7 Nisan 2018 Cumartesi

YANDAKİ ODA






YANDAKİ  ODA

Her zamanki ziyaretlerimden biriydi şehir kütüphanesine. O binadaki tarihi, mistik ve de daha çok eski kitap kokusuydu beni oraya çeken. Orada geçen dakikalar gündelik kargaşadan yorulan ruhuma ve hele ki bizim gibi ülkelerde yaşanan siyasetten gerilen kaslarıma iyi geliyordu, kalbim orada daha yavaş atıyor, beynim orada daha berrak bakıyordu.

İşte öyle günlerden biriydi yine. Eski ahşap bir masada oturmuş, elime bir Dickens romanı almış, İngiltere'nin sefil sokaklarına dalıp, yoksul insanların hayatlarına odaklanmıştım. Buralardan, Afrin’den, savaşlardan uzaklaşmış başka bir alemdeydim. Orada da yoksulluk vardı, orada da ezilenler, ezenler vardı. Bu dünyaydı yani, bu bizim dünyamızdı, insanın olduğu yerde adaletsizlik vardı. Doğarken vardı daha.

Bu düşüncelerle yoğrulurken tatlı tatlı, karşıma bir kadın gelmiş oturmuş, geç fark ettim onu. 70’li yaşlarındaydı, zira anneme benzettim kendisini. Yaşlı görünmüyordu, bakımlıydı, güzel giyimliydi. Gözleriydi ilk dikkatimi çeken, cam gibi parlayan bir maviydi. Çok şık bir çantası vardı, masanın üzerine konmuş. Pahalıydı da, ben kaliteliyim diyordu. Çok hoşuma gitmişti bu kadın. O yaşlarda bir insanı görmek pek mümkün değildi buralarda. Daha çok öğrenciler gelirdi ödev yapmaya. İlerleyen yaşlarda kitap bağlar insanı yaşama oysa, bir kitap bir yaşamdır çünkü. O yaşlarda çevrende insan azalabilir belki, ama kitaplar yüzlerce arkadaş, insan getirir hayatına. O yüzden ne güzel, ne güzel dedim, onun adına sevindim.

Kitabıma döndüm, Dickens’in kahramanlarına, İngiltere’nin sefil sokaklarına ki, o da ne, o şık kadını birden yanımdaki sandalyede oturur buldum. Karşımdan kalkıp yanı başıma gelip oturmuştu. Gülümsedi, gülümsedim. Okuduğu kitabına göz attım, Balzac’ tan  Goriot Baba idi, hem de Fransızca. Vay vay, karşımdaki kadın beni iyice çarpmaya, ilgimi çekmeye başlamıştı.
Yine de gülümseyip, kitabıma döndüm, rahatsızlık vermemek adına.

O da ne? Bir el, elimin üzerinde. Yaşlıca, güneş lekeleri ile kaplanmış, yılların izini belli eden bir el. Hani derler ya, suratınızı, saçınızı, bedeninizi değiştirebilir, gençleştirebilirsiniz ama eller verecektir sizi ele, ille de. İşte öyle bir el, elimin üzerinde. Şaşkındım, ne yapacağımı bilemez haldeydim. İtemezdim o eli. Bilmiyordum ki niye gelmişti elimin üzerine. Bir yardım mı, bir özlem mi, bilemem ki. Koydum diğer elimi onun elinin üzerine. Okşadım onun damarlı ellerini. Mavi gözleri ile delip geçiyordu ya ürperdim birden nedense. Sanki kayboluverecektim o maviliğin derinliklerinde.

Başını da omuzuma yaslayınca artık bir şeylerin ters gitmeye başladığını anlamıştım ne yazık ki. Yavaşça elimi kurtarmaya çalıştım. Mümkün değildi ellerimizin ayrılması. Bir vantuz gibi yapışmıştı eli elime, teni tenime.

Başını omuzumdan ayırmaya çalıştım, ne mümkün. Bir ahtapotun sarması gibi sarılmıştı bedenime.
Kurtulamadım, kurtaramadım kendimi, nazikçe gülümseyen Balzac okuyan kadının ahtapota dönüşen kollarından. Kalktım ayağa, beraber kalktık ayağa. Aynı bedende doğan Siyam ikizleri gibiydik.

Kütüphane müdürünün odasına sürüklendik resmen, bütün ağırlığını bana vermişti. O küçücük vücut bir gülleye dönüşmüştü üzerimde. Müdüriyet odasına ulaştık sürüne, sürükleye. Anlatmaya çalıştım durumumuzu. Ne anlatacağımı bir bilsem. Ürkütücü müydük, komik miydik karşıdan, ah bir bilsem.
-Ayrılamıyorum, ayrılmıyor bedenimden, dedim müdire hanıma.

Müdire Hanım da şaşkın, geldi yanımıza, ayırmaya çalıştı yaşlı kadının bedenini bedenimden, ellerini koparmaya çalıştı ellerimden. Ama ne mümkün, ne mümkün.

Biz ayırma hamleleri yaparken bir de başlamaz mı ağlamaya:

-Bırakma beni kızım, konuş benimle ne olur, bir kez konuş, bir kez olsun anne de bana, diye

Çantası geldi aklıma birden, belki bir şeyler buluruz içinde, kimlik, telefon gibi diye.
Çantada bir belge bulduk, gerçekten de. Bir telefon numarası vardı üzerinde, lütfen arayın yazan hem de.

Anlamıştık kayboluyordu şehirde, mahallesinde, kendinde ve o masmavi derin gözlerinde…

O devam ediyordu bedenime sarılmış haldeyken:

-         - Kızım beni bırakma. Beni affet lütfen ya da öldür beni. Ama susma, benim sustuğum gibi susma bana. O zamanlar çok ama çok korkuyordum, bizi terk eder diye, ya da bizi döver belki de öldürür diye. Nereye gidecektik, nereye sığınırdık? Terk edemedim babanı, koruyamadım seni ondan. Onun sana dokunan ellerini her gece kesmek istedim de yapamadım, yapamadım bir türlü. Görmezden geldim, sustum, sustum, sustum.
     
      Anlamıştım yavaş yavaş, bir dram yaşanıyordu bedenim de şu anda. Yıllar önce bir evin duvarları arasında yaşanmış bir dram yaşanıyordu şu an burada. Bedenime yapışan eller, kızını zamanında koruyamayan, şimdi korumaya çalışan ellere dönüşmüştü. Koruyamamıştı kızını zamanında babasının hasta duygularından, kızına dokunan ellerinden. Bırakmıştı zamanında, artık bırakamazdı. Ahtapot olur, sarardı kızını on yüz bin kol ile yine de bırakmazdı babasına.

     Ufacık tefecik bir kız girdi odadan içeri o an. Bedenime yapışan kadına benzeyen, hatta tıpkısı. Onun da mavi gözleri vardı, ama buz gibi bakan.

-Annem, dedi. Tek unutmadığı yer burası, bu kütüphane. Çok okurdu, kitaplardı dünyası, dedi bize.

-Unutamadığı başka şeyler de olabilir mi acaba, dedim tüm cesaretimi toplayarak.

Buruk buruk güldü ufak tefek buz mavisi gözlü kız.

-Kitapları unutamıyor, görmek, duymak istemediği zamanlar kaçardı kitapların dünyasına, beni gerçek ve pis bir dünyaya bırakarak yandaki odada, babamla. Keşke unutsa tamamen de,  varsa artık huzura.

-Ya siz, ya siz, unutabildiniz mi? dedim

-Dört gözle bekliyorum onun gibi olacağım günleri, aklımın kanatlanıp beni terk etmesini, beyin hücrelerimin birer birer ölmesini, işte  bekliyorum o günleri, dedi.

Annesini aldı üzerimden, girdi koluna, uzaklaştılar suskun ve küskün dünyalarına.
          

  herkesin
       bir umudu vardır
        bir savaşı,
        bir  kaybedişi,
        bir acısı,
        bir yalnızlığı,
        bir hüznü...
        çünkü herkesin bir gideni vardır...
        içinden bir türlü uğurlayamadığı...turgut uyar
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder