28 Nisan 2018 Cumartesi

ŞEHİT MEHMET GÖNENÇ LİSESİ ESİNTİLERİ


  


 ŞEHİT MEHMET GÖNENÇ LİSESİ esintileri 

Şehit Mehmet Gönenç Lisesi’ne yolu düşmeyen yoktur Bandırma’da. Her Bandırmalının ya da yolu bir şekilde Bandırma’ya düşmüş olanların ille de yolu kesişmiştir ŞMGL ile. Annesi, babası, amcası, kardeşi, yeğeni, kuzeni illa da bir ŞMG’ li vardır ailelerde.

O yüzden de herkesin en az bir tane de olsa anısı bulunmaktadır bu güzelim okul ile ilgili. Hele de benim gibi hem 3 yıl okuyup, 18 yıl da çalışmışsanız bu bina da, yaşamınızın yarısı burada geçmiş demektir.

Öğrencilik yıllarımızda,  80’li yıllarda gençmişiz bir zamanlar. Kurallara uymak zor gelir ya genç insana, bizler de öyleymişiz işte. Kanlar deli imiş, delikanlıymışız yani.

Şehit Mehmet Gönenç Lisesi’ nin koridorlarında nöbetçi öğretmenlere yakalanmamak için resmen saklambaç oynardık.  Biz kızların özellikle korkulu rüyaları vardı bu koridorlarda. Ne kadar kural varsa onları yıkmak o kadar da zevkliydi galiba.   Bazen formamızın kemeri olmaz, bazen eteğimiz gereğinden kısa olur, bazen ayakkabılarımız renkli,  bazen de saçlarımız örgüsüz olurdu. Nöbetçi öğretmenlere görünmemek için duvarlara yapışırdık adeta. Ya da her şeyi düzgün bir arkadaşı siper alır, kaçak güreşirdik hocalarla.

Elinde sopası ile kızlara koridorları dar eden kadın müdür yardımcımızdan kaçmak ne mümkündü. Kısacık boyu ile görünmeden yanımızda biter, bizi enselerdi. Odasına çeker, ne yapsın ki işte, tatlı sert uyarırdı.


 Ya da kızların korkulu rüyası efsane müzik öğretmeni Betül Hanım dan 0,5 cm lik bir etek kısaltması bile asla kaçmazdı. Birçok müzik konusunda yetenekli arkadaşımız Betül Hanım disiplininden kaçıp yeteneği olmamasına rağmen resim dersine katılmıştı. Türkiye müzikte birçok yetenekten mahrum kaldıysa bunun suçu Betül Hanımın disiplinidir. Onun sayesinde kısacık saçlarımızı örmek için o kadar çekiştirirdik ki, kısa bir sürede uzardı saçlarımız.



Koridorlarda saklanmaktan kurtulup da Öğretmen olarak Şmgl’ ye atandığımda bir ohhh çekmiştim. Şu koridorlarda rahat rahat yürüyebileceğim diye. Yürüdüm de saçlarımı dağıta dağıta, bir o yana bir bu yana, ayağımda topuklu ayakkabılarım, mini eteğimle, pek bir havalıydım yani.  Hiç korkmadan, kimsenin arkasına saklanmadan.


  Amma velâkin, Öğretmenler odasına girdiğim de, bilemezdim havamın bu kadar da çabuk söneceğini. Elinde sopası ile o eski kadın müdür yardımcımız, öğretmenler odasındaydı vallahi de billahi de.  Yanıma gelip,’’Nazan, ne bu saçlarının hali, gözünün içine giriyorlar’’ deyip, bir de toka takmaz mı saçlarıma.  Allahım bu bir kâbus olmalı diye düşünüyorken, herkes bıyık altından gülüyordu vallahi bize. Öğretmen de olsanız kurtulamazdınız yani Şmgl’ nin nöbetçi öğretmenlerinden.

************************************************************

1999 yılı idi sanıyorum. ŞMGL’nin kardeş okulu olan KAMEN lisesine gittiğimizde Almanya’da ki eğitim ile kendi ülkemizdeki eğitimi kıyaslamaya fırsat kalmadan yüzümüze çarpmıştı farklılıklar birer birer, ama ne şiddetle, hem de.


15 kişilik sınıflar, harika laboratuarlar, bütün öğrenci ve öğretmenlerin ana dili gibi İngilizce konuşmaları,

Bir kimya dersine girdiğimde laboratuarın zenginliği ve işlevselliği karşısında ne hissetmiştim ki?

Bir matematik dersine girdiğimde sınıfta 2 tane punkçı öğrenciyi pembe ve mor saçları ile görünce ne hissetmiştim ki?

Bir öğrencinin ders esnasında meyve suyunu açıp içtiğini ama ciddiyetle dersini de takip ettiğini gördüğümde ne hissetmiştim ki?

Küçücük bir  müdür odasını, kitap ile  evrak ile dolu basit bir müdür odasını gördüğümde ne hissetmiştim ki?

Sınıfına girmesi   için nöbetçi öğretmenin öğrenciyi uyarma gereğini duymadığını ,belki de nöbetçi öğretmen kavramının olmadığını gördüğümde ne hissetmiştim ki?



Doyasıya ağlamak istemiştim, ne hissedeceğim ki,  hala da istiyorum ya, eğitimde geldiğimiz noktaya baktığımda.

Hayatımız şekilcilikle şekillenmiş bir ülkenin çocuklarıydık işte, ne yapabilirdik ki?
Öğretmenler kurul toplantılarında öğrencinin kravatı,  saçı, ayakkabısını konuştuğumuz kadar konuşmamışızdır eğitim öğretim tekniklerini, neden başarısız olduklarını.

14 yılda 6 Milli Eğitim Bakanı değişmiş,
Defalarca müfredat değişmiş,
Defalarca katsayı sistemi değişmiş,
Defalarca teog, sbs, ygs… Değişiklikleri yapılmış,
5 yıllık eğitimden,4+4 lere geçilmiş,
Miş de ne olmuş?
Şekiller değişmiş de, beyinlerin içine zerk olmuş mu bu değişimler?
Birinci mi olmuşuz  ilim de, fen de, edebide?

Ne mi hissediyorum, ne hissedebilirim ki,
Aynen sizin gibi hissediyorum,  yani  BERBAT….





21 Nisan 2018 Cumartesi

ACI BAL









ACI BAL

Mutfak havalandırmaya bakıyordu. Gökyüzünün hep karanlık olduğunu, havaların hep kötü gittiğini sanıyordu gördüğü kadarıyla, mutfağın penceresinden. Bazen bir kuş sesi duyuyordu, iskemleye çıkıp uzatıyordu başını  gökyüzüne doğru  ama hiç bir şey göremiyordu.

İşini yaparken en sevdiği şarkıyı söylemek istiyor, ama ne gariptir ki bir türlü şarkının sözlerini hatırlayamıyordu. Bu mutfağa girdiğinden beri şarkısını da unutmuştu…

Koyu renk, üzeri benekli mozaik taşlarla kaplıydı yerler. Mutfak tezgâhı da koyu bir taş ile döşenmişti. Koyu bir kahverengi olan ve bir hapishaneyi andıran tel örgülü dolaplar vardı bu mutfakta. 

Mutfağa evin büyükbabasının omzunda kemikli kemikli koyun bacakları gelirdi, teneke teneke zeytinyağları, köyden tereyağları, Kars’tan kaşar gelirdi tekerlek tekerlek… Dolaplar doluydu tepelemesine, ağzına kadar.

Ama o mutfak, işte o mutfak bu kadar malzemeye karşın, iştah kapatıcıydı.
Evlenip de bu eve gelin gelip, bu evin bu mutfağına tutsak olduğundan beri hiç ama hiç acıkmamıştı daha karıncığı.

Oysa babacığının evinde bahçede çiçeklerle uğraşırken, tavukların yemlerini verirken, kuzuları o yemyeşil çayırlarda otlatırken, hani karnı zil çalardı ya insanın açlıktan, onun ki değil zil, bir kilisenin gongu gibi çalardı.

Aylar geçti bu mutfağa tutsak olduğundan beri, o gong bir kez bile çalmadı daha, ziller de sustu birden terk edilmiş bir ev gibi, daha canı bir kez bile çekmedi bir yemek, bir içecek, herhangi bir şey işte, herhangi bir şey.

Evin hanımı diyordu ki’’oh, ne kadar da şanslıyız, çok masrafsız bir kız bulmuşuz ‘’  eli sıkı, gözü aç ev halkına.

Bir gün eve yine teneke teneke bir şeyler geldi. Evin hanımı da birçok kavanoz almıştı.
-Bu tenekelerdeki ballar kavanozlara dolacak, dedi ve ardından da ekledi.
- Bana ilaç yapılacak o ballardan, ona göre, el sürülmeyecek onlara.

Mesajı almıştı genç kadın.

Söyleneni yaptı, kaşık kaşık doldurdu balları kavanozlara tutsak olduğu mutfağında. Kavanozların yanlarından süzülen balları temizledi usulca. Asla tadına bakmadı o balın.

Kavanozları bir bir dizdi raflara, bir kez bile elini sürmedi o kavanozlardaki ballara.

Öyle onurlu idi ki, parmaklarına bulaşan balları bile yalamadı, tatmadı. Çalmadı ağzına bir kaşıkçık bal.

Aylardır bir yudum lokma istemeyen canı kıpırdanmaya başlamıştı ama şimdi nedense,   midesi bal, bal, bal diye ziller çalıyordu, kısaca canı bal istiyordu bal. Bir parçacık bal, bir parmacık bal…

Onun açlığı sadece bala karşı bir açlık hissi değildi ki, onun ki özgürlüğe, sevmeye, değerli olmaya bir açlıktı aslında.

Kavanozları dizdi birer birer raflara, o ballar, o kavanozlar bir bir geldi gitti kahvaltı masalarına.

O hep baktı karşıdan kavanozlara, baktıkça içindeki açlık iyice ortaya çıkıyordu sanki.
Babasının evindeki bahçeye, yemyeşil otlaklara bıraktığı yetenekleri ya da kaybettiği kişiliği ile boşalan bedenini şimdi saplantılı bir şekilde bal düşüncesi doldurmaya başlamıştı.

Ya hep seyredecekti kavanozları, beklemeye razı olacaktı, ya da aniden bir kavanoza bir parmak atacak özgürleşecekti. Ama birden özgürleşmekten de korkmaya başlamıştı. Çünkü tutsaklığa alışmıştı.

Aniden özgür kalırsa çılgınca şeyler yapmaktan korkuyordu, insanlara zarar vermekten, kendine zarar vermekten korkuyordu.

Gündüzleri normal yaşıyordu mutfağında, bir kafese konmuş hayvan gibi, uyuşmuş bir halde, dürtülerini kaybetmiş bir halde. Yemeklerini yapıyor, bulaşıkları yıkıyor, o kara taşları ağartmak için ellerini kanatma pahasına fırçalıyordu.

Geceleri ise yatağından sessizce süzülüp, kafesine gidiyor yani mutfağına, bal kavanozlarını seyrediyordu. Gözünü doyuruyor gibiydi ama aslında ruhunu, bedenindeki boşluğu doldurmaya çalışıyordu.

Kimseler fark etmiyordu ondaki bu saplantılı ruh halini, ondaki değişimi. Çünkü o iki kişilikli yaşıyordu, gündüzleri ev ahalisinin beklentilerini karşılıyordu.
Oysa geceleri gizlice yaklaşıyordu bal kavanozlarına ya da kendi sonuna.

Bir sabah uyandıklarında, ev ahalisi her gün eve yayılan kızarmış ekmek kokusunu duymadı, çaydanlığın sesi gelmedi kulaklarına, masa hazırlanmamıştı. Bir anormallik vardı, olağanın dışına çıkılmıştı.Sadece bir kadın sesi geliyordu, derinden mrıldanan bir kadın sesi.

Kocası koştu mutfağa, gördüğü manzara anlatılamazdı.

Raflardaki bütün bal kavanozları kırılmış, o kara kara taşlar bal ile sıvanmış, kırılan kavanozlar kadının ellerini kesince kıpkırmızı taze kan, bal ile karışmış ve ve kadının küçücük bedeni o kırmızı kan ve bal gölünün, yok yok bal çamurunun içinde kıvrılmış yatıyordu ve bir şarkı mırıldanıyordu mırıl mırıl.

Kucağına aldı kadını adam,’’ ne kadar da hafifmiş’’ dedi, ev ahalisinin önünden koşarken…

Kollarındaki kadına baktı, iyileşmesi zaman alacaktı.
Tüm tutsak edilen kadınlar gibi,
Tüm şarkısını söylemeyi unutan kadınlar gibi,
Tüm içindeki yaratıcılığı mutfağına teslim eden kadınlar gibi…





11 Nisan 2018 Çarşamba

ADANA,MERSİN,BİR, İKİ




 


                                              ADANA, MERSİN, BİR , İKİ...

 
               


Adana' ya giderken hazırdık portakal çiçeklerinin kokusunu duymaya. . Hatta daha yola çıkmadan duyuyorduk sanki, o muhteşem kokuyu, buram buram geliyordu burnumuza . Hiç koku alamayanlar bile duyabilirdi sanki o çiçek kokularını. NİSAN' da ADANA'da idi sloganımız.

Hazırdık yolculuğa ve   o kokulara,  çünkü o kokuları arkadaşlarla beraber aynı anda duyacak, teneffüs edecektik,genzimizi yakana dek.

Her şey güzeldir arkadaşlarla, her şey bir başkadır dostlarla. Dibine vurursunuz eğlencenin. Dibine vurursunuz sohbetin. Geceler olur, sabaha kavuşur,siz hala anlatırsınız okul günlerini, ya da görüşemediğiniz zamanları, kaçırdığınız anları.'' İdil'in köpeği kartı yedi '' yazılır hafızanıza, tek başınıza iken bile hatırlayıp gülersiniz.  Uyumazsınız ama uyku da uğramaz semtinize. Güneş doğar siz devam ediyorsunuzdur anlatmaya, karşınızdakinin göz kapakları ha düştü ha düşecek.

Çıkarsınız Adana sokaklarına,istikamet önce Eski Adana. Bizim dostluğumuz gibi eski, ama  ruhu her daim taze.En güzel sokaklar orada hala, en güzel kebap orada hala, en güzel  tarih orada hala, ama insanoğlunun izin verdiği oranda .

 Önce Taş köprü  karşılıyor sizi.Taş köprünün de bir zamanlar 21 gözü varmış. Ama o sahip çıkamamış bütün gözlerine, başa çıkamamış insanoğlunun hoyratlığıyla. 7 gözü Seyhan Nehrinin ıslahı sırasında kapatılmış dünyaya.



 Büyük saat, Küçük saat, Ulu camii, medreseleri... Hepsinin ruhu var. Ruhları yaşıyor , aynı eskimeyen dostluğumuz gibi, çok görüşemesek de ruhlarımız da her an yaşanıyor o dostluk bitmemecesine.



Seyhan hayat vermiş Adana'ya.Tahta Masa kurulmuş Seyhan kıyılarına. Bırakın bizi burada, demli bir çay yudumlayıp, kuş seslerini dinleyelim saatlerce, dönmeyelim hayatın karmaşasına.


Adana'nın sıcağı şimdiden yakıyor tenleri. Yaşar Kemal'in insanları geziyor sanki Eski Adana'da .Pamuk tarlalarından çıkıp gelmişler sanki şu anda. Çukurova'nın Dikenlidüzünde ayaklarına batmış çakır dikenleri sanki.



Binlerce insan akmış kocaman bulvarlara. Binlerce insan dolmuş devasa parklara.




 Bütün insanlar güzel görünüyor gözümüze.Bütün insanlar güzel olabilir mi? Olabilir işte, oluyor işte. Hazırsan görmeye güzellikleri, bütün insanlar güzel gelir sana. Bütün Adana güzel kokabilir mi? Kokar işte, hazırlıklı geldiysen sen o muhteşem kokuları duymaya.Hatta bazen karışıyor portakal çiçeği ile kebap kokuları , hepsine hazırız hepsine :)


Stantlar sıralanmış sağlı sollu. El emekleri sergileniyor. Beğen ya da beğenme kesin olan şu ki, göz nuru dökülmüş her birine. Yaşadığımız günlerde pek anlamı kalmayan el emeği, göz nuru. Köşe dönmeci zamanlarda belki de bilmeyecek çocuklarımız alın teri dökmenin güzelliğini, el emeği göz nuru ile kazanılan ekmeğin tadını...Bici bici, şırdan, ciğer ve illa ki portakal suyu hadi bakalım tatmaya, stantlara.



En çok şemsiyeler çekiyor dikkatleri. Rengarenk, sokaklardaki insanlar gibi. Kimi İstanbullu, kimi Bandırmalı, kimi Konyalı...Kimsenin umurunda değil, kimin nereli olduğu.


Herkes meydanlarda, kardeşlik türküleri söylüyorken  gençler sokaklarda.
Ülkenin birinde ise ,ismi lazım değil,  bir Cumhurbaşkanı  bir muhalefet liderini ER MEYDANINA davet ediyor.  ''Ne yapacaksınız, ne ?'' ''Yağlı güreş yakışır size'' diyoruz. '' Aman bu Adana' daki meydanlardaki kardeşlik türküsü söyleyenlere ellemeyin de siz kapışın ER MEYDANINDA'', diyoruz  onlara. ''Yakalayın birbirinizi  kıspetinizden, künde attırın, arkaya dolanın, alın puanları alın, yiyin birbirinizi.''


İşte onlar er meydanında kapışırken binlerce kişi toplu gitar çalma rekorunu kırıyordu Adana meydanlarında.
''Dokunmayın  yeter ki,  kardeşlik türküleri  söyleyenlere, meydanlarda.'' diyoruz tekrardan onlara.




Adana Mersin 45 dakika. Yavaş yavaş  Mersinin nemli denizinin ,tuzunun kokusunu alıyoruz. Adana'dan uzaklaşıyoruz artık.  Mersin hemen   en sevdiğimiz yer oluyor, zira en sevdiklerimizden biri orada yaşıyor. Yerin ne önemi var değil mi, sevdiklerin oradaysa.



Mersin'de sabaha kuş cıvıltıları ve portakal çiçeği  kokularıyla uyanmanın hazzı, hele de 40 yıllık arkadaşlarınla uyanmanın heyecanı, alt katta Fatma hanımın yaptığı nefis SIKMA'larının kokusuyla karışınca ER meydanında kapışan kapışsın,yesinler birbirini, yeter ki  bize dokunmasınlar,mutluluğumuzu baltalamasınlar  demez mi insan?


Yolculuk deyip geçmeyin, her bir kilometresi hayat dersi veriyor sanki. Ayrılık ve kavuşma var yolculuklarda. Hoş geldin ve hoşçakal var.



Bütün ayrılıklar hüzün verir, ama ayrılıklar varsa yeni kavuşmalar olacaktır ,onu hatırlıyorsunuz hemen. Mutlu olacak bir şeyler buluveriyorsunuz birden.


Bir de gondol sefası mı yapsaydık acaba?

Yol boyunca birbirinize anlattığınız hayatlar birer öyküye dönüşüyor. Her bir insan hayatının bir öykü, her bir kişinin sanki yazılan bir öykünün başrol oyuncusu olduğunu anladığınız zaman, çok da gerek yok belki de hayat ile savaşmaya diye düşünüyorsunuz, yol boyunca yaptığınız insan analizleri sonucunda .Yoruluyorsunuz  konuşmaktan yol arkadaşınızla, insanları tanımaya çalışmaktan yorulduğunuzu da  hatırlıyorsunuz ayrıca..


 Bayılıyorsunuz artık portakal çiçeği kokularından, bir rehavet çöküyor yavaş yavaş, dönüş yolundasınız artık. Bir rüya imiş  sanki yaşadıklarınız da, uyanıyorsunuz sanki usul usul. Her bir kahve fincanı birimiziz galiba.. Biraz sonra içilip falı kapatacak olanlar.  Birimiz  Ankara , birimiz  Mersin, birimiz Bursa,birimiz Bandırma, ama her birimiz  kalbimizin  en   güzel odacığında. Falda neler çıktığını merak edip, sizi bekleyenlere doğru yol alıyorsunuz kilometre kilometre, portakal çiçeği kokularını  depolayıp, yeni kokulara yelken açarak.



     yarın gece 

Yarın gece gideceğim bu kentten
Bir ırmağa yolcuyum sular  çekiyor beni
yüreğimden başka  taşıyacak yüküm yok
sayılmazsa göğsümden düşen kuş ölüleri

sözüm yok işte yüzüm işte akşam
sesimde anıların sessizliği

içimde acıyla yürüyorum yolları
çoktandır yolumu ayırdığım bu kentten
yorulsam da bir daha binmem o trenlere
kimse karşılamasın  istasyonlarda beni

kuşsuz bir kent gibi uzayan saçlarımda
aşktan ve anılardan bir avuç külüm şimdi
ardımda usulca akan küçücük sular
bir onlar uğurluyor varacağım ırmağa

sözüm yok  işte yüzüm işte akşam
sesimde anıların sessizliği

sonunda bir soru gibi kaldım yine kendimle
kentin kırık aynasında eksildikçe düşlerim
söyle benim ömrüm bu kente uğradı mı
sahi ben hiç ömrümü kendime yaşadım mı ?
                               haydar ergülen


7 Nisan 2018 Cumartesi

YANDAKİ ODA






YANDAKİ  ODA

Her zamanki ziyaretlerimden biriydi şehir kütüphanesine. O binadaki tarihi, mistik ve de daha çok eski kitap kokusuydu beni oraya çeken. Orada geçen dakikalar gündelik kargaşadan yorulan ruhuma ve hele ki bizim gibi ülkelerde yaşanan siyasetten gerilen kaslarıma iyi geliyordu, kalbim orada daha yavaş atıyor, beynim orada daha berrak bakıyordu.

İşte öyle günlerden biriydi yine. Eski ahşap bir masada oturmuş, elime bir Dickens romanı almış, İngiltere'nin sefil sokaklarına dalıp, yoksul insanların hayatlarına odaklanmıştım. Buralardan, Afrin’den, savaşlardan uzaklaşmış başka bir alemdeydim. Orada da yoksulluk vardı, orada da ezilenler, ezenler vardı. Bu dünyaydı yani, bu bizim dünyamızdı, insanın olduğu yerde adaletsizlik vardı. Doğarken vardı daha.

Bu düşüncelerle yoğrulurken tatlı tatlı, karşıma bir kadın gelmiş oturmuş, geç fark ettim onu. 70’li yaşlarındaydı, zira anneme benzettim kendisini. Yaşlı görünmüyordu, bakımlıydı, güzel giyimliydi. Gözleriydi ilk dikkatimi çeken, cam gibi parlayan bir maviydi. Çok şık bir çantası vardı, masanın üzerine konmuş. Pahalıydı da, ben kaliteliyim diyordu. Çok hoşuma gitmişti bu kadın. O yaşlarda bir insanı görmek pek mümkün değildi buralarda. Daha çok öğrenciler gelirdi ödev yapmaya. İlerleyen yaşlarda kitap bağlar insanı yaşama oysa, bir kitap bir yaşamdır çünkü. O yaşlarda çevrende insan azalabilir belki, ama kitaplar yüzlerce arkadaş, insan getirir hayatına. O yüzden ne güzel, ne güzel dedim, onun adına sevindim.

Kitabıma döndüm, Dickens’in kahramanlarına, İngiltere’nin sefil sokaklarına ki, o da ne, o şık kadını birden yanımdaki sandalyede oturur buldum. Karşımdan kalkıp yanı başıma gelip oturmuştu. Gülümsedi, gülümsedim. Okuduğu kitabına göz attım, Balzac’ tan  Goriot Baba idi, hem de Fransızca. Vay vay, karşımdaki kadın beni iyice çarpmaya, ilgimi çekmeye başlamıştı.
Yine de gülümseyip, kitabıma döndüm, rahatsızlık vermemek adına.

O da ne? Bir el, elimin üzerinde. Yaşlıca, güneş lekeleri ile kaplanmış, yılların izini belli eden bir el. Hani derler ya, suratınızı, saçınızı, bedeninizi değiştirebilir, gençleştirebilirsiniz ama eller verecektir sizi ele, ille de. İşte öyle bir el, elimin üzerinde. Şaşkındım, ne yapacağımı bilemez haldeydim. İtemezdim o eli. Bilmiyordum ki niye gelmişti elimin üzerine. Bir yardım mı, bir özlem mi, bilemem ki. Koydum diğer elimi onun elinin üzerine. Okşadım onun damarlı ellerini. Mavi gözleri ile delip geçiyordu ya ürperdim birden nedense. Sanki kayboluverecektim o maviliğin derinliklerinde.

Başını da omuzuma yaslayınca artık bir şeylerin ters gitmeye başladığını anlamıştım ne yazık ki. Yavaşça elimi kurtarmaya çalıştım. Mümkün değildi ellerimizin ayrılması. Bir vantuz gibi yapışmıştı eli elime, teni tenime.

Başını omuzumdan ayırmaya çalıştım, ne mümkün. Bir ahtapotun sarması gibi sarılmıştı bedenime.
Kurtulamadım, kurtaramadım kendimi, nazikçe gülümseyen Balzac okuyan kadının ahtapota dönüşen kollarından. Kalktım ayağa, beraber kalktık ayağa. Aynı bedende doğan Siyam ikizleri gibiydik.

Kütüphane müdürünün odasına sürüklendik resmen, bütün ağırlığını bana vermişti. O küçücük vücut bir gülleye dönüşmüştü üzerimde. Müdüriyet odasına ulaştık sürüne, sürükleye. Anlatmaya çalıştım durumumuzu. Ne anlatacağımı bir bilsem. Ürkütücü müydük, komik miydik karşıdan, ah bir bilsem.
-Ayrılamıyorum, ayrılmıyor bedenimden, dedim müdire hanıma.

Müdire Hanım da şaşkın, geldi yanımıza, ayırmaya çalıştı yaşlı kadının bedenini bedenimden, ellerini koparmaya çalıştı ellerimden. Ama ne mümkün, ne mümkün.

Biz ayırma hamleleri yaparken bir de başlamaz mı ağlamaya:

-Bırakma beni kızım, konuş benimle ne olur, bir kez konuş, bir kez olsun anne de bana, diye

Çantası geldi aklıma birden, belki bir şeyler buluruz içinde, kimlik, telefon gibi diye.
Çantada bir belge bulduk, gerçekten de. Bir telefon numarası vardı üzerinde, lütfen arayın yazan hem de.

Anlamıştık kayboluyordu şehirde, mahallesinde, kendinde ve o masmavi derin gözlerinde…

O devam ediyordu bedenime sarılmış haldeyken:

-         - Kızım beni bırakma. Beni affet lütfen ya da öldür beni. Ama susma, benim sustuğum gibi susma bana. O zamanlar çok ama çok korkuyordum, bizi terk eder diye, ya da bizi döver belki de öldürür diye. Nereye gidecektik, nereye sığınırdık? Terk edemedim babanı, koruyamadım seni ondan. Onun sana dokunan ellerini her gece kesmek istedim de yapamadım, yapamadım bir türlü. Görmezden geldim, sustum, sustum, sustum.
     
      Anlamıştım yavaş yavaş, bir dram yaşanıyordu bedenim de şu anda. Yıllar önce bir evin duvarları arasında yaşanmış bir dram yaşanıyordu şu an burada. Bedenime yapışan eller, kızını zamanında koruyamayan, şimdi korumaya çalışan ellere dönüşmüştü. Koruyamamıştı kızını zamanında babasının hasta duygularından, kızına dokunan ellerinden. Bırakmıştı zamanında, artık bırakamazdı. Ahtapot olur, sarardı kızını on yüz bin kol ile yine de bırakmazdı babasına.

     Ufacık tefecik bir kız girdi odadan içeri o an. Bedenime yapışan kadına benzeyen, hatta tıpkısı. Onun da mavi gözleri vardı, ama buz gibi bakan.

-Annem, dedi. Tek unutmadığı yer burası, bu kütüphane. Çok okurdu, kitaplardı dünyası, dedi bize.

-Unutamadığı başka şeyler de olabilir mi acaba, dedim tüm cesaretimi toplayarak.

Buruk buruk güldü ufak tefek buz mavisi gözlü kız.

-Kitapları unutamıyor, görmek, duymak istemediği zamanlar kaçardı kitapların dünyasına, beni gerçek ve pis bir dünyaya bırakarak yandaki odada, babamla. Keşke unutsa tamamen de,  varsa artık huzura.

-Ya siz, ya siz, unutabildiniz mi? dedim

-Dört gözle bekliyorum onun gibi olacağım günleri, aklımın kanatlanıp beni terk etmesini, beyin hücrelerimin birer birer ölmesini, işte  bekliyorum o günleri, dedi.

Annesini aldı üzerimden, girdi koluna, uzaklaştılar suskun ve küskün dünyalarına.
          

  herkesin
       bir umudu vardır
        bir savaşı,
        bir  kaybedişi,
        bir acısı,
        bir yalnızlığı,
        bir hüznü...
        çünkü herkesin bir gideni vardır...
        içinden bir türlü uğurlayamadığı...turgut uyar