28 Aralık 2019 Cumartesi







AYNI ZAMANLAR…

1980'lerde yazmışım.  ’kocaman bir okyanusta ama küçücük bir gemideydim sanki. Dümende hep başka birileri, yol alıyorum dalgalarda. Zaman zaman değişiyor dümendekiler. O dümeni ele geçirmek ne kadar da zormuş, neden bu kadar zormuş ki? Benim gemimse bu küçücük gemi, bırakın bana dümenimi! Ama ya, başka bir gemideysem, yanlış bir gemiye binmişsem, ya bu küçük gemi benim değilse?’’
                                                                                                                            
Duygularımı, kimi zaman neşeyle, kimi zaman öfkeyle çoğu zaman da sorgulayarak yazdığım zamanlar. Küçük bir kızın kafasından geçen deli düşüncelerin beyaz sayfalara döküldüğü yıllar. Gemisinin dümenini aradığı, bulmaya çalıştığı yıllar.

Aldı mı ki dümeni eline acaba, kim bilir?

Kara kaplı ajandalara yazmışım, kimse okumasın diye de yeni alfabeler üretmişim. Korkmuşum ya okurlarsa, düşüncelerim ortaya dökülürse, çırılçıplak kalırsam diye. Anlamasınlar, bilmesinler, tanımasınlar…

Mesela 1997’lerde de  şöyle yazmışsındır. ‘’ ahh yıllar geçip gidiyorsunuz da, ben korkmuyorum ki yaşlanmaktan. Korkularım başka benim, sen nereden bileceksin ki. Daha çok kitap var okuyacak, daha çok şarkı var dinleyecek, daha çok film var izlenecek, daha çok çay içilecek arkadaşlarımla, daha çok kavga edip barışacağım Bülent’le, daha atomu anlatmam lazım öğrencilerime, daha saçlarım sarıya boyanacak, daha oğlumla sevgililerini konuşacağım. Daha yapacak çok iş var, bunları yapamamaktan korkarım işte’’

Şimdiki zamanlar, yine yazdığım zamanlar. Ama hem yazdığım hem de paylaştığımız zamanlar. Geçen zamanların kazandırdığı en güzel duygu, paylaşma duygusu.  Artık saklanmak istemezsin, açık vereyim istersin hatta. Zaaflarımız var bilin demek, arkandan gelen gençlere örnek olmak, korkmamalarını sağlamak istersin. Ne güzel, ohhh şöyle bir rahatlamak istersin.

2010' lu  yıllardan beri de sanal yapraklara yazmaya başlamışım, hepimiz birer şair, birer yazar, birer psikolog, birer gezgin, birer kırgın, birer sanatçı oluverdiğimiz zamanlar. Ben de dökülmüşüm birer birer sanal sayfalara, kimi zaman kızgınlıklarımla, kimi zaman umutsuzluklarımla, kimi zaman özlemlerimle, kimi zaman gururlarımla, kimi zaman Ada kokumla… Kimi zaman saçmalamışım, kimi zaman beklenmedik büyük laflar etmişim… Ama hep size güvenmişim, hiç pişman olup silmemişim, yok etmemişim.

Çünkü siz de paylaşmışsınız benimle. Kimi zaman açmışım sayfayı, hastane koridorlarında bir sedyede yatıyorsunuz. İhtiyacı var, demişiz hemen. Bilsinler istiyor zor durumda olduğunu, anlıyorsunuz, dua ediyorsunuz onun için.

Kimi zaman açmışsınız kapıyı, karşınızda kanadı kırık bir kelebek. ‘’ Evimizdeki saksı kırıldığında annem, çok yazık oldu, dedi. Testimiz kırıldığında babam, ne kadar güzel bir testiydi, dedi.  Kalbim kırıldığında kimsecikler bir şey demedi’’( FÜRUĞ FERRUHZADE.)  Gel de üzülme, kim kırdı seni, boş ver arkadaşım geçer nasıl olsa, dersin, duyar mı ki seni arka kapıda?

Kimi zaman dünyanın öbür ucunda kaplumbağalarla yüzüyor birisi. Masmavi kumsallarda. Gülüyor, bilirsiniz ki mutlu o an. Siz de gülüverirsiniz anlamadan. Tabi ki dersiniz, ah ben de gidebilsem. İnsanız yani, özenmek günah mı?   ‘’Dostun üzüntüsüne acı duyabilirsin. Bu kolaydır, ama dostun başarısına sempati duyabilmek sağlam bir karakter gerektirir. ‘’ (Oscar Wilde)… demiş ya. Bizde sınamış oluruz kendimizi işte böylece.

Kimileri de alıştırıyor sizi güzel sözlere, bazen öfkeli günlere, bazen neşeli resimlere, bazen lezzetli tariflere.  Sonra birden yok oluvermiş, hiç hesap vermeden çekip gidivermiş.  Merak ediyorsunuz? Ne oldu ki diye, türlü türlü senaryo uyduruyorsunuz. ‘’ Bayım bu gidişleriniz beni şair, sizi şiir yapacak’’ Didem Madak gibi şiir yazmak istiyorsunuz.

Aynı gerçek hayattaki gibi. Gitmek isteyeni tutamıyorsunuz. Bütün romanlar yabancının şehre gelmesiyle başlar, bütün öyküler sevgilinin gitmesiyle bitmez mi?



Hep bir yolculuk işte yaptığımız aslında. Bazen başka iklimlere, bazen başka vadilere… Kimi gidecek, kimi gelecek, her an yeni bir öykü gelişecek yanı başımızda. Aktörler değişecek, duygular değişecek, mekânlar kayacak altımızdan, küçücük gemimiz su alacak bazen, bazen dümen başka ellere geçecek… Hep beraber sürüklenip duracağız fark etmeden. Elimiz mahkûm,  aynı zamanların insanlarıyız. Aynı okyanusta, aynı atmosferde, aynı 1,2, 3, 4 ten oluşan zamanlarda. Yılları kovalıyorsak hepimiz kovalıyoruz, akşamlar çabuk oluyorsa hepimize çabuk oluveriyor. Aynı havayı soluyoruz, sana daha temiz hava yok bu zamanda. Yıl 2020 mi olmuş, hepimiz bu 2,0,2,0 dayız, şu anda, tam da burada, bu sayfada...

‘’ŞİMDİ VE BURADA olmanın kederine karşı çıkmadım
Dünyada iki kapılı bir han gibi durmanın,
Buraya böyle gelmiş olmanın, geçene yol açmanın ki içinden rüzgâr geçirmenin
Ne büyük güç istediğini anladım, 
durmanın ne büyük sabır…
İçimde yeryüzü konuştukça anlıyorum ki, 
bölünmüş bir hatırayım ben
Dünyaya dağılan
Ve şimdi biliyorum neden,
Yaş akıyor, atımın sol gözünden… ‘’BİRHAN KESKİN


15 Aralık 2019 Pazar

YIKILMADIM, AYAKTAYIM: BERLİN










YIKILMADIM, AYAKTAYIM: BERLİN

Berlin’e yolculuğumuza Bandırma’dan başlarsam sayfalar gerekebilir. Zira aklı olanın yola çıkmayacağı, sisin yeryüzünü kapladığı, bir adım ilerisinin görülmediği ama bizim çıkmak zorunda olduğumuz bir geceydi. Yan Koltukta aklımdan ne senaryolar ürettim bir bilseniz.  Walking Dead ya da Fredy’nin Kâbusları yanında hiç kalır … Sabiha Gökçen'e ulaştığımızda ohhh çektim derinlerden. Arabadan indiğimde boyun kaslarım tutulmuş, bütün sinirlerim gerilmişti. Ne geceydi ama. Macera mı işte, daha ne istiyorsun yani…

Berlin Shcönefeld Hava Limanı, küçük bir alana sahip. Ama Berlin’e çok uzak. Hiç sorun değil, zira öyle bir ulaşım ağı var ki ulaşamamak diye bir şey olamaz. 1900’ler de ulaşım ağı kaplamış Berlin’i. Demir ağlarla ördük, lafı, sanki onlar tarafından yazılmış gibi geldi bana. Sbahn, Ubanh, tren… Bilet makinaları her yerde ve de Türkçe dil seçeneği de cabası. Ohh ne rahat…
Örneğin bu köprü Spree nehrinin üzerinde çift katlı bir köprü ve üzeri yine demir ağlarla kaplı. Demiştim size. Müthiş bir ulaşım ağı, söz konusu. Ayrıca köprünün mimarisine değinmiyorum bile, zaten görüyorsunuz muhteşemliğini. OBERBAUMBRÜCKE 




 Ulaşım ağı süper  ama biz şehri keşfedelim diye yürüdük tabi ki. Hem de ne yürümek. Günde 20 bin civarı adım ataraktan, Bülent Çinko bu, yürütüyor vallahi. (Ama hakkını yememem lazım,acayip harita okuyor. Ben boşuna harita müh. seçmedim evlenirken, işte bedava rehber. ) Trafik lambalarında yaya ışığı yanınca AMPELLMAN çıkıyor karşınıza. Sokakları yayalar için daha güvenli yapmaya dikkat çekme fikrinden doğmuş. YA BUNLARIN İŞİ Mİ YOKMUŞ, NELERLE UĞRAŞMIŞLAR KARDEŞİM. Küçük figürlere sevimli simgelere anlamlar yüklemişler bu şehirde. Ampelman adına bir sürü satış mağazası bile var.



Berlin’e kasvetli, gri demişler, sanki zavallı şehrin suçu. Güneş çıktı mı şehir aydınlanıveriyor, parklar cıvıl cıvıldıyor.  Baharda hayal ediyorum buraları. O kadar devasa ağaçlarla kaplı ki yollar, bulvarlar. TEEGARDEN parkı, 210 hektarlık alanı ile şehrin akciğeri olmuş. 


1830’lu yıllarda yapılmış, II. Dünya savaşında ağır hasar almış, ağaçlar yoksul kalan halk tarafından kesilmiş yakmak amacıyla. Ama Almanya’nın dört bir yanından gelen bağışlarla 1949 yılında kaybettiği dokusuna tekrar kavuşmuş. 
Zafer Anıtı ( Victoria Coloumn,  Danimarka, Fransa ve Avusturya Zaferlerini simgeliyormuş) ve Hayvanat Bahçesi'ni( zoologischer garten) Barındırıyor içinde.


Yanında federal  Parlemento Binası...


HOLOSCAUST ANITI… Atalarının işledikleri suçlar torunlara miras kalır mı? Bunu en iyi Alman halkı bilir herhalde. Bütün insanlık yaşamış kıyımı, bütün insanlık yapmış kıyımı. Yapmadım diyen yalan söyler. Savaş, şartlar bunlar masal kısmı… Yüzleşmişler işte, yaptık demişler, her gün de yüzleşiyorlar… Sözde Düzenli olan bir sistemin insanlık bağının kopuşunu simgeliyor bu yanyana dizilmiş kütleler. Burada gezerken Anne Frank'ı düşündüm. Kendimi onun yerine koydum. Bir odaya saklandığımı ve her an yakalanma  ve toplama kamplarına götürülme korkusuyla yaşadığımı düşledim. 





Karşısında BRANDENBURG KAPISI. (1788- 1791)  Öyle ki kapının üzerindeki atlı heykeli, Napolyon şehri alınca Paris'e taşıtmış, ama şehir geri alınınca tekrar  Berlin'e taşınıp kapının üzerine yerleştirilmiş. 

Yapraklarını dökmüş bulvarda yürüyünce POSTDAMER PLATZ karşınıza çıkıyor. Sony Center gibi yapılarla hareketlendirilmiş. Berlin duvarının küçücük bir bölümü kalmış ve üzeri yapıştırılmış sakızlarla dolu.

Biraz ileride CHACK POİNT CHARLİE… Bölünmüş Berlin'de doğu, batı arasında geçiş noktası. Amerikan ordusu tarafından geçişleri kontrol altında tutmak için yapılmış. Her yerde, her dönemde Amerika, Amerika…


BEBELPLATZ , ismini ünlü sosyalist yazar August Bebel' den alan ve kitap yakılan meydan. Her dönem yakılmış kitaplar, ne ister insanlar şu kitaplardan, neden korkarlar cansız, kansız varlıklardan, bilemedim. Naziler 10 Mayır 1933'te kitap yakma ayini düzenlemişler bu meydanda. Daha 1821 yılında ünlü Alman Şair HEİNE '' Bu gün kitap yakanlar, yarın insan yakar'' demiş ya  kehaneti tutmuş. Yıllar sonra hem kendi kitapları yanmış, hem de binlerce insan yakılmış. Meydanın tam ortasında, şöyle bir plaka var.''  10 Mayıs 1933'te Nasyonal Sosyalist öğrenciler, yüzlerce özgür yazarın, yayıncının, filozofun ve bilimcinin eserlerini bu meydanın ortasında yaktılar.''


Plakanın yanında ise yakılan kitaplar için, üstüste dizilmiş amana meydan okuyan kitapları tasvir eden bir anıt yapılmış ve meydanın ortasında cam bir zemin bulunuyor. Aşağı doğru bakınca boş kütüphane rafları görülüyor. Ünlü İskenderiye Kütüphanesini hatırllıyorum, ünlü Bağdat Kütüphanesi. Yakılan, yıkılan kütüphaneler. Fahreneit 451 filmindeki gibi yakılan her kitabı unutmamak adına ezberleyen birileri olmuş mudur ki?





MÜZELER ADASI,  ayrılmak istemeyeceğiniz yerlerden.  BERGAMA MÜZESİ ise içiniz yakar. ALTES, NEUSES, BERGAMA müzeleri' de yanyana bir mücevher gibi dizilmiş.( BERGAMA ZEUS tapınağının kalıntıları 1870’lerde II. Abdülhamitin izniyle Prusya’ya götürülmüş. Şimdi başka ülkelere götürülmeden satılıyor memleket gerçi J  EEE geri alsak ya. Verirler mi hiç sana , her yıl binlerce turist ziyaret ediyor bu müzeyi. Bizim turiste falan htiyacımız yok gerçi, biz en en en büyük devlet miydik ki?)




BERLİNER DOM…15. yy'da yapımına başlanan 1905 de tamamlanan, KÖLN katedralinden sonra en görkemli katedral yapısı.


KAİSER WİLHELM KİLİSESİ…1943’TE bombardıman sırasında büyük bir kısmı yıkılmış. Sanki benim üstüme de bombalar yağıyor sandım bir an, insanlar kaçışıyor, yüzlerce yaralı, ölü,  sokaklarda. Ne acayip bir dünya, dedim. Yak, yık, öldür, yok et. Sonra tamir etmeye çalış...Kalpler tamir edilir mi hiç.  Neyse, bu kilisenin yanına 1961’de modern ibadet alanları inşa edilmiş. Petek görünümlü, vitray camlı…Ben hiç anlam veremedim. Hatta önce ,aa bunlar da şaşırmış bizim gibi, bu muhteşem tarihin yanına modern binaları kondurmuşlar ,dedim ki meğerse bilinçli bir yaklaşımmış. Eski kiliseye OYUK DİŞ, yandaki yeni binalara RUJ VE PUDRA KUTUSU, adını takmış Almanlar. Çok yaygınmış Berlin'de binalara isimler takmak. 


EAST SİDE GALLERY' de 1961’den 1986’ya kadar Almanya’yı ikiye bölen Duvar’ın kalıntıları sizi karşılıyor, hem de o soğuk, o gri, o askerlerin, tel örgülerin ardından, renklerle bezenmiş, o acıların ardından insanoğlunun dayanma gücünü anlatıyor. 20' den fazla ülkeden gelen 105 sanatçının çalışmaları yer alıyor. Tabi ki daha çok özgürlük ve barış temalı resimler…


ALEXANDER PLATZ,  sosyal açıdan hareketli, Berlin’in merkezlerinden ille de uğramak gerekiyormuş. 1989 yılında 1 milyon kişiden fazla kişinin doğu Alman Hükümetini protesto ettiği meydan.365 metrelik en yüksek yapı simge yapılardan. Kuleye çıkıp tüm Berlin’i seyretmek mümkün. Ben seyretmedim, doğrusu...


KRAUZBERG, küçük İstanbul.  Türkler her yerde. İstanbul pazarı, Karadeniz Balıkçısı,  Antep Baklava… Demleme çay…Killa Hakan'da burada.   Kruezberg’de doğmuş büyümüş. Getto hayatı yaşamış, suça karışmış, sokaklarla erken tanışmış, cezaevlerinde geçirdiği zamanlarda derdini şarkı sözlerine dökmüş. Türkçe rap yaparak ününü Avrupa’ya taşırmışsa da hala kendisi Kruezberg’de yaşamaktadır. Biz tanımak istedik aslında da yeterince arayamadık galiba. 


MUSTAFA's GEMÜSE' nin döneri internette bir numara. Nerede ne yenir yazdığınızda Mustafa çıkıyor karşınıza. Soğuk demedik,  uzak demedik, gittik bulduk. Bu havada kuyruk mu olurmuş canım, dedik, yanıldık. Kuyruk vardı gerçekten. Bir de baktım tavuk dönermiş hem de. Sebzeli, ekşi soslu bir döner ekmek...


NOEL PAZARLARI, her meydanda, süslenmiş, rengârenk minik kulübeler, lezzet kokuları yayıyor etrafa. En çok da meşhur currywurst. ( Ben tabi ki yemedim. Sokak lezzetleriyle aram pek yoktur, söylemesi ayıp) Bütün insanların elinde ya sandwich olarak ya da kaplarda sosisli  atıştırmalık, yanında bu soğukta genelde glühwein denilen sıcak şarap. 



Demli sıcak bir çay yok mu buralarda?

YARIN: POSTDAM 

7 Aralık 2019 Cumartesi

ÇOCUKLARA VE KADINLARA ÖLÜM MÜ YAKIŞIR?







ÇOCUKLARA VE KADINLARA ÖLÜM MÜ YAKIŞIR ?

Gecenin öteki yarısında şeytan dürtüyor işte. Uzak durmak istesem de gündemden, olan bitenden şu parmaklar basıveriyor bilgisayarın tuşlarına, twitter pat diye karşımda. Kulağımda İlkay Akkaya,

Bilemem nereye sürüldüğümü bekleme
Belki kaybolup gidecek bu yürek
Karla kaplı yüreğimde
Hüzne doğan kır çiçeğim, diyor

Kapatsam ya müziği, okumasam ya yazılanları, göz atmasam ya fotoğraflara. Ne kaybederim ki, hiç olmazsa umutlarım kalır bana, gece uykuma dalarım rahatça.

Daha ilk sayfada birinci fotoğrafta CEREN ÖZDEMİR. Dudakta hızma bu kadar mı yakışır bir insana. Ya o buğulu gözler, o sürmeli kirpikler. Allah övmüş yaratmış, denir ya. Ama ya ölüm, bu kadar mı erken, bu kadar mı hak edilmeyen. Ceren hiç tanımadığı bir mahlûk tarafından öldürülüyor. Ve Türkiye istatistiklerinde 2019 yılında öldürülen 431. Kadın olarak yer alıyor.  O öldürülürken muhtemelen kulaklarında kuğu gölü, ayak parmaklarında çalışmanın verdiği sızı vardı.  Kolay mı yetişir bir balerin sizce? Hele ki bizim ülkede, balerin olmayı istemek. Ne kadar da cesurmuş ve aykırı. Nereden bilecek ki bu ülkede ölüm arkasında, takipte.

Biraz aklım, biraz da uykum vardı, uçtu gitti ikisi de zaten.

Biraz daha iniyorum, Galatasaray yenilmiş, Emine Erdoğan kuyruklu elbisesi ile sallamış sarayı, Can bilmem ne hayranına, gel arka odaya, demiş, miş, miş…




Bu haberlerin hemen altında bir çift kara göz bakıyor bana. Çekik simsiyah çocuk gözler. Öyle güzel bakıyor ki dünyaya, dudakları yanaklarına doğru kaymış gülümsüyor babaannesinin kucağında. EFE imiş adı. İnsan olan inanamaz polis tarafından bir zırhlı araç ile ezildiğine ve de mahkemece suçlu bulunduğuna. Zırhlı araç ehliyeti var mı yok mu diye araştırılmayan, Efe’yi ezen polis memuru ise suçsuz. (kast yok deniyor) Gülümsüyor işte Efe, bilmiyor tankların, zırhlı araçların, silahların ne işe yaradığını. Niye bu şehirde, Diyarbakır’da  zırhlı araçların yüzlerce olduğunu. Belki de hayal kuruyor büyüyüp bir tankı kullanmak için. Savaşı daha öğrenememiş ki, daha çok küçük. Binlerce savaş kurbanı çocuk gibi eziliyor paletlerin altında.

Osman Kavala 764 gündür tutuklu, Selahattin Demirtaş cezaevinde nefes alamıyor, 

İzlanda başbakanı  ise,
"Milli gelirin ötesinde verilere ihtiyacımız var. Çocuklarımız 'Gezegeni neden kurtarmadın?' dediğinde. 'Kapitalist sistemi ayakta tutmaya çalışıyorduk' yanıtını vermek istemiyorum." diyor,


Ve bu haberin hemen altında kırmızı elma yanaklı bir kız çocuğu objektife gülümsüyor. Hep mi gülümser çocuklar, hep güzel şeyler mi düşünürler? RABİA NAZ için kaçıncı dava görülüyor mahkemede. Önce siyah bir araba çarptı, kaçtı diyorlar. Sonrasında ise polisler çatıdan atladı, diye ifade veriyorlar. Şüpheli ölümler arasında kalıyor Rabia Naz’ın ölümü. . Küçücük bir kız çocuğunun ölümünü bile aydınlatamıyor dünyaya meydan okuyan ülke. Sınır ötesine geçiveriyor kolayca da, minicik bir kızının ölümüne geçemiyor. Rabia Naz elinde, ‘’şair ceketli çocuk’’ kitabı ile poz veriyor, o da gülümsüyor biraz sonra öleceğini bilmeden… 

Şair ceketli çocuk Kazım Koyuncu ise o kitapta,  
‘’Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Don Kişotlara, ateş hırsızlarına, Ernesto “Çhe” Guevara’ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik.
Teşekkürler dünya.” Diyor.

Hiç kusura bakmasın, teşekkürler edemeyeceğim dünyaya Kazım Koyuncu gibi. Ben onun gibi kocaman yürekli bir şair değilim ki.

Uyku haram bize, gece de ilerliyor gittikçe, bu akrep yelkovanı ne kadarda hızla kovalıyor kardeşim. Yoruluyorum ben onları takip ederken, neyse ki yorgunluktan uyur kalırım belki de sabahın ilk ışıklarında.

30 Kasım 2019 Cumartesi

ADI GÜLEDA










ADI GÜLEDA


Adı Güleda. Isparta’da Üniversite’de okuyor ve de bir apart yurtta kalıyordu. Son zamanlarda erkek arkadaşıyla anlaşamamaya başlamışlardı ve genç kız ayrılmak istediğini söylemişti. İşte olaylar tam da bundan sonra moda jargonla söylersek  level atladı.

Asla terkedilemez olanlar grubundan olan genç delikanlı önce 15 Kasım’da bir mesaj paylaştı sosyal Medya’da herkesin gözüne sokarak hem de.’’ Canınız istediği zaman ölemeyeceksiniz’’ (1) Ve de öfkeyle çıktı yola, kızgın bir boğa gibi burnundan soluya soluya. Muğla’dan Isparta’ya geldi bir otobüs koltuğunda. Otobüsün radyosunda’’ SENİ BENDEN ALAMAZLAR, YA BENİMSİN YA TOPRAĞIN, AŞKIMIZI YIKAMAZLAR, YA BENİMSİN, YA TOPRAĞIN’’ çalıyordu Ferdi Tayfur’dan. İnince hiç vakit kaybetmeden Güleda’nın apartına gitti. Genç kızın evinin perdeleri kapalı, hey yer karanlıktı. Zile bastı, umutsuzca cıvıldadı kuş sesi apartman boşluğunda. Daha çok öfkelendi boğa, pardon genç delikanlı. Bekleyecekti, ama nerede, bilemedi, kimseyi tanımazdı buralarda. Otogara döndü. Otogar ’da yüzlerce insan göçer kuş gibiydi. Arada kaynar giderdi. 2 gece kaldı orada.(2)

İki gün sonra tekrar aparta gidip zile bastığında kuşlar cik cik, sevgilin  geldi der gibilerinden cıvıldıyordu bu sefer. Ve kapıyı açtı Güleda. Delikanlıyı görünce göz bebekleri büyüdü korkudan. Ama içeri aldı erkeği yine de.(3) Konuşuruz, anlatırım, dedi içinden, anlar beni. Tam konuşmaya başlıyorlardı ki, kuşlar yine cıvıldamaya başladı. Biri daha gelmişti. Kapıyı açtılar ki, Güleda’nın yeni arkadaşı Osman kapıdaydı. İki erkek dişisine sahip çıkmak arzusunda kabartmışlardı sırtlarını. Zafer aldı kızın yeni erkek arkadaşı olan Osman’ı indirdi sokağa. ‘’ Bak bu benim 5 yıllık arkadaşım, nasıl bırakabilirim ki onu, git yoluna, dedi Osman’a. Osman uzaklaştı yeni arkadaş olmanın cezası olarak.(4
  Bu arada genç kız annesini aradı telefonla, korkuyorum, dedi.(5) Zafer tekrar eve gelince,  konuşamadılar bile. Çünkü kızgın boğa yapıştı kızın boynuna. Sıkıyor, sıkıyordu. Kız yalvardı, ne olur bırak, hava alayım biraz. Bıraktı boğa, dışarı çıktılar, markete gittiler. Bu arada Osman’ı aradı kız bir fırsat bulup, kurtar beni, diye.(6) Bunu  fark eden delikanlı alıp kırdı telefonu. Kız kaçmaya çalıştı,  ama başaramadı, tekrar gittiler eve. Evde yine halledemediler bir şeyleri, yine erkeğin elleri kızın boynundaydı, yine sıktı, sıktı. Kız ittirdi, hava alamıyorum, nefes alamıyorum, diye bağırdı, dışarı çıktılar. Yine kaçmaya çalıştı kız, ama kaçamadı. (7) Bu arada polise bildirdi komşuları ya da birileri. Polisler geldi, alıp karakola götürdüler. Ama Güleda şikâyetçi olmadı, serbest bırakıldı delikanlı.(8) Polisler Güleda’yı evine bıraktılar. (9)

Gider mi hiç, erkek adam, bırakır mı işini yarım? Güleda’nın kapısındaydı yine kızgın boğa. İçeri aldı kız eski sevgiliyi(10) Genç kız erkeğe diyordu ki’’ sen nasıl erkeksin, beni dövdün, seninle yapamam’’ Boynu gözlerinin önünde bir kuğununki gibiydi. İnce, uzun, beyaz. Yapıştı küt, kıllı elleri kızın boğazına yine. Sıktı, sıktı, gücü yetmedi. Bir kordon buldu etraftan, sıkmaya devam etti. Kız hareketsiz kalınca kalbini dinledi. Yaşıyordu hala. Gitti bir bıçak aldı mutfaktan, göğsüne sapladı bu kez. Tamamdı, artık erkekti. Sosyal medya hesabına ‘’ Bitti. 18.11.2019, 13.47’’ yazdı.

Sevgili okur, bunu bir romanda ya da öykü’de okusaydık, yazar amma da kurgulamış, der hayal gücünü överdik. Ama bizzat gazete cümlelerinden alınmış katil erkeğin ifadesi yukarıdakiler. 17 saat sürmüş, her ölüme doğru gidilen satıra bir sayı bıraktım,adım adım geliyorum demiş,herkes bilmiş de kimse bilememiş. 

GÜLEDA Kasım ayında öldürülen 31. ve bu yılın katledilen 391. Kadını oldu.

26 Kasım 2019 Salı

TAHMİS KAHVE





GAZİANTEP’ TE ZAMANDA YOLCULUK: TAHMİS KAHVE 

Antep deyince turistlerin uğrak yeri Tahmis kahve gelir akıllara. Tahmis, kahve çekirdeklerinin dövüldüğü yer, dibek anlamına geliyormuş. Ben de uğramazsam ayıp olur diye düşündüm ve de özellikle hafta sonu gittim ki Antep müzikleri eşliğinde kahvemi içeyim. Bu gün çok kalabalık yoktu. Hava puslu, güneş bulutların arasına saklanmış ara sıra bana göz kırpıyordu.



Bir Türk kahvesi söyledim. Ama burada menengiç( melengiç de kullanılıyor) kahvesi de meşhurdur aslında. Menengiç kahvesinin özelliği kahve çekirdeklerinden değil de ülkemizde menengiç olarak anılan bir ağacın meyvelerinden elde edilmesidir. Halk arasında çitlembik, çetene, çıtlık gibi isimlerle de bilinir. Özellikle Akdeniz, Güney Doğu Anadolu’da yetişir. Su ile hazırlandığı gibi asıl sütle yapılanı makbuldür deniyor. NEFES darlığı, ses telleri ve somum yollarında, içerdiği yağ asitleri içerdiğinden kalp damar hastalıklarına, mide ve sindirim sistemine iyi geldiği söylenir ve de afrodizyak etkisini de ekleyelim. 



Ayrıca burada Zahter çayı da denenmeden olmaz. Yabani olarak kendiliğinden yetişen bir bitki zahter. Öksürüğe, grip ve soğuk algınlığına, ağız içi yaralara, bağışıklık sistemini güçlendirmeye, cilt sağlığında birebir denir.

Ben sağlık ve ecza depolarına dalmış kahvemi beklerken arada göz kırpan güneş birden kara bulutların arasına girdi ve hortuma benzer bir rüzgâr çıktı ardından da. Her taraf toz toprak içinde, gözümü açamıyorken birden masamda derviş kılıklı bir yaşlı adam beliriverdi. Pantolon ağı geniş bir şalvar, yakası bir parmak eninde, sol taraftan iliklenmiş dar kollu belden aşağı inen bir gömlek, gömleğin üzerinde kolsuz, yakasız bir yelek hepsinin üzerinde de Mevlevilerce kutlu saylan 18 dikişi bulunan ve topuklara kadar uzanan bir hırka. Başında da bir destar( sarık yerine).  Gözlerimi ovuşturdum hayal mi görüyorum diye, o da ovuşturuyordu aynı benim gibi. Ben şaşkın, o şaşkın…



Löküslü kahveyi arıyordum ben, dedi ürkek bir sesle. Kayboldum galiba diye de ekledi, üzgünce ve korkulu bir ifadeyle. Yolunu şaşırmıştı anlaşılan ama bence sadece yolunu değil zamanı da şaşırmıştı. Fakat bunu anlatmak çok zor olurdu bence kendisine. Onu korkutmadan, nereden geliyordun amcacığım, dedim. Mevlevihane tekkesinden ( günümüzde tekke camii, ya da Mustafa bey camii olarak biliniyor)çıkmış, bir nefeslenmeye gelmiş, Löküslü kahveye. YIL 1600’LÜ yıllar. O zamanlar bu kahvenin adı Löküslü Kahve ya da Tömbekici kahve olarak anılırmış. Yakınlarda da Güneydoğu Anadolu’nun en büyük Mevlevihane’si varmış. İşte benim masama oturan derviş de bu Mevlevilerden biri imiş. Dedi ki, biz şeyh Mehmet efendinin soyundan geliyoruz. Bu tekkede sadece bu soydan gelenler post alabilmektedir.( Son postniş yani Son şeyh Mustafa Dede Efendi posta oturmadan önce 1910-1918 yılları arasında Antep belediye başkanlığı, Cumhuriyet’ten sonra da Cumhuriyet Halk Partisi il başkanlığı yapmıştır. Vay bilgiye bakar mısınız?)


Anlatmaya devam etti Mevlevi dedemiz, Türkmen ağası ve sancak beyi Mustafa ağa tarafından Mevlevihane’ye vakıf gibi yardımı olsun diye inşa edilmiş bu kahvehaneler. 1638’de. Ama zaman akarken 2 büyük yangın geçirmiş 1900’lü yılların başında VE o zamanki Mevlevi şeyhi Münip Efendi kendi cebinden 130 bin kuruş harcayarak 33 dükkânla beraber yaptırmış ve yine tekkeye vakfetmiş. (örtülü ödenek kullanmamış yani, ya da yap işlet devret de dememiş, ) 4. Murat bile Bağdat seferinden dönerken burada dinlenip kahve içmiş, yaa daha ne olsun?




Bana anlattı da anlattı Mevlevi dervişi, tane tane… Tam bir şeyler soracaktım ki yine bir rüzgâr, yine her şey birbirine karıştı, gözlerime tozlar kaçtı. Anladım ki zaman hatasını telafi edecekti, beni de götürse miydi ki o yıllara, ama herkes yerli yerinde olacaktı. Ve de Mevlevi dervişim bana dersimi verip zamanına geri dönmüştü. Kafası epeyce karışmıştır kesin.




Demek ki Tahmis kahve de içilen kahvelerin bir ayrıcalığı varmış, boşuna değilmiş insanların ille de buraya uğramaları.  Çünkü burada içilen kahvenin 40 yıl değil, 400 yıllık bir hatırı varmış.

26 Ekim 2019 Cumartesi

PENCEREMDEN İNSAN MANZARALARI




PENCEREMDEN İNSAN MANZARALARI

Çamlık kafe ve çamlık yeşil alanı açıldıktan sonra muhitimiz kalabalıklaşmaya başladı. Nereden mi anladım? Mesela park yeri bulmak artık iyice zorlaştı. Önümüzdeki cadde e-5 karayoluna, dolmuş durakları Eminönü- Beşiktaş hattına döndü. Sabahçılar ve akşamcılar olarak çalışanlar, çocuklarını ve eşini uğurlayıp kendini çamlığa atanlar ve bir de gececiler var,  vardiyalı çalışanları unutmayalım. Gece yarısından sonra yürüyenler. Bir de o tempoyu bile elele yapan çiftler… Allah bozmasın mutluluklarını diyelim onlara da.

Okullar açıldıktan sonra daha da hareketleniyor caddeler, sokaklar, kaldırımlar.  Servisler vızır vızır. Ablalar alıyor çocukları servis arabalarına, ya da indiriyor, ohh benim de içim rahat ediyor. İzlemiştik haberlerde servislerde yaşanan faciaları L Anneler çocuklarını okula götürüyor, ellerinde çocuklarının çantaları, beslenme paketleri, paltoları.  Ödevlerini de yaptı mı ki anneler, merak ediyorum. Sorumluluk kazanmanın ilk beşiği değil miydi okullar? Penceremden göremediğim kısımda anneler çocuklarını sıralarına kadar oturtuyordur, eminim, ahh annelik, babalık işte… Belki andımızı da okuyorlardır çocuklarının yerine, kim bilir?

Fukaranın düşkünü, beyaz giyer kış günü, derler ya. Şu an tam öyle bir mevsim penceremden gördüğüm kadarıyla. Minicik şort, üzerinde penyesi ile bir genç kız salınırken kaldırımda, uzun yeni moda bir çizme şık bir ceket ile bir kadın belli ki kafeye geliyor. Artık özellikle kaymak tabakada yaz kış ayırımı yok ki, dediğinizi duyar gibiyim, kar bile yağsa sandaletlerle görüyoruz onları magazinlerde. Bizim kaldırımlarda gezenler halktan insanlar, kaymak tabakayı pek göremezsiniz sokaklarda, kaldırımlarda, banka kuyruklarına, dolmuş duraklarında…

Duraklar, ah duraklar. Bir gün bir yaşlının canını yakacak diye düşündüğüm oluyor ama. O gün yaşlı bir amca durakta bekliyordu. Yanındakilerle de sohbet ederekten, sosyalleşme mekânları işte. Otobüs gelince herkes fırlayıverdi, bıraktılar yaşlıyı. O da kalkıp gidene kadar otobüs hareket ediverdi. Eyvah, diyene kadar sürüklendi otobüsün kapısında. Neyse ki sonuç vahim değildi bu sefer…
Duraklar, hepimizin yok mu durakları. İlle de kaldırımda olmak zorunda değiller ki… Ara ara bir durakta kim beklemedi ki. Bazen bir yolcuyu, bazen gerçekleşsin  artık dediği  bir anı. Özdemir Asaf’ ta bir gün bir durakta beklemiş, beklemiş ve de demiş ki…

’Bir durakta bekliyorum,
Beni de alıp götürecek,
Beni de alıp götürecek,
Bir yere bırakacak
Umut arabasının
Durmasını,
Beni de almasını.’’

Biri daha bekliyordu umut arabasını o gün. Gökyüzünün tertemiz lekesiz olduğu bir gündü. Akşamüstü. Durağa geldi bir delikanlı. Nasıl da yakışıklı. 18 ‘ li yaşlarda. Hafif sakallı, fidan boylu, yakışıklı, burnumun direği sızlayıp, gözüm yaşarıverdi. Yok, yok, gözüme bir şey kaçtı da.L Uzaklaştım pencereden,  bıraktım delikanlıyı kendisiyle,  kitap okuyayım biraz dedim.  Ne kadar zaman geçmişti ki, bilemedim, ama kitabımda epeyce ilerlemiştim. Ben kitabın başından kalktığımda delikanlı hala oradaydı, oturmuştu şimdi. Hava alaca karanlık. Yemek hazırlıklarına başladım. Uzakta olsa da yine de içimden geldi, Erolcan ne severdi ki, onu yapsam bu gece yemekte dedim. Karşımda hafif sakallı genç, bir çamlık kafeye doğru yürüyor, bir kaldırımda aşağı yukarı. Cebinden bir paket çıkardı, küçük bir kutu, hediye paketi. Açtı kapattı, açtı kapattı, seyretti uzun uzun kutuyu. Yine cebine koydu.  Arabaların farları artık gözümü almaya başlamıştı. Düğün çorbasının az kalsın dibi tutuyordu, karıştırdım uzun uzun.  Nerede kaldı evin reisi, derken delikanlı da saatine bakıyordu mütemadiyen. Cep telefonu sessizdi belli ki.

