25 Nisan 2020 Cumartesi

DUYGULARIN DANSI







DUYGULARIN DANSI

PARTNER: COVİD 19

KORKTUK, önce korktuk. Pimapenlerin su alan kısımlarına çekomastik çektik. Ağzımızı, burnumuzu ise maskelerle kapattı. Korku dağ gibi yığıldı kapılarımızın önüne, dışarı çıkamadık. Çıkmak zorunda kalanlar için de korktuk, eyvah ne yapacaklar diye. Ama haksızlık bu diye, korktuk yine kuytu güvenli köşemizdeköşemizde.

KAYGI DUYDUK. Ellerimizde sabun 20 saniye oldu mu diye diye sabunladık ellerimizi, parmaklarımızın arasından lavabo deliğine kayıp giden kirli hayatlarımızı seyrettik. Elektrik prizleri iki gözlü öcü, poşetler gülyabaniye  benziyordu. Kaygan zeminde dans eder gibiydik. Dört duvar arasını buz pistine çevirip acayip figürler keşfettik. Kavalye COVİD 19.

ŞAŞIRDIK, Kendimizi ekran önünde oh çok şükür bugün 99 kişi ölmüş, derken bulduk. Neden şaşırdık ki? Şaştığımıza şaşırdık. Zira biz alışkındık 4, 5 Mehmetçiğin şehit sayısına. Bizim gibi ülkelerde insan sayıdan ibaretti, unuttuğumuza şaşırdık. Deniz aşırı ülkelere yardım gönderiyordu devletimiz, biz de peşine düştük kolilerin, bize de bir maske, diye…

ÖĞRENDİK, insanlığa dayatılan düzeninin insanlığa hizmet etmediğini.  Emperyalist ülkelerin kâğıttan bir kaplan olduğunu. Aynı gemide olmadığımızı. Tuzu kuruların saraylarında, ceketi yamalıların ise sokakta virüsle içli dışlı olduklarını. Yaşamın pamuk ipliğine bağlı olduğunu,  insanlığın birbirine muhtaçlığını öğrendik.

UTANDIK. Bu günleri yaşattığımız için çocuklarımızdan utandık. 23 Nisan’ı çocuklara armağan edenlerden utandık. İlk defa 23 Nisan’ı meydanlarda kutlayamayacak olan çocuklarımızdan utandık. Parklarda salıncaklarda sallanamayan, kaydıraktan kayamayan, gelen baharın kokusunu hissedemeyen, çimlere basamayan torunlarımızdan utandık. Dünyayı kirlettiğimiz, tükettiğimiz için utandık.

ALKIŞLADIK. Halk için, toplumun sağlığı için, hizmetlerin aksamaması için sokaklarda, hastanelerde, marketlerde, kasalarda, bankalarda, tarlalarda, dolmuşlarda çalışanları, bütün engellere rağmen hizmet götürenleri, mahalleliye moral ve yardım elini uzatan Örümcek adamı, maddi ve manevi katkı yapanları, evlerinde gece gündüz maske diken kadınları, dezenfektan üreten öğrencileri, öğretmenlerini, alkışladık.

ALIŞTIK. Dört duvara alıştık. Evde eski fotoğraflarımızı bulduk çekmecelerde.  Ne zamandır oturmadığımız köşe koltuğunun kadifesini okşadık. Hava da bu gün rüzgârlı, sohbetlerinin tadını aldık. Evin çamaşır suyu kokusunu arar oldu burnumuz. Dizilere, filmlere, kitaplara, sırtımızdan çıkmayan pijamalarımıza alıştık.

ÖZLEDİK. Sarılmayı özledik çocuğumuza. Sarılmayı özledik torunlarımıza. Annemizin koluna girmeyi, destek olmayı özledik. Babamızın sırtını sıvazlamayı. Arkadaşlarımızla, dostlarımızla sokakta karşılaşınca kaçmayıp öpüşmeyi. Çimlere yayılıp piknik yapmayı, aynı tencereden zeytinyağlı dolma yemeyi özledik.

SORDUK. Kapılarımız açılınca, kilitler sökülünce nasıl nefes alacağız? Çocuklarımıza nasıl hesap vereceğiz, ne diyeceğiz? Onları okula gönderirken virüslere dikkat et mi diyeceğiz?  Otobüslere binerken yanımıza oturana düşman gibi mi bakacağız? Yine markalara, ayakkabılara mı gömüleceğiz?   Dört duvar arasında Keşfettiğimiz bizleri içeride mi bırakacağız? Dışarıda kalanlar bize kucak açacaklar mı? Geride kalanlar, bizler, nasıl yaşayacağız?


DÖNÜŞ







DÖNÜŞ

Kapıyı usulca ittim, yıllardır hiç yağlanmamış gibi korkunç bir gıcırtıyla sonuna kadar açılıverdi.  Tahta sedirdeki iki kişi zor seçiliyordu, içerinin loş karanlığından. İkisi de gıcırdayan kapıya döndürdüler kafalarını. Şimdi daha net görebiliyordum, gözüm karanlığa alışmıştı. İki kuru, yaşlı beden, dizleri dikili oturuyorlar ve bana bakıyorlardı.

İsmail, kim o gelen, bu vakit, dedi titrek, çatlak anamın sesi. Gözlerini kısıp seçmeye çalışıyordu bir yandan da geleni.
Ben gittiğimde Uzun İsmail denilen babam, eğilmiş şimdi,  toprağa doğru yaklaşmıştı sanki. İki büklümdü.

Ne cevap gelecek, diye bekledik, babamla karşılıklı. Babamın ses telleri alınmış, çöldeymişçesine dudakları kurumuş konuşamıyor gibiydi.  Bir ara kıpırdar gibi oldu o susuz dudaklar, anlamsız sesler çıktı o kuru çatlaklardan. Ama o sesler bir türlü kelimeye, kelimeler cümleye dönüşemedi. Ayten gelmiş, diyemedi, işte.

Bu evden ilk çıkışımı düşündüm. Dört yıl önceydi, üniversiteyi kazanışım. Köyün tek okuyan kızı. Kızların makûs talihini yenen kahraman. Küçük yaşta evlendirilen köy kızlarına artık örnek gösterilecek, bu köyden de çıkılır, bakın Ayten başardı denilecek. Bavulumu kendi elleriyle taşımıştı Uzun İsmail,  sağa sola bakıyordu çaktırmadan, ben yanında, minibüse kadar yürüdük.  Hadi kızım, yolun açık olsun, utandırma bizi, vatana millete hayırlı insan ol, deyip cebinden bir tomar parayı paltomun cebine koymuştu. Anam yine avlu kapısında kalmıştı, bir adım geride. Ahh anacığım, ahhh bir adım atabilseydin. Gözleri yaşlı, arkamdan su dökmüştü bir maşrapa.

Utandırdım babamı daha okula gittiğim ilk yılımda. Tam içlerinden çıkmıştım, tam sıkıntının göbeğinden, tam ezilenlerin, sömürülenlerin merkezinden. ‘’Bana ne’’ demem mümkün müydü? Anamın bir türlü çıkamayan sesini, çıkardığı an yanağına yediği tokadın izini, en yakın arkadaşımın ağlaya ağlaya evlendirilip, çarşafı kırmızı olmadı diye öldürülesiye dövülüp baba evine gönderildiği zamanları unutabilir miydim? Ben bir alıcıydım elimde değildi ki, hepsi bir bir beynimde, an be an gözlerimin önümdeydi. Ben onları göre göre, izleye izleye, sorgulaya sorgulaya geldim buralara.
Bağırdım kadınlara eşitlik diye, bağırdım tüm insanlara adalet diye. Aşiret reislerine, sömürenlere küfredip gezdim meydanlarda. Utandırdım babamı. Kulağına gittikçe benim azılı bir anarşiste dönüştüğüm eğmiş başını önüne, bir daha köylüsünün yüzüne bakamamış. Ahh babacığım ben o yüzüne bakamadığın insanların için mücadele ettim. Ahhh babacığım sizi köle gibi kullanan toprak ağalarına karşı mücadele ettim ben. Utanma be babam, utanma. Kötü bir şey yapmadım ben.

Hiç istemedi bir daha köyde beni. Israrla geldiklerim ise hep olaylıydı. Okul tatile girip de geldiğimde evime, bu gün sesini çıkaramayan, kızım gelmiş, diyemeyen Uzun İsmail, nasıl da gür bir sesle haykırıyordu o gün.   Defol, istemiyorum seni bu köyde, diye. Olmaz olsun senin gibi vatan haini evlat, diye. Düşman yetiştirmişim koynumda, diye. Okumaya gittin anarşist oldun başıma, diye. Şimdi kurumuş dudaklar o zaman azgın bir nehir gibi taşırıyordu kelimeleri. İtekleyerek çıkarmıştı beni evimden, baba ocağımdan, ana kucağımdan. Avluya itti beni Uzun İsmail o gün. Direnemedim onun güçlü kollarına. Gücüm yetmedi, tuttum kapıyı bırakmadım, gitmeyeceğim, diye haykırıyordum. Kapıyla beraber attı beni avluya.

Anacığım kadınların temsili örneği, yıllardır, küçücük gelin olup da bu eve girdiğinden beri, Uzun İsmail’in gölgesi anam, yine sesini çıkaramadı. Sadece gözleri ile konuşurdu o, kaşları, bakışları. Bir adım öne geçip yanımda olamadı. Napıyorsun be adam, diye haykıramadı yaşamı boyunca.
Avluya toplanmıştı köylüler. Seyyar film gelmiş de seyreder gibiydiler. Çekirdek çitliyordu çocuklar bir taraftan da.  Ben kötü yola düşmüş başrol kadın oyuncusu. Amcalar, yengeler, yeğenler seyirciydiler.

Beni dışarı attıktan sonra hızını alamayıp tekrar bir hışımla içeri girip paltomu, atkımı, ayakkabılarımı da fırlattı bahçeye. Ve de kitaplarımı. Kimini öfkeyle parçalayarak hem de. Nasıl bir hınçsa duyduğu, bilemedim.

Halil’i gördüm bir ara. Çamurların içinden eşyalarımı topluyordu. Yırtık pırtık kitapları bir araya getirmeye çalışıyor, bir torbaya sokuşturuyordu. Bir tek Halil vardı yanımda o anda. Eşyaları tahta bavula… Kırmızı ekoseli bir atkım vardı, parkamla kullandığım. Halil’in boynuna doladım onu.
Halil, canım Halil, çocukluğumun, köy okulundaki sınıfımda sıra arkadaşım. Derslerin de hiç iyi olamamıştı be Halilciğim. Yapamazdı ödevlerini, zor okurdu kekeleye kekeleye. Öğretmen de acımasız vururdu ellerine cetvelle, bildiklerini de unuturdu iyice. Bir gün ben de ödevlerimi yapmadan gittim okula, yapamadım dedim. Halil’in ellerinin yanına küçücük ellerimi uzattım. Bana da vursun, diye. Vurmadı bana, beni atladı. Aldım cetveli öğretmenimden, kendi ellerime vurdum da vurdum, zor aldılar elimden. Bir daha gelmedi o cetvel sınıfa. Halil benim yanımda, bir daha hiç ayrılmadık.

Tahta bavul Halil’in elinde minibüse doğru yürüdük. Minibüs hareket edip de tepeden köy kayboluncaya kadar baktım arkama dönüp. Halil hala bekliyordu beni bindirdiği yerde. Daha şehre giremeden yolu çevirdi jandarma, ihbar varmış. Aldılar beni, bırakın kitaplarımı alayım, dedim vermediler.

Artık babamın başı nerelerdedir, bilemezdim, nerelere kadar eğilmiştir kim bilir? Mahkûm babası da yapmıştım onu sonunda.
Kaç sonbahar, kaç kış, kaç yaz geçti ki? Cezaevinin avlusunda kaç km volta attım ki? Kaç sayfa yazdım babama, kızma babam bana, diye, kaç sayfalarca yazdım anama, konuşsana artık be anacığım, benim kızım kötü şeyler yapmaz diye, Halil’e yazdım, hala orada bekliyor musun, beni diye. Yazdım, yazdım, yazdım… Avludaki tavuklara, her yıl gelip yuvasını bulan leyleklere, umut dağıtan bıkmadan usanmadan açan papatyalara yazdım… Kimse gelmedi ziyaretime… En son çıkacağım gece aynadaki aksime bakınca içim acıdı karşımdaki kadına. Tanıyamadım kimdi bu? Anama benzettim onu. Bakışları cesaretini kaybetmiş, anam gibi korkak korkak bakıyordu ve ben daha da çok korktum.

Çıktığımda dışarı sanki alnımda yazıyordu suçlu bu, diye. Herkes bana bakıyor sanıyordum, ben kimselerin suratına bakamıyordum. Babam gibi eğmiştim başımı yere. Elimde tahta bavulum. Bütün yazdıklarımı, defterlerimi içeride bıraktım. Yakarsınız kışa diye sobada.
Nereye gidecektim ki, yeni bir hayat mı, yeni bir başlangıç mı, özgürlüğe doğru kanat çırpmak mı? Yine mücadele mi? Kim için, ne için?  Bilemedim, kendime bile cevap bulamadım verecek. Bir de, bir de o kadar yorgundum ki. Ayakkabılarım o kadar çok sıkıyordu ki ayağımı, bir veya iki numara büyümüştü sanki ayaklarım. Avludaki çimenleri özledim birden.

Minibüste izmarit kokusu ile eskimiş deri kokusu birbirine karışmış, midemi bulandırıyordu. Başım camda, sarsıla sarsıla ilerlerken minibüs, bazen cama vuruyordu başım sertçe. Sıçrayıp uyanıyordum. Yeter artık, yeter, vurmayın ayaklarıma, diye bağırıyormuşum uykumda. İnsanlar, gözleri kocaman açılmış, tedirgin oturuyorlardı.  Tepeyi döndü minibüs, Halil bekliyor mu ki, dedim kendi kendime. Elimde tahta bavulum…

Kapı nağmeli bir şekilde gıcırdadı uzun uzun…
Yarı karanlık odada sedirde iki kuru, yaşlı beden.
Kim gelmiş İsmail, bu saatte, diye soruyordu anam, titrek sesiyle…
Ayten, dedi öksürerek Uzun İsmail, Ayten…
                                                                                   
                                                                                               Nazan Çinko



18 Nisan 2020 Cumartesi

YOLDA








YOLDA

Annem su döktü ardımdan. Bu ikincisi. Birincisi üniversiteye giderkendi. Altı sene sonra valizim elimde yola çıktım tekrar,  tekerlekleri ne de çok ses çıkarıyor sabahın sessizliğinde. Kaldırımlar kırık dökük. Valizimin tekerleklerinden biri daha yolun başında bıraktı beni, annemlere  doğru yuvarlanıp gitti.

Şehir de sessiz. Terk edilmiş küçük şehrim benim. 

Ahmetlerin evinin de perdeleri çekik. Bir çalsam kapıyı.
Tak. Tak. Tak.
Anacım günaydın. Ahmet’i bir göreyim, dediydim.
Valizime baktı Ahmet’in anası. Sonra, o da gitti, dedi.
Yine benden önce davranmış. Okumayı önce o söktü, önce o iş buldu, önce âşık olan oydu. Yine benden önce.

Otogar biraz daha hareketli. Bilet kuyruğu var içeride. Gelen yok mu bu şehre?
Nereye abi,
Kalkacak ilk otobüse.
Ananın karnına döneceksin deseler kabul edeceğim, ya da cehennemin dibine falan.

Cam kenarı bir koltuk. Camlar buhar yapmış . Bir kalp yaptım, eros da okunu fırlattı. Bir ucuna A, bir ucuna E yazdım. Dışarısı dumanlı görünüyor, gökyüzü bulutlu. Kalbi istemeye istemeye elimle siliverdim. Tepelerde güneşi gördüm.

Yanımdaki amca kasketini koydu kucağına. Bingöl’ün Oraklı köyündenmiş. Oğlunu arıyor.  Üniversite kazanıp çıkmış köyünden genç delikanlı, uzun zamandır haber alamayınca düşmüş yola yaşlı yol arkadaşım. En son İzmir’de bir cezaevinde görülmüş oğlu. O kadar, sonra sustu. Ben gözlerine sordum ne oldu diye, onlar bana bir bir anlatıverdi. Hep aynı hikâye. Yaşarken öldüren bir bulaşıcı hastalık.  Düşünen beyinleri yok eden, daha çok da gençlere musallat.

Otobüs sessiz. Derin bir sükûnet.
Arka koltuklara bakıyorum. Kızlar, erkekler. Kalplerinde iki kuş, seslerini duyuyorum. Biri cik cik, öbürü sus pus. Gitmekle gitmemek arasında.

Şoförümüz koltuktan taştı taşacak. Elinde sigarası camdan üflüyor. tık nefes. Öksürüğe boğularaktan, yine gençler gidiyor, deyip, başını sallıyor.
Lisedeki matematikçi Halil hocama benzettim onu. Kocaman göbekli, pos bıyıklı.  Öğretmenlerimizin çoğu şehri terk etmişti, kalan tek tüklerden biriydi Halil Hocam. Sırtımı dayamıştım bir gün,  soğuk taş bir duvara, gözlerim gökyüzünde bulutlarda. Sırtını dönmüştü bana. Gel buraya yaslan, diye.
Siz neden gitmediniz hocam,
Nasıl olsa gönderirler, dedi. Gönderdiler gerçekten, görevden alındı, tehlikeliymiş düşünceleri.

Mezun olunca dönmüştüm  memlekete. Cübbem sırtımda, adalet ceplerimde. Dağıtacaktım ara sokaklara, kuytu köşelere. Haksızlıkların üzerine serpecektim.  

Gülmeye başladım o günleri düşününce,  koltuk arkadaşım baktı yüzüme…
Annemle babam gelmişti aklıma. Dönünce, onların yanına, radyoyu açıp göbek atmışlardı karşılıklı. Babamı sadece o gün görmüştüm oynarken, elleri havada…

Muavin, otobüsün sessizliğini bozup kahve servisi yapmaya başladı. Kahve çekirdekleri yayıldı otobüsün içinde. Ayşe sade kahve içerdi, fincan kesmezdi onu, cam bardakta. Büroya ağabeyinin  davası için geldiğinde tanışmıştık. Kitap yazıyordu adam.  Cümleleri birer kurşunmuş, öyle dediler.  Tutukladılar. Kaldığı cezaevini bile bulamadık, yok oldu hiç yaşamamış gibi. Ayşe de gitti, ağabeyinden sonra, kalamayacağım, diye not yazmış bana. Ben kırılmadım da kalbim kırıldı.

Sağımdaki koltukta kız uykusunda gülümsüyor. Arkadaki sakallı sarışın delikanlı uzaklara gitmiş besbelli. Göz kapakları düştü düşecek. Hepsinin başının üzerinde balon, balonun içinde hayalleri. Gözlerimi ovuşturuyorum. Patlıyor hepsi birer birer.

Amcanın kafası omuzumda. Kımıldamıyorum uyanmasın diye. Dışarıda buğday başakları birer genç kız. Örgülü saçlarını rüzgârda bir sağa bir sola sallıyorlar. Tohumları dolu. İnsanoğluna küsmeden kırılmadan onları doyurmaya devam ediyorlar.

Muavin memnun bu sessiz genç yolculardan. Durmadan servis yapıyor kim ne isterse. Kahveden sonra çay kokusu geldi burnuma. Amca omuzumdan kaldırdı başını,  çay mı var diye.
Otobüsün içini haşır haşır naylon poşet sesi kapladı. Amca poşetten pişileri çıkardı.
Sabah hanım yaptı,  yolluk.
Muavine verdi, bütün otobüse dağıttırdı.
Kız uyanmış, soruyordu, geldik mi, diye. ,
Sakallı sarışın, iki saat sonra İzmir’deyiz dedi.
Koltukların altına dereotları düştü yeşil yeşil.
Muavin seslendi, bir çay daha vereyim mi, diye.

15 Nisan 2020 Çarşamba

SEVGİLİ GÜNLÜK







Sevgili GÜNLÜK

Geçmişten ders al, bugün için çalış, gelecek için hayal kur. (M.SEKMAN)

Biz,

 Meydanlarda bombalar patlarken, madenlerde işçiler boğulurken, kadınlar sokaklarda öldürülürken, çocuklar tecavüze uğrarken, ormanlar yakılırken, ağaçlar ağlarken, sanatçılar, gazeteciler cezaevlerinde çürürken, sanatçılar ölüm oruçlarında ölürken, binlerce çocuğumuz topraklarımız için şehit olurken,

Geçmişte,

Perdelerimizi sıkı sıkıya çekmiştik, aydınlık sızmasın içeri diye. Kapılarımızı çelik yapmıştık, eşikten parçalan ceset kokuları gelmesin diye. Bahçelerimize duvarlar örmüştük orman yanarken kaçan hayvanlar girmesin diye… Turuncu botlar verdik savaştan kucağında bebekle kaçan analara git Ege’de boğul, ya da ülkende savaş öl, geber diye…

