YANDAKİ ODA
Her zamanki ziyaretlerimden biriydi şehir kütüphanesine. O
binadaki tarihi, mistik ve de daha çok eski kitap kokusuydu beni oraya çeken.
Orada geçen dakikalar gündelik kargaşadan yorulan ruhuma ve hele ki bizim gibi
ülkelerde yaşanan siyasetten gerilen kaslarıma iyi geliyordu, kalbim orada daha
yavaş atıyor, beynim orada daha berrak bakıyordu.
İşte öyle günlerden biriydi yine. Eski ahşap bir masada
oturmuş, elime bir Dickens romanı almış, İngiltere'nin sefil sokaklarına dalıp,
yoksul insanların hayatlarına odaklanmıştım. Buralardan, Afrin’den, savaşlardan
uzaklaşmış başka bir alemdeydim. Orada da yoksulluk vardı, orada da ezilenler,
ezenler vardı. Bu dünyaydı yani, bu bizim dünyamızdı, insanın olduğu yerde
adaletsizlik vardı. Doğarken vardı daha.
Bu düşüncelerle yoğrulurken tatlı tatlı, karşıma bir kadın gelmiş
oturmuş, geç fark ettim onu. 70’li yaşlarındaydı, zira anneme benzettim
kendisini. Yaşlı görünmüyordu, bakımlıydı, güzel giyimliydi. Gözleriydi ilk
dikkatimi çeken, cam gibi parlayan bir maviydi. Çok şık bir çantası vardı,
masanın üzerine konmuş. Pahalıydı da, ben kaliteliyim diyordu. Çok hoşuma
gitmişti bu kadın. O yaşlarda bir insanı görmek pek mümkün değildi buralarda.
Daha çok öğrenciler gelirdi ödev yapmaya. İlerleyen yaşlarda kitap bağlar
insanı yaşama oysa, bir kitap bir yaşamdır çünkü. O yaşlarda çevrende insan
azalabilir belki, ama kitaplar yüzlerce arkadaş, insan getirir hayatına. O
yüzden ne güzel, ne güzel dedim, onun adına sevindim.
Kitabıma döndüm, Dickens’in kahramanlarına, İngiltere’nin
sefil sokaklarına ki, o da ne, o şık kadını birden yanımdaki sandalyede oturur
buldum. Karşımdan kalkıp yanı başıma gelip oturmuştu. Gülümsedi, gülümsedim.
Okuduğu kitabına göz attım, Balzac’ tan Goriot
Baba idi, hem de Fransızca. Vay vay, karşımdaki kadın beni iyice çarpmaya, ilgimi
çekmeye başlamıştı.
Yine de gülümseyip, kitabıma döndüm, rahatsızlık vermemek
adına.
O da ne? Bir el, elimin üzerinde. Yaşlıca, güneş lekeleri ile
kaplanmış, yılların izini belli eden bir el. Hani derler ya, suratınızı, saçınızı,
bedeninizi değiştirebilir, gençleştirebilirsiniz ama eller verecektir sizi ele,
ille de. İşte öyle bir el, elimin üzerinde. Şaşkındım, ne yapacağımı bilemez
haldeydim. İtemezdim o eli. Bilmiyordum ki niye gelmişti elimin üzerine. Bir
yardım mı, bir özlem mi, bilemem ki. Koydum diğer elimi onun elinin üzerine. Okşadım
onun damarlı ellerini. Mavi gözleri ile delip geçiyordu ya ürperdim birden
nedense. Sanki kayboluverecektim o maviliğin derinliklerinde.
Başını da omuzuma yaslayınca artık bir şeylerin ters gitmeye
başladığını anlamıştım ne yazık ki. Yavaşça elimi kurtarmaya çalıştım. Mümkün
değildi ellerimizin ayrılması. Bir vantuz gibi yapışmıştı eli elime, teni tenime.
Başını omuzumdan ayırmaya çalıştım, ne mümkün. Bir ahtapotun
sarması gibi sarılmıştı bedenime.
Kurtulamadım, kurtaramadım kendimi, nazikçe gülümseyen Balzac okuyan kadının ahtapota dönüşen kollarından. Kalktım ayağa, beraber kalktık
ayağa. Aynı bedende doğan Siyam ikizleri gibiydik.
Kütüphane müdürünün odasına sürüklendik resmen, bütün
ağırlığını bana vermişti. O küçücük vücut bir gülleye dönüşmüştü üzerimde. Müdüriyet
odasına ulaştık sürüne, sürükleye. Anlatmaya çalıştım durumumuzu. Ne
anlatacağımı bir bilsem. Ürkütücü müydük, komik miydik karşıdan, ah bir bilsem.
-Ayrılamıyorum, ayrılmıyor bedenimden, dedim müdire hanıma.
Müdire Hanım da şaşkın, geldi yanımıza, ayırmaya çalıştı yaşlı kadının bedenini bedenimden, ellerini koparmaya çalıştı ellerimden. Ama ne
mümkün, ne mümkün.
Biz ayırma hamleleri yaparken bir de başlamaz mı ağlamaya:
-Bırakma beni kızım, konuş benimle ne olur, bir kez konuş,
bir kez olsun anne de bana, diye
Çantası geldi aklıma birden, belki bir şeyler buluruz içinde,
kimlik, telefon gibi diye.
Çantada bir belge bulduk, gerçekten de. Bir telefon numarası
vardı üzerinde, lütfen arayın yazan hem de.
Anlamıştık kayboluyordu şehirde, mahallesinde, kendinde ve o
masmavi derin gözlerinde…
O devam ediyordu bedenime sarılmış haldeyken:
- - Kızım beni bırakma. Beni affet lütfen ya da
öldür beni. Ama susma, benim sustuğum gibi susma bana. O zamanlar çok ama çok korkuyordum,
bizi terk eder diye, ya da bizi döver belki de öldürür diye. Nereye gidecektik,
nereye sığınırdık? Terk edemedim babanı, koruyamadım seni ondan. Onun sana
dokunan ellerini her gece kesmek istedim de yapamadım, yapamadım bir türlü.
Görmezden geldim, sustum, sustum, sustum.
Anlamıştım yavaş yavaş, bir dram
yaşanıyordu bedenim de şu anda. Yıllar önce bir evin duvarları arasında
yaşanmış bir dram yaşanıyordu şu an burada. Bedenime yapışan eller, kızını zamanında
koruyamayan, şimdi korumaya çalışan ellere dönüşmüştü. Koruyamamıştı kızını
zamanında babasının hasta duygularından, kızına dokunan ellerinden. Bırakmıştı
zamanında, artık bırakamazdı. Ahtapot olur, sarardı kızını on yüz bin kol ile yine
de bırakmazdı babasına.
Ufacık tefecik bir kız girdi
odadan içeri o an. Bedenime yapışan kadına benzeyen, hatta tıpkısı. Onun da mavi
gözleri vardı, ama buz gibi bakan.
-Annem, dedi. Tek unutmadığı yer
burası, bu kütüphane. Çok okurdu, kitaplardı dünyası, dedi bize.
-Unutamadığı başka şeyler de
olabilir mi acaba, dedim tüm cesaretimi toplayarak.
Buruk buruk güldü ufak tefek buz
mavisi gözlü kız.
-Kitapları unutamıyor, görmek, duymak istemediği zamanlar kaçardı kitapların dünyasına, beni gerçek ve pis bir dünyaya bırakarak yandaki odada, babamla. Keşke unutsa tamamen de, varsa artık huzura.
-Ya siz, ya siz, unutabildiniz
mi? dedim
-Dört gözle bekliyorum onun gibi
olacağım günleri, aklımın kanatlanıp beni terk etmesini, beyin hücrelerimin birer birer ölmesini, işte bekliyorum o günleri, dedi.
Annesini aldı üzerimden, girdi
koluna, uzaklaştılar suskun ve küskün dünyalarına.
herkesin
bir umudu vardırbir savaşı,
bir kaybedişi,
bir acısı,
bir yalnızlığı,
bir hüznü...
çünkü herkesin bir gideni vardır...
içinden bir türlü uğurlayamadığı...turgut uyar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder