24 Şubat 2018 Cumartesi

HAYATIMIZ FİLM


  




  HAYATIMIZ   FİLM

Bu gün harika iki film seyrettim değerli arkadaşlarım, hayatım değişti demesem bile, gerçekten de çok kaliteli iki film seyrettik bu gün, İF sinema günleri kapsamında Bandırma’da.Öncelikle Bandırma Belediyesine teşekkürü bir borç biliriz efendim.


İlk film, bir İran filmi olan AVA idi. 16 yaşındaki liseli bir kızın üzerindeki aile ve okul yönetiminin kısaca toplumun baskısını konu alan bir film. Gelişme çağında olan AVA, kişiliğinin arayışı içinde olup, çevreden gelen tüm baskılara karşı koymaya çalışmaktadır. Tüm Ortadoğu ülkelerinde ve Müslüman toplumlarda olduğu üzere kızların hareketlerinin kısıtlanması üzerinedir burada da eğitim anlayışı. AVA müzisyen olmak istemektedir. Aydın bir doktor olan annesi müzikte gelecek yok diye kızını engellemekte, üniversite sınavlarına hazırlanmasını istemektedir. 

AVA erkek arkadaş edinemez, bir erkekle dolaşamaz, dolaştığında gideceği yer, bir jinekolog olur, hem de doktor olan annesi tarafından götürülmek üzere. Hep bir korku vardır ailelerde ve bütün  yetişkinlerde , yeni yetişmekte olan kızlar için,’’ ya başına bir şey gelirse’’ diye. Ne gelecek, ne gelecek ki? Anladığınız üzere her şey cinsellikle bağlantılı olarak korkuya, çevre ne der düşüncesine odaklanmış bir eğitim sistemi hem ailede hem de okullarda. Neden bu kadar ayrıntıya giriyorsun diyecek olursanız, bende size sorarım. Tanıdık gelmedi mi,diye.

Evet,evet, sanki bir Türkiye filmi izliyor gibiydik. Hele ki son günlerde verilen fetvaları, demeçleri ya da cinsel tacizleri düşünecek olursak bilinçaltımız kirlenmiş diyebiliriz değil mi? İşte yok birbirimizden farkımız, kan bağımız var Ortadoğu ile toprak bağımız var, burası oralardan izler, oraları buralardan izler taşıyor. Konuştuğumuz dilin yarısı Arapça yarısı Farsça, sınırlarımız var diyoruz ama kalemle çizebilirsiniz haritaları da ya insanlar ya insanları, konuşulan dilleri, inançları, gelenekleri,  alışkanlıkları ne yapacağız?

Bizim çağdaş bir yolumuz, aydınlığa bakan bir yüzümüz var ama yine de değil mi? Nasıl koruyacağız, beyinlerimizi kirli düşüncelerden nasıl arındıracağız, çok işimiz var galiba, ne dersiniz sizler de acaba?



 İkinci film, bir çok ödül almış, YÜZLEŞME adında bir belgeseldi. Yönetmeni Necla Demirci,Trakya bölgesinde yer alan  Ergene nehrinde ekolojik bozulma üzerine araştırmalar yaparken bölgedeki meme kanseri vakalarının sayısından etkilenip bu belgesele başlamış. Meme kanseri olan yedi kadının geçirdiği evreleri, yaşadıklarını, hastane ortamlarını ve aile arkadaş ilişkilerini anlatıyor.

Bir tanesi hamile genç bir kadın, bir tanesi bir kadın futbolcu, bir tanesi ise bir erkek. Erkeklerde de binde bir oranında görülebilen bir hastalıkmış meme kanseri. Özellikle bu hastalıkla mücadele eden Sertuğ Ağar filmin renkli karakteri olmuş. Tek şikayeti'' meme kanseriyim'' deyince insanların onunla dalga geçmesi, inanmaması ve karizmasının çizilmesi imiş ve Sergun Ağar '' bu hastalık bana iyi geldi'' diyenlerden.Ve diğerleri de.Yaşam tarzlarını değiştirip, kendileri için bir şeyler yapmaya, mutlu olmanın peşinde koşmaya, çevrelerindeki insanların değerini bilmeye başlamışlar.

Önce korktuk,konusunu okuyunca, biliyorsunuz çok hassasız bu konuda. Hemen hemen hepimiz bir yakınımızı, canımızı kaybettik bu hastalıktan. Bu arada bir bilgi daha vereyim. Kelime oyununda bir soru olarak sormuştu İhsan Varol. Çok eskiden, daha bilinmezken, bu hastalığa ‘’bana dokunma’’ ‘’canımı yakma’’ denirmiş. Çok etkilemişti beni, nasıl insani bir yakarış değil mi sevgili arkadaşlar?
O yüzden korktuk önce filmi izlemeye, çok üzücü, bol gözyaşlı, bir film olarak düşündük diye. Tam tersi hiç gözyaşı dökmeden izledik bu belgeseli. Yönetmeni, özellikle insanların duygularını istismar etmeden çekmeyi planlamış, öyle de yapmış. Çok başarıl bir güçlenme hikâyesi olmuş, bir başarı hikâyesi, ilham verici bir hikâye olmuş.



İşte bu günde böyle geçip gitti sevgili arkadaşlar. Bu gün zevkle izlediğimiz bir kaç  film.

Paylaşmak istedi sizlerle, nedense içim.

Yarın dolu dolu, ama içi illa da dolu bir dost muhabbeti…

Öbür gün elimizde bir kitap, öbür gün yüreğimize dokunan bir müzik…

Yine paylaşmak üzere,

Ruhumuza iyi gelen şeylerin peşinde koşarken biz,

Günler, aylar, yıllar, işte bu günkü gibi geçip gidecek,

Mutlu olmanın peşinde koşarken hepimiz...

16 Şubat 2018 Cuma

KÜLKEDİSİ








                                                   KÜLKEDİSİ

1960' lı ya da 70' li yıllar herhalde, ne farkeder ki  sonuçta  çocukların sokaklarda oynadığı, insanın insandan korkmadığı yıllar, komşuluk diye bir kavramın olduğu yıllardı. Denizin uzaklara itilmediği, dalgaların şehir kulübünün altına usulca sokulup Bandırmanın dedikodularını dinlediği yıllardı. Yaşadığım mahallede hiç mi hiç yaşıtım kız çocuğu yoktu. Yaşıtlarım hep erkekti,  dolayısıyla da kız arkadaşımın olmaması normaldi.  Bu yüzden mahallenin futbol takımının bir elemanı, cicoz oyununda kullik ekibinin en iyisiydim. Tam bir erkek çocuğuydum. Çamura çivi saplamada üzerime yoktu. Kirli, çamurlu olmak onur verirdi bana. Bana verirdi de annemin bu konuda neler düşündüğünü yazmasam da olur, terlik fırlatma muhabbetlerine ise hiç girmeye gerek yok.

  
 Benim bilyelerim hep en güzeldi. Hatta eniştem havacı astsubay olduğu için, bana hava üssünden büyük, parlak metal gerçek bilyeler getirirdi de, acayip hava atardım onlarla mahallede.

Futbol da da öyleydim gerçekten. Hatta Bandırma’ nın yetiştirdiği futbolculardan Seracettin ağabey’ de bizim mahallede oturuyordu. Biz çocukları da futbol maçı yaparken camından seyrederdi.  Ve bana seslenirdi:

-Kız, gel seni Fenerbahçe’ye transfer edelim, erkeklerden daha iyi oynuyorsun sen, diye takılırdı.

Ben altta kalırmıyım:

-Sen önce kendin git fener’e de, sonra beni alırsın, derdim, pabuç kadar dilimle.

İşin garip tarafı, bir süre sonra Seracettin ağabey, gerçekten de Fenerbahçe’ye transfer oldu ama bizi unuttu tabi ki.

Apartmanlar tek tüktü o yıllarda henüz. İki ya da üç katlı betonarme evler ya da müstakil bahçeli evler vardı.  Aralıklı olarak da, sayıları gittikçe azalsa da ahşap evler de yer alıyordu. Mahallemiz Kurtuluş caddesinin bir alt sokağı ve o çevreydi.  Köşede yer alan bir ahşap ev vardı, iki katlı ahşap bir ev. Bana hep üflesen yıkılacakmış gibi bir his verirdi o ev. Ve ürkerdim o evden nedense. Koyu kahverengi renginden mi, onu hiç hatırlayamıyorum.

Ama o evde oturan upuzun saçlı liseli kızı hatırlıyorum. O eski ahşap eve hiç yakıştıramazdım onu,  o eski püskü evden çıkan bir külkedisiydi kesin, onu çok iyi biliyorum.

Liseye gitmek o dönemlerde çok önemliydi, yüksek tahsilli sayılırdı lise mezunları. Bankaya girerler, şirketlerde rahatlıkla iş bulabilirlerdi, tabi o dönemlerde işsizlik gibi bir sorun yoktu herhalde.

Liseli kızlar özellikle, bu yüzden çok gözdeydiler, havalıydılar, şimdiki zamanda cool ‘ dular yani. Okuldan çıkınca İspanyol paçalı pantolonlarını giyerlerdi. Kot pantolonlar Wrangler, Lewis marka idi. Amerikan pazarlarından alınırdı daha da önceleri. Üstlerinde jarse gömlekleri, omuzlarına da bir kazak ya da hırka bağlarlar, sahile inerlerdi. Şimdi havalar da değişti, baharlar yaşanmıyor artık buralarda, birden ısınıveriyor havalar. Hırkalar, süveterler tarih oldu, kot pantolonlarda paramparça, yırtık pırtık oldu, birçok değişen şeyle birlikte, hayatımız gibi…



Bandırma da bir havalı grup daha vardı o dönemlerde. Hatta bunlar hem havalı hem de yakışıklı bir gruptu. Hava üssünün subayları. Bandırma resmen subay, astsubay cennetiydi.  Genelde Bandırmaya tayin olup gelen bu gençler bekâr olup, Bandırmalı bir kız ile evlenip, buradan aile kurarak giderlerdi.

Eee, Bandırmanın kızları malum, hem havalı, hem liseli, hem de güzel…

İşte bizim mahallenin köşesindeki, ilk yangında yanıp kül oluverecek gibi duran ahşap evin, karşısındaki iki katlı betonarme binanın birinci katında bekâr bir teğmen oturuyordu. Omuzlarında apoletler,  jilet gibi subay elbisesi,  şapkası ile Tekin Teğmen mahallenin gözbebeğiydi.  Bütün kızların da gözdesiydi aynı zamanda. Acaba benim de mi gözdem di bu kadar aklımda kaldığına göre?  

Ben her zamanki gibi sokaklarda çocuklarla futbola, cicoza devam ederken mahallede olan bitene de kayıtsız değildim yani. Tekin Teğmen bizi sokakta oynarken görünce gelir, bana takılırdı. Cicozlarıma ayağıyla vurur, futbol topuna vurur gibi, bana da derdi ki:

-Hişt, baksana bana, ne biçim kızsın sen öyle? Hep erkek çocuklarla oynuyorsun. Git evine annene yardım etsene.

Ben de yine o pabuç dilimle:

-Sen esas kendine bak, derdim ona. Küçücük çocukların oyununu bozuyorsun, ne biçim askersin sen, bir de vatanı koruyacaksın, 

 diye sıralardım arka arkaya cevapları… Bu sözler onun çok hoşuna gider, kahkahalarla gülerdi, çok da güzel gülerdi, o bembeyaz dişleri ortaya çıkar, sol yanağında da bir gamzesi oluşurdu.

Bir ara duydum ki bizim Tekin Teğmen, tahsilli ya, liseli gençlere ders veriyormuş. Matematik, İngilizce özellikle.
O yıllarda özel ders kavramı yoktu aslında. Ama demek ki böyle tek tük ders verenler, ders alanlar varmış, biz de öğrenmiş olduk.

Sonra ablam da anlatmıştı. Okuldaki fizik öğretmenleri, ablam ile iki arkadaşını ders çalıştırmak için evine çağırmış. Ama ders çalıştıracağına,  merak etmeyin canım, kötü bir şey yapmamış da, bu üç saf kıza evini temizletmiş. Çok gülmüştük çok.

O zamanlar da ders alanlar gerçekten tembel öğrencilerdi.  Onlara kafası çalışmıyor da ders aldırıyor ailesi denirdi.
Ben de anneme çok yalvarmıştım.

’Ne olur anneciğim,  benim de matematiğim çok kötü. N’olur, Tekin Teğmen beni de çalıştırsın,

diye. Ama ne yazık ki bana sadece annemin terlikleri çalıştı.

Bir de duymaz mıyım bizim ahşap evin külkedisi Tekin Teğmen’ den ders alıyormuş diye. Yüreğime sanki bir kor düştü. İçime doğmuştu,  bu işin sonunun foto romanlık olacağı. Offf çekememezlik bu olsa gerek.
Bir süre sonra mahallede dedikodular aldı yürüdü. Sonra da dedikodular gerçeğe doğru yol almaya başladı. Sene sonu yaklaştıkça, sınavların sayısı arttıkça, özel derslerin sayısı da artıyor, aşkın kokusu da tüm mahalleye yayılıyordu. Bizim kül kedisi prensese dönüşüyordu.

Artık okulların kapanmasına yakın, mahalleli düğün bekler olmuştu. Mahallenin kızları kıskansa da külkedisini, düğün için BURDA dergileri ellerinde elbise modelleri seçiyorlardı. Tekin Teğmeni kaptırmışlardı ama Tekin Teğmen’in arkadaşları düğünde olacaktı. Bir umut daha vardı yani.

Nereden de aklıma geldi o yıllar, o eski mahallem, o ahşap ev, Tekin Teğmen,  ahh o çocukluk anıları…

O ahşap evin külkedisini gördüm geçen gün,  Bandırma’ da.  Yine saçları uzundu ama o gür saçlar biraz zayıflamış,  boyayla renklendirilmiş, canlılığını yitirmiş.  Biraz da kilo almış kendisi. Ama yine güzel, hani derler ya mihrap yerinde.
Beni mi merak ettiniz, ben hala çocuk ruhumla geziyorum ortalarda.  Ama yüzümdeki çizgiler artmış, saçlarım hala kısacık, dilim yine pabuç.  Sanki çıkıp gelse arkadaşlarım,  oynarım onlarla futbol da, cicoz da vallahi.  Çivilerimi atarım çamurlara, keşke annemde hayatta olsa da, o da terliklerini atsa yine bana.

O, yani külkedisi tanımadı beni tabi ki. Benim gibi bir erkek Fatma’yı, kısa pantolonlu beni,  nereden hatırlasın ki.

-Siz o ahşap evde oturuyordunuz, dedim.

Şaşırdı, biraz duraksadı, anladım, anılara gönderdim onu hunharca, öç alırcasına.

Bir gün söylentiler aniden sardı mahalleyi, kulaktan kulağa… Pencerelerdeydi mahallenin kadınları. Güya çarşaf silkiyor, güya çamaşır asıyorlardı. Amaç ise gerçeği öğrenmekti. Herkes soruyordu birbirine:

-Gitmiş mi gerçekten?
-Nasıl yani, kaçmış mı mahalleden?
-Aaaa, tayini mi çıkmış, her şeyi bırakıp gitmiş mi hiç haber vermeden?

Gerçekler ortaya çıktı akşamüstüne doğru. Gerçekten de Tekin Teğmen’in tayini çıkmış ve de O, sadece bavulunu alıp, gece yarısı çıkıp gitmiş mahalleden, kimseye görünmeden, düğün hazırlıkları yapan külkedisine haber bile vermeden, bir veda bile etmeden.

Uzun saçlı, liseli, ahşap evin külkedisini kıskananlar bile üzüldü. Tekin Teğmen ile prensese dönüşen liseli, tekrar külkedisi oldu ve uzun yıllar evlenmedi, içine kapandı. Çok uzun ,aylar belkide yıllar boyunca  o korkunç ahşap evden dışarı adımını atmadı. Ta ki o ahşap ev de yıkılıp, başka mahalleye taşınana kadar. Çok sonraları duymuştum, evlendi kendisinden yaşça çok büyük bir adamla diye.

Ben hala düşünürüm, Tekin Teğmen, acaba benim yüzümden mi evlenmedi külkedisiyle diye?

O benimle bence daha mutluydu,
Çünkü bana gülüşü bir başkaydı.
Çünkü bizim ilişkimiz onunla doğaldı
Çünkü bizim ilişkimiz onunla temizdi, saftı…



10 Şubat 2018 Cumartesi

ŞARKISINI SÖYLERKEN

  




     ŞARKISINI SÖYLERKEN

Mikrofona uzandı eli, diğer kolunun dirseğiyle yaslandı piyona ya. Kırmızı bir kadife elbise ile alev alev görünüyordu, kalbi de alev alevdi, sadece şu an değil ama geçici değil yani,  kalıcı bir alev,  kocaman alev topu hatta söylediği parça da alev alevdi.

‘’Bir ateşe attın beni,
Alev alev yaktın beni…’’ 

Yine karşısındaydı sarı saçlı, kızıl sakallı yakışıklısı. Uzun süredir her gece en ön masada oturuyordu, gözlerini ayırmadan seyrediyordu, kıpırdamadan şarkısını dinliyordu.

Bir kez masasına da davet etmişti. Bu davetlere alışkındı, mesleğinin raconuydu bu masa ziyaretleri. Müşterisine iyi vakit geçirtecek, ayağını iyice alıştıracak, patronunun kasasına da paralar akacaktı. İşte yaptığı iş bu kadarcık basitti. Bu adam sanki faklıydı diğerlerinden. Diğerlerinden farklı bakıyordu sanki ne de güzel elleri vardı adamın.

Bu kadar incelemeye insan tanımakta usta olmuştur sanırsınız değil mi? Bu ortamlarda neler ile kimler ile karşılaşmıştır kim bilir değil mi? Tanır artık insanoğlunu bir bakışta, bir oturuşta masasına değil mi? Kim hırlı, kim hırsız anlar bir konuşmada değil mi?

Hiç tanıyamadı insanları oysa eskiden de, şimdi de, gelecekte mi? Kim bilir?

Herkese güvenirdi, güzel bir söz, anlamlı bir bakış, sıcak bir dokunuş, ısınıverirdi, böyleydi işte.
Her seferinde aldanırdı da, yine giderdi bir gülüşün peşinden, hediye edilen bir gülün kokusundan…
Buralarda doğmamıştı ki, buralara da kendi canı isteyip de düşmemişti ki yolu, şarkıcı olmak, sanatçı olmak kim, o kim, hadi oradan canım.

Ama sevmek ve sevilmek, âşık olmak her yerde aynıydı herhalde.  Köyünde de,  kentte de belki de başka bir gezegende de.

İlk aşkıydı, ilk aşk ile evlenilirdi onların köyünde. Oralarda adet öyleydi. Aşık olursun evlenirsin. Haaa, vermedi mi anan baban kalbine gömersin. Kaçanlar da vardı sevdiğine ama o öyle bir kız değildi, kaçmazdı anne babasının hayır dediğine.

Ailenin uygun gördüğü birisiyle evlenirsin daha sonra da, sever misin, tabi seversin. Boşuna demezler ya ‘’ nikâhta keramet vardır’’ diye. ‘’ bir yastıkta kocasınlar ‘’ diye. Kocarız yani ne yapalım, severiz de yani,  yapacak başka bir şey yok.

Ama onun sevdiği ile evlenmesine bir engel yoktu aralarında. Kalbi çarpardı onu görünce küçüklükten beri, o bembeyaz teni kıpkırmızı olurdu, yanakları al al. Herkes anlardı onun duygularını, hiç saklayamazdı. Onunla dünyanın öbür ucuna giderdi. Ömürlük sevmişlerdi birbirlerini, o da yani sevdiği de öyle söylüyordu.

Bazen köyün dışında buluşuyorlar, elele dolaşıyorlar, ağaçların altına oturup hayaller kuruyorlardı. Acaba daha çok kendisi mi kuruyordu hayalleri,  şimdi hatırlamıyordu.

Bir gün yine köyün dışına çıkmışlardı. Yürümüş, koşmuş, yorulmuşlardı, Bir de yağmur  başlamaz mı, yakınlardaki bir bağ evine sığınmışlardı. İki kocaman alev alev yanan yürek durur mu? Sarıldılar birbirlerine ortamın sıcaklığı ile ateşi ile.
Aşk yuvaları da vardı artık, çok yakında da nişanları.

Ertesi gün, ertesi gün, daha ertesi gün. Artık sık sık bağ evinde buluşmaya başlamışlardı. Hep oraya çağırır olmuştu sevdiği erkek onu. Bir daha gitmesem diyordu ama ah o güzel sözler, vaatler,  onları duyunca da eriyiveriyordu kalbi, dünyayı unutuyordu, hem o da kendisini seviyordu, bunu bütün köy, bütün mahalle de biliyordu.

Daha  daha ertesi gün, yine buluşacaklardı. Heyecanla açtı bağ evinin kapısını, kalbi pır pır. Girmesi ile içeri bağ evinin kapısının kapanması bir oldu. Anlayamadı, etrafına baktı sevdiği adamı göremedi, iki yabancı adam gördü sadece. Gözlerinin karardığını hatırlıyordu bir de, bir de, bir de adamın:

-merak etme nişanlının haberi var bizden, dediğini…

Bağırmadı bile, bağıramadı, sesini çıkarmadı bile, çıkaramadı.
Sevmemiş miydi kendisini, peki ya o güzel sözler, peki ya bugüne kadar yaşadıkları neydi? O hala oradaydı.
 İnsan sevdiğine zarar verir miydi? O hala oradaydı.
İnsanda mı değildi? Ya o, ya kendisi o adamı nasıl sevmişti? O hala oradaydı.

