ACI BAL
Mutfak
havalandırmaya bakıyordu. Gökyüzünün hep karanlık olduğunu, havaların hep kötü gittiğini
sanıyordu gördüğü kadarıyla, mutfağın penceresinden. Bazen bir kuş sesi duyuyordu, iskemleye çıkıp
uzatıyordu başını gökyüzüne doğru ama hiç bir şey
göremiyordu.
İşini
yaparken en sevdiği şarkıyı söylemek istiyor, ama ne gariptir ki bir türlü şarkının sözlerini hatırlayamıyordu. Bu mutfağa girdiğinden beri şarkısını da unutmuştu…
Koyu renk,
üzeri benekli mozaik taşlarla kaplıydı yerler. Mutfak tezgâhı da koyu bir taş
ile döşenmişti. Koyu bir kahverengi olan ve bir hapishaneyi andıran tel örgülü dolaplar vardı bu mutfakta.
Mutfağa evin
büyükbabasının omzunda kemikli kemikli koyun bacakları gelirdi, teneke teneke
zeytinyağları, köyden tereyağları, Kars’tan kaşar gelirdi tekerlek tekerlek…
Dolaplar doluydu tepelemesine, ağzına kadar.
Ama o
mutfak, işte o mutfak bu kadar malzemeye karşın, iştah kapatıcıydı.
Evlenip de
bu eve gelin gelip, bu evin bu mutfağına tutsak olduğundan beri hiç ama hiç acıkmamıştı
daha karıncığı.
Oysa babacığının
evinde bahçede çiçeklerle uğraşırken, tavukların yemlerini verirken, kuzuları o
yemyeşil çayırlarda otlatırken, hani karnı zil çalardı ya insanın açlıktan, onun ki
değil zil, bir kilisenin gongu gibi çalardı.
Evin hanımı
diyordu ki’’oh, ne kadar da şanslıyız, çok masrafsız bir kız bulmuşuz ‘’ eli sıkı, gözü aç ev halkına.
Bir gün eve
yine teneke teneke bir şeyler geldi. Evin hanımı da birçok kavanoz almıştı.
-Bu
tenekelerdeki ballar kavanozlara dolacak, dedi ve ardından da ekledi.
- Bana ilaç
yapılacak o ballardan, ona göre, el sürülmeyecek onlara.
Mesajı
almıştı genç kadın.
Söyleneni yaptı, kaşık kaşık
doldurdu balları kavanozlara tutsak olduğu mutfağında. Kavanozların yanlarından
süzülen balları temizledi usulca. Asla tadına bakmadı o balın.
Kavanozları
bir bir dizdi raflara, bir kez bile elini sürmedi o kavanozlardaki ballara.
Öyle onurlu
idi ki, parmaklarına bulaşan balları bile yalamadı, tatmadı. Çalmadı ağzına bir
kaşıkçık bal.
Aylardır bir
yudum lokma istemeyen canı kıpırdanmaya başlamıştı ama şimdi nedense, midesi bal, bal, bal diye ziller çalıyordu,
kısaca canı bal istiyordu bal. Bir parçacık bal, bir parmacık bal…
Onun açlığı
sadece bala karşı bir açlık hissi değildi ki, onun ki özgürlüğe, sevmeye,
değerli olmaya bir açlıktı aslında.
Kavanozları
dizdi birer birer raflara, o ballar, o kavanozlar bir bir geldi gitti kahvaltı
masalarına.
O hep baktı
karşıdan kavanozlara, baktıkça içindeki açlık iyice ortaya çıkıyordu sanki.
Babasının
evindeki bahçeye, yemyeşil otlaklara bıraktığı yetenekleri ya da kaybettiği kişiliği
ile boşalan bedenini şimdi saplantılı bir şekilde bal düşüncesi doldurmaya
başlamıştı.
Ya hep
seyredecekti kavanozları, beklemeye razı olacaktı, ya da aniden bir kavanoza
bir parmak atacak özgürleşecekti. Ama birden özgürleşmekten de korkmaya başlamıştı.
Çünkü tutsaklığa alışmıştı.
Aniden özgür
kalırsa çılgınca şeyler yapmaktan korkuyordu, insanlara zarar vermekten,
kendine zarar vermekten korkuyordu.
Gündüzleri
normal yaşıyordu mutfağında, bir kafese konmuş hayvan gibi, uyuşmuş bir halde,
dürtülerini kaybetmiş bir halde. Yemeklerini yapıyor, bulaşıkları yıkıyor, o kara
taşları ağartmak için ellerini kanatma pahasına fırçalıyordu.
Geceleri ise
yatağından sessizce süzülüp, kafesine gidiyor yani mutfağına, bal kavanozlarını
seyrediyordu. Gözünü doyuruyor gibiydi ama aslında ruhunu, bedenindeki boşluğu doldurmaya
çalışıyordu.
Kimseler
fark etmiyordu ondaki bu saplantılı ruh halini, ondaki değişimi. Çünkü o iki
kişilikli yaşıyordu, gündüzleri ev ahalisinin beklentilerini karşılıyordu.
Oysa geceleri
gizlice yaklaşıyordu bal kavanozlarına ya da kendi sonuna.
Bir sabah
uyandıklarında, ev ahalisi her gün eve yayılan kızarmış ekmek kokusunu duymadı,
çaydanlığın sesi gelmedi kulaklarına, masa hazırlanmamıştı. Bir anormallik
vardı, olağanın dışına çıkılmıştı.Sadece bir kadın sesi geliyordu, derinden mrıldanan bir kadın sesi.
Kocası koştu
mutfağa, gördüğü manzara anlatılamazdı.
Raflardaki
bütün bal kavanozları kırılmış, o kara kara taşlar bal ile sıvanmış, kırılan
kavanozlar kadının ellerini kesince kıpkırmızı taze kan, bal ile karışmış ve ve
kadının küçücük bedeni o kırmızı kan ve bal gölünün, yok yok bal çamurunun
içinde kıvrılmış yatıyordu ve bir şarkı mırıldanıyordu mırıl mırıl.
Kucağına
aldı kadını adam,’’ ne kadar da hafifmiş’’ dedi, ev ahalisinin önünden koşarken…
Kollarındaki
kadına baktı, iyileşmesi zaman alacaktı.
Tüm tutsak
edilen kadınlar gibi,
Tüm şarkısını
söylemeyi unutan kadınlar gibi,
Tüm içindeki
yaratıcılığı mutfağına teslim eden kadınlar gibi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder