardır, küçücük gelin olup da bu eve girdiğinden beri, Uzun İsmail’in gölgesi anam, yine sesini çıkaramadı. Sadece gözleri ile konuşurdu o, kaşları, bakışları. Bir adım öne geçip yanımda olamadı. Napıyorsun be adam, diye haykıramadı yaşamı boyunca.
Avluya toplanmıştı köylüler. Seyyar film gelmiş de seyreder gibiydiler. Çekirdek çitliyordu çocuklar bir taraftan da.  Ben kötü yola düşmüş başrol kadın oyuncusu. Amcalar, yengeler, yeğenler seyirciydiler.

Beni dışarı attıktan sonra hızını alamayıp tekrar bir hışımla içeri girip paltomu, atkımı, ayakkabılarımı da fırlattı bahçeye. Ve de kitaplarımı. Kimini öfkeyle parçalayarak hem de. Nasıl bir hınçsa duyduğu, bilemedim.

Halil’i gördüm bir ara. Çamurların içinden eşyalarımı topluyordu. Yırtık pırtık kitapları bir araya getirmeye çalışıyor, bir torbaya sokuşturuyordu. Bir tek Halil vardı yanımda o anda. Eşyaları tahta bavula… Kırmızı ekoseli bir atkım vardı, parkamla kullandığım. Halil’in boynuna doladım onu.
Halil, canım Halil, çocukluğumun, köy okulundaki sınıfımda sıra arkadaşım. Derslerin de hiç iyi olamamıştı be Halilciğim. Yapamazdı ödevlerini, zor okurdu kekeleye kekeleye. Öğretmen de acımasız vururdu ellerine cetvelle, bildiklerini de unuturdu iyice. Bir gün ben de ödevlerimi yapmadan gittim okula, yapamadım dedim. Halil’in ellerinin yanına küçücük ellerimi uzattım. Bana da vursun, diye. Vurmadı bana, beni atladı. Aldım cetveli öğretmenimden, kendi ellerime vurdum da vurdum, zor aldılar elimden. Bir daha gelmedi o cetvel sınıfa. Halil benim yanımda, bir daha hiç ayrılmadık.

Tahta bavul Halil’in elinde minibüse doğru yürüdük. Minibüs hareket edip de tepeden köy kayboluncaya kadar baktım arkama dönüp. Halil hala bekliyordu beni bindirdiği yerde. Daha şehre giremeden yolu çevirdi jandarma, ihbar varmış. Aldılar beni, bırakın kitaplarımı alayım, dedim vermediler.

Artık babamın başı nerelerdedir, bilemezdim, nerelere kadar eğilmiştir kim bilir? Mahkûm babası da yapmıştım onu sonunda.
Kaç sonbahar, kaç kış, kaç yaz geçti ki? Cezaevinin avlusunda kaç km volta attım ki? Kaç sayfa yazdım babama, kızma babam bana, diye, kaç sayfalarca yazdım anama, konuşsana artık be anacığım, benim kızım kötü şeyler yapmaz diye, Halil’e yazdım, hala orada bekliyor musun, beni diye. Yazdım, yazdım, yazdım… Avludaki tavuklara, her yıl gelip yuvasını bulan leyleklere, umut dağıtan bıkmadan usanmadan açan papatyalara yazdım… Kimse gelmedi ziyaretime… En son çıkacağım gece aynadaki aksime bakınca içim acıdı karşımdaki kadına. Tanıyamadım kimdi bu? Anama benzettim onu. Bakışları cesaretini kaybetmiş, anam gibi korkak korkak bakıyordu ve ben daha da çok korktum.

Çıktığımda dışarı sanki alnımda yazıyordu suçlu bu, diye. Herkes bana bakıyor sanıyordum, ben kimselerin suratına bakamıyordum. Babam gibi eğmiştim başımı yere. Elimde tahta bavulum. Bütün yazdıklarımı, defterlerimi içeride bıraktım. Yakarsınız kışa diye sobada.
Nereye gidecektim ki, yeni bir hayat mı, yeni bir başlangıç mı, özgürlüğe doğru kanat çırpmak mı? Yine mücadele mi? Kim için, ne için?  Bilemedim, kendime bile cevap bulamadım verecek. Bir de, bir de o kadar yorgundum ki. Ayakkabılarım o kadar çok sıkıyordu ki ayağımı, bir veya iki numara büyümüştü sanki ayaklarım. Avludaki çimenleri özledim birden.

Minibüste izmarit kokusu ile eskimiş deri kokusu birbirine karışmış, midemi bulandırıyordu. Başım camda, sarsıla sarsıla ilerlerken minibüs, bazen cama vuruyordu başım sertçe. Sıçrayıp uyanıyordum. Yeter artık, yeter, vurmayın ayaklarıma, diye bağırıyormuşum uykumda. İnsanlar, gözleri kocaman açılmış, tedirgin oturuyorlardı.  Tepeyi döndü minibüs, Halil bekliyor mu ki, dedim kendi kendime. Elimde tahta bavulum…

Kapı nağmeli bir şekilde gıcırdadı uzun uzun…
Yarı karanlık odada sedirde iki kuru, yaşlı beden.
Kim gelmiş İsmail, bu saatte, diye soruyordu anam, titrek sesiyle…
Ayten, dedi öksürerek Uzun İsmail, Ayten…
                                                                                   
                                                                                               Nazan Çinko



1 yorum:

  1. Cesur hatun Aytenle gurur duyuroum ıyıkı tanıdım banada ceseret verdı :)

    YanıtlaSil