Artık bir kaç saat öncesindeki kişi değildi o. Kalbi, yüreği, duyguları bir şırıngayla çekilip alınmıştı sanki içinden, damarlarından.

Ya sonra, daha sonra… Bilemezdi bu çirkinliğin, yaşadıklarının devamının geleceğini. Sevdiği adam, ömrümü veririm dediği adam, bir de tehditlere kalkışıp, ‘’konuşursan seni rezil ederim herkese’’ diye susturmuştu onu, sık sık götürüyordu bağ evine, yaşlı, genç erkeklere,  bir zamanlar  sevgilim dediği genç kızı.  Bilmiyordu ki genç adam, zaten onun konuşacak hali yoktu. Hiç bir şeyin önemi de yoktu. Bağ evi ziyaretleri bir süre daha devam etti, ta ki dedikodular çıkıncaya, köyde konuşmalar başlayıncaya kadar.

O artık köyün kötü kızıydı.
O artık evinin namusunu kirletmişti.
Suçlu oydu, bir erkekle geziyordu dağda bayırda, tabi ki başına bunlar gelebilirdi.
Kimse dönüp bakmamıştı bile sevdiği adama,
Annesi çok korkuyordu, evin erkekleri bir zarar verecek kızına diye,
Yeri yoktu yani artık buralarda.
Kimse sahip çıkmamıştı ona,
 Ne oldu bitti, neler yaşandı,  neden diye bile sormamışlardı hatta.
Kadındı, suçluydu, kadınlığı öğrendi yani en sonunda,

O kim şarkıcı olmak kim? Aklına bile gelmezdi. O kim saçlarını şekilden şekle sokmak kim?edemezdi hayal bile. O kim, suratını palyaço gibi boyamak kim? Düşünemezdi bile.

Kaç defa yanıldı, kaç defa aldandı. Bu defa doğru insan,  bu defa doğru insan.
Bir tokat sağ yanağına.

Ama bu doğru insan, bu defa kesin doğru insan, bana bakışı bir başka,
Bir tokat sol yanağına.

Tanıyamadı insanları bir türlü, göremedi iç yüzlerini, anlayamadı insanın içinde bir insan daha olduğunu, maskelenen, gizlenen…

Söylerken şarkısını kolu piyano da, bir eli mikrofon da,

Karşısındaki adamı tanımaya çalışıyordu hala,

Sarı saçlı, kızıl saçlı adamı,

Elleri de ne kadar güzeldi,

Kırmızı kadife elbisesi ile

Tanıyamayacağını bile bile,

Aldanacağını bile bile,

Söylüyordu şarkısını

‘’Dost üzülür, düşman güler,
Böyle derde gülünür mü?
Bilseydim hiç sever miydim?
Aşkın sonu bilinir mi?’’


4 Şubat 2018 Pazar

KONU KOMŞU







                    KONU KOMŞU

                                I

Yok artık, bu kadarı da olamazdı   gerçekten.
Taşındığımız günden beri bitmeyen, sonu gelmeyen bir aksiyon yumağı.

Artık inanıyorum ki üst kattaki dairenin farklı bir enerjisi   var. Çekiyor kendine hareketi, çekiyor kendine olayları, ilginç insanları. Sevmiyor kendi halinde yaşayan insanları, sevmiyor bizimki  gibi düzenli, monoton hayatları.

 O kadar mutlu olmuştum ki. Üst katımızdaki  kiralık  daireye  bir ilkokul arkadaşımın taşınacağını öğrendiğimde.  Hemen o günlere dönüvermiştim. O kadar sessiz, sedasız, efendi bir çocuktu ki,  o yaşlardayken. Kıvırcık saçları, gülünce kaybolan gözleri vardı. Çok çalışkan mıydı onu hatırlayamadım, demek ki o kadar değildi. En çalışkanlar unutulmaz, bir de en yaramazlar unutulmaz ya.
 Duydum ki çok da zengin olmuş, işleri çok iyiymiş, fabrikaları varmış. Haberler geliyor kulağıma. Çok  da sevindim, böyle başarılı olduğuna.

Fakat ne yalan söyleyeyim, o beni gördüğüne hiç sevinmedi hatta ilgilenmedi bile benimle. Benim gibi , yıllar sonra arkadaşı ile karşılaşmanın heyecanını hissetmedi, hem de hiç hissetmedi. Ama ben hissettim onun hissetmediğini.

Neyse karşılıklı hislerimiz böyleydi işte, hisler dünyasında.
Hisler dünyası oldu bir gece, sisler dünyası.

Kalp çarpıntısıyla uyandım bir gece yarısı. Zavallı kalbim  küt  küt atıyorken ve de sanki  yerinden fırlayacakken.  Bir yerlerden de sesler geliyordu, küt, küt,  evet ,evet, yukarıdan.
Yukarıdaki daireden sesler geliyordu, bağırış, çağırışlar, tekme, tokatlar…
Yukarıdan sesler geliyordu, ‘’ yapma babacığım, vurma anneme ‘’ diye minik minik sesler, minik kız çocuklarının sesleri…

Sisler dünyasının perdeleri aralanmaya başlamıştı.
Bana  başı  önünde selam vermesinin bir sebebi vardı. Biliyordu bir gün, bir gece duyacağımı, biliyordu onu bulduğum için artık sevinç duymayacağımı,
Biliyordu artık öfke duyacağımı, biliyordu artık ileriki günlerde ondan esirgeyeceğimi selamımı,
O yüzden beni daha  ilk  gördüğünde sevinmemişti, benim yaşadığım heyecanı o hissetmemişti.
İlkokuldaki o masum, kendi halinde, efendi derler ya hani işte öyle, gülünce gözleri kaybolan o çocuğun yerine,

Bilemem neden?

Karısını döven, kadınını ağlatan, hem de çocuklarının önünde, kalbi kırık, ruhu yaralı  çocukları dünyaya hazırlayan bir adamı, göreceğimi bildiğinden, başı önünde geçiyordu kapımın önünden.

İlkokul arkadaşım ve ailesi bir gün sessizce, evin önüne bir kamyon yanaştırıp yüklediler eşyalarını, halılarını, masalarını, acılarını, mutsuzluklarını.
Bir veda bile etmeden, başka bir üst kata gittiler. Alt kattakilere kalp çarpıntıları yaşatmak üzere…

                                 II

O zamanlar daha anlamamıştım üst kattaki dairenin manyetikliğini. Bir vukuat yaşanmıştı gerçi, biliyorsunuz ilkokul arkadaşımdan dolayı. Hep de denk gelmez ya, değil mi? Ama çekiyordu işte ilginç karakterleri, söylemiştim size üst katın elektriğini, çekim kuvvetini.

Yeni taşınacak  komşumuzu merakla beklemeye başlamıştık. İlkinden duyduğumuz hayal kırıklığı üzmüştü bizi. Ama yeni komşular, yeni yüzler, yeni insanlar gelecek ve de biz güzel günler geçirecektik. Bir fincan kahve isteyecek, bir maniniz yoksa size geleceğiz, diyecektik.

Hem ne demişler atalarımız ‘’ ev alma, komşu al’’,  ‘’ komşu komşunun külüne muhtaçtır’’
Yani yeni komşuyu beklerken, komşuculuğa ait bütün  atasözleri  geliyordu aklıma, ard arda.

Yine bir gün, bir kamyon yanaştı, evimizin önüne. Eşyalar indirildi birer birer dikkat ile, incitmeden masayı, bir yerini acıtmadan aynayı, evet, eşyaların da ruhu vardı değil mi? Sahiplerinin ruhudur herhalde, sahip oldukları eşyanın ruhu. Şöyle bir söz de vardır hatta. ‘’ eşyanın tabiatına aykırı ‘’

İşte bu eşyaların sahibi, nasıl anlatsam size, kelime  bulmak için  zorluyorum kendimi,  ama  ben kısa yoldan gidip şöyle deyiversem size. Tipik bir Adile Naşit.  Bir tek elinde zili eksik. Sanki merdivene çıkıp, o olmayan zili sallayacak, ‘’komşularım haydi,  sizi çaya bekliyorum ‘’ diyecek.
OH, işte eğlenceli birileri dedik, Adile Naşit’ e de benzettik. Onun gibi şen kahkahalar atan, onun gibi insancıl, onun gibi, onun gibisini bekledik.