Bulaşıklar makineye girerken, gözlerim aradı delikanlıyı, yoktu, durakta ise mahallemizden bir yakışıklı kalmıştı sadece, o da Beyazdı. Hav hav hav havlıyordu.


5 Ekim 2019 Cumartesi

YİNE Mİ HAZAN?







YİNE Mİ HAZAN?

Sahibi tarafından terkedilen kediciklerin mevsimiydi şimdi.
Yaz aşkı yaşayanların kalplerinin boş boş attığı zamanlardı şimdi.
Sahildeki evlerdeki ışıkların birer birer söndürüldüğü zamanlar,
Sokak lambalarının bile ışıklarını göz kırpar gibi saldığı anlardı bu mevsim.

‘’ Eylül’dü.
İzlerini çizdiği zaman ansızın gidişin,
Şimdi yoktu bi anlamı suskunluğun.
Çırılçıplak kalakaldım sessizliğinin orta yerinde.
Sonra sesime yankı vermeyen uçurumlar kıyısında yürüdüm bir zaman
En çok sesini aradım.
Gözlerinse asılı bıraktığın yerdeydiler hâlâ.
Gözlerini sildi zaman.
Dedim ya… Eylül’dü.
Savruluşu bundandı kimsesizliğimizin. ‘’    C.SÜREYA

Bavulların içine kıyafetlerle beraber, okey taşlarının doldurulduğu,
Yazlık dostluklarının naftalinlenip rafa kaldırıldığı,
Düğünlerin, sünnetlerin, takı törenlerinin sonlandığı,
Ağaçların bile bu hüzne dayanamayıp, yapraklarını birer birer döktüğü mevsimdi şimdi.




‘’Bizdik pencerede, bizdik gelen geçen ;
Bizdik akşamla çıtırdayan ve susan
Susmak rüzgâr çığlığı gibiydi bende;
Konuştukça bir yaprak dökümü sende. ‘’OKTAY RIFAT

Gökyüzünün bulutlandığı, güneşe yavaş yavaş küsmeye başladığı,
Yağmur damlalarının gözyaşlarıyla karıştığı,
Hırkaların, ceketlerin omuzlara atıldığı
Bedenimizi de ruhumuzu da, çıplaklığımızı da saklamaya başladığımız zamanlardı sonbahar…



‘’Seni hangi ömrümle sevdiğimi
bir güz yağmurları bildi
bir de saçlarına düşen sonbahar
kahve falına resmini kim çizdi?
Üşüdüm yağmuruna sar beni .’’ REFİK DURBAŞ

Karamelli dondurmaların bile eriyip yok oluverdiği bir mevsimdi bu.

Nerden çıktı yüreğimdeki bu sıkıntı şimdi diye anlam veremediğimiz,
Bazen gözyaşlarımızın kendiliğinden akıverdiği,
Tükettiğimiz yaza mı, yoksa akıp giden zamana mı hüzünlendiğimiz hain Eylüldü bu işte.







‘’nasıl iş bu
her yanına çiçek yağmış
erik ağacının
ışık içinde yüzüyor.
neresinden baksan
gözlerin kamaşır
oysa ben akşam olmuşum
yapraklarım dökülüyor
usul usul
adım sonbahar’’ATİLLA İLHAN


Bir yaz mevsimini daha devirdiğimiz,  seneye görüşebilecek miyiz acaba diye düşündüğümüz,
Bir taraftan da kısmetse diye eklediğimiz,
Nasıl da çabuk geçiyor güzel günler, tıpkı ömrümüz gibi dediğimiz,
Sonra da, aman hayat işte, deyip konuyu kapattığımız zamanlardı bu aylar.




‘’Günler devlet alacağı, yıllar bir kadehçik buzlu rakı
Oyunlar oyuncaksı, oyuncaklar eski şarkı
Kavaklara oklu yürek çizip duran o çakı
Nerde şimdi, nerde şimdi, nerde o kan sarhoşluğu
Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç…’’ HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL




Yapraklarını dökse de dallarını uzatmış gökyüzüne yine çiçek açmayı bekleyenleriz şimdi,
Fırtına, bora, şimşek korkutmaz bizi, hepsi yan cebimize…
Atlatırız bütün zorlukları nasıl olsa bir şekilde, neler yaşamış insanoğlu da, arkasına bakmadan devam etmiş yoluna.
Bilmiş ki nasıl olsa ille de güneş doğacak, nasıl olsa bademler yine çiçekle donatacak dallarını, nasıl olsa leylekler dönecek yine yuvalarına…

‘’Eylül sabahının serinliğini
Yaprakların serinliğini
Ciğerlerime dolduruyorum
Sessizlik ve serinlik
Birleşiyor
Yıkanmış güvercinler
Ve çok uzakta bir tren sesi
Her zaman yeniden başlamak duygusu
Doğuyor içimde
Her uyanışımda
Düşmanlarımı bağışlıyorum
Daha çok seviyorum dostlarımı
Her uyanışımda
Eylül sabahının serinliğini
Yaprakların serinliğini
Yüreğime dolduruyorum. ‘’ ATAOL BEHRAMOĞLU






28 Eylül 2019 Cumartesi

BÜKREŞ, VARNA, BİR, İKİ ...







BÜKREŞ, VARNA,  BİR İKİ

Eşimin dedelerinin  memleketi, annesinin doğduğu topraklara, Varna'ya  gitmeye karar verdiğimizde, Bükreşi de ekleyelim bu yolculuğa dedik.


İki Çinko ailesi düştük yollara. Balkanlara,  Ata topraklarına. Hamzaköy sınırından Bulgaristan'a geçtiğinizi hiç anlayamazsınız. Bizim köyler, bizim insanlar, yok farkımız.  Bulgaristan sınırından kolayca geçtik, bir karton sigara krizini saymazsak. Bulgaristan'a sigara sokmak yasak, haberiniz olsun. Romanya gişelerine gelince araba ruhsatımızın olmadığını yani kaybolduğunu  anladığımızda artık her şey için çok geçti. Neredeydi, biraz önce göstermiştik oysa Bulgar Polisine. Aradık, taradık bulamadık. Götürün arabayı bırakın Bulgaristan tarafına dediler. Mecburen indik eşyalarla, biz yürüyerek geçtik sınırı. Araba gitti öbür yakaya. Artık bir araba kiralarız diye plan yaparken, ya da bir TIR'a otostop mu çeksek ki diye düşünürken Kardeşimiz geldi elinde ruhsatla ve arabayla. Aman ne güzel macera yaşayacaktık, oldu mu şimdi?



Neyse Bükreş'te tam merkezde, Unirii meydanında,  bir dairede kaldık. Her sabah peynirli börek ile kahvaltı, yurt dışı için olağanüstü bir durumdu gerçekten de. Her yer börekçi, hamur işi satan dükkanlar ile dolu. Ama hiç obez Romen'e de rastlamadık yani. Dönerciler tabi ki köşeleri tutmuş. Steak ise modern cafelerde, restaurantlarda. Yiyecek sıkıntısı sıfır yani.



Çavuşesku, ah Çavuşesku. Ne güzel başlamışsın oysa Romanyayı yönetmeye. Sonradan sende kaptırmışsın kendini iktidarın, erg'in gücüne. Yıkmamış insanlar Çavuşeskunun sarayını. Bizim paralarımızla yapıldı diye. Halkın bir kısmı gurur duyarken bu yapıyla, bir kısmı da kentin dokusunu bozduğunu düşünmekteymiş. Pentegon'dan sonra ikinci büyük parlemento olarak biliniyor Bir dönemin hatırası.




Bükreş eski binaları , kocaman bulvarları, devasa parkları olan bir şehir.Biz HERASTRAU  parkının küçücük bir bölümünü bile yarım günde gezemedik.







 Kominizm kokusu duyuluyor silinmeye çalışılsa da. Çok yakın gibi yerlere yürümek bile yoruyor. Bir bulvarı tüm Bandırmanın caddelerini kapsıyor diyebiliriz.


Transilvanya bölgesine giderken ise girmediğimiz köy, kasaba kalmadı vallahi. Çoğu da maceradan değil de, dağ yollarında kaybolduğumuz için. Şöförümüz o kadar hislerine güveniyordu ki, takip ettiğimiz bir otomobil  evinin bahçesine girince biz girmeden döndük tabi ki :) Kuzeye şatolara, Braşov'a gittikçe yerleşim yerleri Almanya düzennine benzemeye başladı. Süslü pencereler, çiçekli bahçeler, özenli minik meydanlar. Sinaia kasabası mesela. Kaplıca turizminin ve kış turizminin yeri olarak çok şirindi.






Ahşap Peles Kalesi ziyarete kapalıydı. Ama bahçesiden güzel fotolar aldık yine de.




Drakula yani Bran şatosuna doğru  yola çıktık bizde. İlle de bir şato gezmeliyiz, o kadar kaybolduk bu yollarda değil mi? Harry Potter ile aynı zamanlardaydık sanki. Kuleleri ile karşıdan gelin diyordu şato bize. Daracık merdivenleri ile, yemyeşil bahçesi ile turistlere, hadi bakalım hayal dünyanızı yoklayın, diyordu









. Oradan doğru Braşov'a. Paket taşlı sokakları, sevimli meydanı, tüm sokaklara yayılmış cafeleri ve yemyeşil doğası  ile, burada yaşanır dedirtiyor insana.Ama Braşov'da İstanbul'dan gelen bir otomobil ile Braşov'un henüz ehliyet almış bir genç kızı sadece iki otonun olduğu bir göbekte çarpışınca da , bu kadarı da olmaz ki, deyip el sıkışıp yola devam ettik. ( bu arada Romanya'da her zaman yol üstünlüğü göbekten dönen de )







Varna sahil kasabası aynı zamanda bir liman bulunduruyor içinde. 6 üniversitesi olan bir şehir. Az katlı binaları, yeşili parkları ile çok sevimli.  Bütün sahil beachler ile kaplı. Restaurantlar, cafeler... Yani sahil öldürülmemiş burada. Bütün sokaklar aşağıya doğru sahile iniyor.





Tabi ki gezinin amacı atalarımızın topraklarını bulmak ve ziyaret etmekti. Bu amaçla kayınvalidemin doğduğu kasabaya gittik. Suvorova yani Kozluca. Onun okuduğu ilkokulu hiç dokunulmamış bulmak bizi çok mutlu etti. Cami' si de aynı şekilde korunmuştu. Akşamları halkın gezinti yaptığı  İstasyon'da aynı şekilde bizde turladık. O zamanları yaşamaya, hayal etmeye çalıştık.


Bu bir kütüphane, 1800 lü yıllardan kalma.


Nesebar turistlerin gözdesi. Unesco tarafından Dünya Mirası ilan edilmiş. 3000 yıllık geçmişi ile Hediyelik eşyalar satan küçük dükkamları, deniz manzaralı balık lokantaları ile ayrılmak istemeyeceğiniz minicik bir yarımada. Kocaman kornet külahı ile dondurmasını yemeden gelmemek lazım, ona göre...Kuzeye doğru ise Avrupa'nın en ünlü sahili SUNNY BEACH' ler yer alıyor. Eğlence merkezi sayılan klüpler burada.


Burgaz'a geldiğinizde ise Türkiye'ye yaklaştığınızı anlıyorsunuz. Hemen binalar devleşiveriyor karşınızda. Eeee sınırdaşlık bu olsa gerek. Dönüşte Dereköy sınırını zor bulursunuz karanlıkta. Bir tane bile tabela yok ne yazık ki. Neyse bu sefer kaybolmadan bulduk sınırı. Oh, nihayet ülkemize geçince ışıl ışıl bol tabelalı yollara kavuştuk. Şimdi diyeceğim ki , vallahi yol yapmış bizimkiler :)

Not: Gezinin en özel anı ise ŞMGL den mezun sevgili öğrencim Gözde ve eşi Evren ile buluşmamız oldu . Bizi bir öğle yemeğinde ağırladılar. Kısacık sürede çok şey paylaştık yine de.