 Bu gün,

Kapılarımızı açamıyoruz diye ağlaştığımız günler. Sabah kalkar kalkmaz perdeyi, pencereyi sonuna kadar açtığımız günler. Bahçeye gelen sarı gagalı sığırcık, korkup uçmasın diye nefes almadığımız günler. O kadar muhtacız o sarı gagalara.  Biz evdeyiz. Pencerelerden sarkmışız belimize kadar. Boş belediye arabasının bir tek yolcusu var. İniyor o da bizim durakta. Elinde naylon poşeti. Bir sağlık görevlisi. Korona nöbetinden çıkmış. El sallıyorum ona, Dr. Ali Vefa gibi kucaklıyorum sıkıca. 1 aydır görmüyor çocuğunu. Kazağını, battaniyesini kokluyorum, diyor.
Hayat eve sığıyor bizim gibiler için.   Kendimizi dışarıda bırakmışız, şimdi evde bulmaya çalışıyoruz. Kimimizin elinde bir vileda sopası, püskül püskül, sallıyoruz sağa sola. Arıyoruz koltukların altında kendimizi. Artık sokak kokmuyoruz, toz toprak kokmuyoruz. Yoğun bir çamaşır suyu, limon kolonyası burnumuzun direğini temelinden söküp atıyor.
Ev mutfağa ve sanata sığıyor. Erkek, kadın, çocuk yaratıcılıklarını keşfediyor. Hazırcılık, fast food dışarıda kalmış. Bir bakıyoruz ki,  Kitaplar küsmüş bize, tozlanmışlar. Alıyoruz elimize her birini, ne kadar vefalıymışsın, beni bekledin yıllardır burada diye kokluyoruz onu. Filmler, tiyatrolar eve sığmış, konserler, dergiler, masallar bedava…
Ekmek hamuruna su, un katarken geçmişimizi de katıyoruz, hatalarımızı, sevaplarımızı. Tüm kuvvetimizle yoğurup bugüne harmanlıyoruz. Sonra şekillendirip sıcacık bir geleceğe yolluyoruz.

Gelecek,
Sıcacık ekmekler, Taze sürgünler, yeşillenen fidanlar, aklanıp paklanmış, tozları alınmış bizler…

11 Nisan 2020 Cumartesi

BENİM Kİ








BENİM Kİ

Mutfaktan tıkırtılara uyandım. Yine erkenden kalkmış benim ki. Bırakmaz ki, şöyle bir rahat uyuyayım. Bir bıraksa, hiç uyanmadan, sonsuza kadar uyuyacağım sanki. Ama nerede o günler?

Ben hazırım, dedi bir ses. Gardırobun üzerinden bana bakıyor. Pembe bavulum.

Duymazdan geldim, yastığı başıma kapatıp, yorganı çektim kafama,  yatağın içine gömüldüm, kayboldum.

Daha kalkmıyor musun? Çay acıyacak,diye seslendi içeriden öksürüklü bir ses.

Peki, bana kim acısın. Kalktım, üzerimde de yavruağzı saten sabahlığım. Çeyizimden. Çıkardım artık bavuldan, sarı lekeler oluşmaya başlamış. 7 yılda bir kez giymiştim. İlk gece. Ne umduysam artık!

Çıktım salona. O masanın başına kurulmuş. Yakaları kaymış, bel lastikleri gevşemiş eşofmanı ile. Masanın üzeri kızarmış ekmek kırıntıları, zeytin çekirdekleri sağa sola atılmış. Oturamadım. Banyoya gidip yüzüme birkaç parça daha su attım.

Yatak odasına döndüm. Yatağıma oturdum. Bir ses geldi çok yakınımdan, fısıldıyor kulağıma.
 Ben hazırım… Çeyizlik pembe bavulum.

Kızım bu adam kurtuluşumuz. Borçlarımı ödeyecek, demişti babam bir gün beni karşısına alıp.
Ortaokuldan sonra göndermemişti beni okula. Annem hep hastalıklı. Yardım edersin ona, diye. Ne çok ağlamıştım, arkadaşlarımı örgülü saçları ile görünce. Her gün okul saati kalkardım, saçlarımı örerdim, üşenmeden. Okul çıkışlarını gözlerdim, kızlı erkekli şakalaşarak yürürlerdi.
Sen bilirsin, diyen sesim kulak zarımı deliyor hala.

Nikaha gelenler fıs fıs konuşuyorlardı. O ise yanımda zor kapanan yeleği ile nikah memurunun verdiği kalem kıllı dolmalık parmaklarında kaybolmuş imza atmaya uğraşıyordu aceleyle.
Babamın borçlarının kefareti ben de yanında küçücük kalmışım, görünmek istemez gibi masanın altına doğru kaymışım.

Cebindeki akrebi görmedin, tabi baba. Sana da birkaç kuruş koklattı. Sen öldün gittin de beni bıraktın bu adama miras .

Çayı karıştırıyor hiç durmadan, şeker de erimiyor bir türlü, sesler kulağımın dibinde.  Benim midem bulandı kaşığın dönüşünden bardakta.

Kamyon şoförüydü. Kocaman iki tane kamyonu vardı. Oh, hiç olmazsa gidecek gelmeyecek uzun süre yollarda, diye avuturdum kendimi. Gözleri bozukmuş meğer. Kiraladı kamyonları, adım atmadı evden dışarı.

Gece yatağa yattığımda sağa kıvrılıveririm.  Bavulum göz kırpar karanlıkta, gidelim mi, diye. Gardırobun üzerinden.

 O ise sigarasını tellendirmiş, horlamaya başlar hemen.

Gözümü kapatırım. Uykuda mıyım bilemem. Ama yolda görürüm kendimi. Hep aynı yolda. Erimiş bir asfaltta. Yanlarda pamuk tarlaları. Ortalarında  birkaç ağaç. Yoldan geçen tek tük araba. Bazıları durup sorar, götürelim mi, diye. Cevap alamayınca gaza basarlar.  Ben de devam ederim yolum.
                                                                                                   
                                                                                                                    ATÖLYE.
                                                                                                                 NİSAN, 2020




7 Nisan 2020 Salı

Bİ ACAYİP ZAMANLAR







Bİ ACAYİP ZAMANLAR!

Tuhaf zamanlar bize denk geldi. Bi saçma, bi acayip…

Hayal ederdim oysa ben Jetgiller ‘deki gibi bir hayatı. Görür müyüz mü acaba diye? Fazla mı hayalperest buldunuz beni? Ama suçlu biz değiliz ki. Uzay 1999’u çekip gezegenler arası yolculukları evimize servis eden,  ışınlanmayı  bize normalleştiren, bize hayal kurduranlar asıl suçlular.

Geldiğimiz nokta bi acayip, bi saçma, bi tuhaf. Bir gecede distopya’ya dönüşen hayatımız. Ertesi gün musluk başında 20 sn. ama ille de sabun ile yıkanan ellerimiz. Boşunaymış yüzlerce lira ödediğimiz, hem de doğayı sayelerinde yok ettiğimiz deterjanlar... Annem derdi ki, sürme pis ellerini yüzüne. Anne sözü değil, bir virüs ’ün hatırlatması gerekiyormuş işte.

Maskeler ise ayrı bir acayip konu. Saçma ve tuhaf. Corona öncesi, insanların sahte yüzlerinden bahsedilirdi, sahte gülüşlerinden. Yeni Türkü, derdi ki ‘’taketti canıma bu maskeli balo ve onun sahte yüzleri’’ …Şimdi gerçek maskelerin ardında rahat insanoğlu. İster yapmacık, sahte, ister içten, ister düşmanca… Çok yaşa sen ey maske.

Maske dedikçe maskeler de düştü birer birer. Ekonomi devi dediklerimiz, dünyayı yönetmeye talip olanlar beş kuruşluk maskeye muhtaç oldular. Çin malı maskeler koli koli dünyaya gönderiliyor uçaklarla. Daha dün ödümüz patlamıyor muydu Çin deyince? 

Bİ acayip, bi tuhaf, bi saçma zamanlar.

Virüsler de aynı biz.  İnsanoğlu gelişmeye, daha güçlü, daha dayanıklı olmaya çalışıyor ya. Karşımıza her defasında daha güçlü, daha dayanıklı çıkıyorlar bu virüsler de  ne yazık ki. Düşmanını yenemiyorsan, ona saygı duyacaksın, ona göre…

 Ev halleri ise tam bir parodi.  Bıkmadan usanmadan soruyor Bülent bana’’ bu günkü programınız ne’’ diye. Programım programsızlık diyorum ben de. Neymiş o koşturmaca, neymiş o yetişememe telaşı. Acıdım kendime bakınca ve de insanlığa.

Bi acayip, bi tuhaf, bi saçma zamanlar. Mahalle aralarında polis otosundan inen ve ‘’Ankara’nın bağları, büklüm büklüm yolları’nı ‘’oynayan polis kardeşler ve de gecenin bir vakti minareden okunan selalar…

İyisiniz değil mi dostlar?