Tanıyacaktık yavaş yavaş, zaman geçtikçe gösterir yüzünü komşular birbirine.
Göstermiyorsa yüzünü size, açmıyorsa kapıyı ardına kadar, selam verirken bakmıyorsa yüzünüze ya da selamını esirgiyorsa sizden, vardır bir sebebi, vardır bir gizlisi.

Birinci katta oturanların kaderidir. Sizi apartman görevlisi zannederler, zilinize basarlar, kapıyı size açtırırlar. Sucusu, kargocusu, postacısı…
Bu kapı açtırmalar,  zil çalmalar son günlerde sık sık tekrarlanmaya başladı. Genelde kadınlar gelip, zile basıyorlardı.’’ Biz Hamiyet Hanım’ı aramıştık’’ diyorlardı. Öyle öğrendik üst kata taşınan yeni komşumuzun adının Hamiyet olduğunu. Hamiyet Hanım, hamiyetli hanım.

Yeni taşındıkları için arkadaşları, akrabaları bilmiyorlardır evini, diye  düşünüyorduk, saf saf yani tertemiz kalbimizle. Ne güzel, çok sevilen bir insanmış, ne kadar da çok arayanı soranı var, gelip gideni var diyorduk saf, saf yani yine tertemiz kalbimizle.

Bir gün yine zil acı acı çalınca, koştuk ‘’olay mı var, olay mı  var’’  diye. İki genç kadın, hanım hanımcık, utangaç, sıkılgan birer eda ile:
‘’biz Hamiyet Hanım’ı aramıştık, ama evde yokmuş’’ dediklerinde, kendilerini eve almak farz olmuştu tabi ki. Hem de merakımız tavan yapmıştı. İçimdeki meraklı kuş pır pır kanat çırpıyordu, sonunda anlayacaktık  komşumuzun   meziyetlerini, bu kadar çok sevilme sebeplerini.

Genç bayanlara birer kahve ikram ettim, onları ürkütmeden, irkiltmeden de lafı getirdim Hamiyet Hanımıma.
Meğer ne meziyetli bir hanımmış bizim Meziyet Hanım, pardon Hamiyet Hanım. Meğer ne hamiyetli bir hanımmış bizim Hamiyet Hanım.
Hem meziyetli, hem hamiyetli, hem de becerikli, hem okuyucu hem de üfleyici , iş bitirici.

Tıp diplomasına ne hacet, çocuğu olmayana çocuk,
Evlilik danışmanına ne gerek, kocayı eve bağlamaca,
Dedektife hiç gerek yok, kaybolan altınların yerini bulmaca,
Okumalar, üflemeler, muskalar, fallar, bu sinemalarda yani bizim üst katta.
Polis baskınıyla son buldu Hamiyet Hanımın maceraları, benim de kapı çalınmalarım.

Bir gün bir kamyon yanaştı evimizin önüne, yine incitmeden masayı, yine kırıp dökmeden aynayı, lambayı usulca yüklediler kamyona.
Tam kamyonun ön bölmesine otururken Hamiyet Hanım, döndü aniden apartmana. Şöyle bir okudu ve üfledi bu yana, suratımıza. İnşallah iyi şeyler dilemiştir diye, düşündüm aylarca ve aynı zamanda korktum da.
Belki de bu okuma üflemelerin sonucunda üst kattaki dairenin karakteri de değişmiştir, diyordum kendi kendime de.
Bekleyip  görecektik  bakalım, önümüzdeki günler neler getirecekti bize.
Yeni hayatlar, yeni komşular, yeni insanlar…
Allahın hakkı üçtür, bekliyoruz yeni hayatlar, yeni kiracılar…
                    III

Bir gün bir kamyonet yanaştı evimizin önüne. Diğer nakliye  kamyonlarına göre daha küçük bir kamyon.  Daha az eşya indirildi kaldırıma bu kez. Eşyaların canını acıtmayalım, incitmeyelim, kırıp dökmeyelim korkusu yoktu bu kez.’’ Eşyanın da ruhu mu olurmuş canım’’ , cinsindendi bu taşınma bu kez. Belki de bu eşyaların ruhu yoktu bu sefer gerçekten. Belki de eşyaların sahibinin de ruhu yoktu kim bilir? Sahiplenilmemişti belki de bu eşyalar . Belki de bu hayatı ve de bu hayatı yansıtan kırık dökük eşyaları kabullenemiyordu sahipleri.

Bir genç kadın ve bir kız çocuğu idi bu seferki kiracılarımız. Güzel bir kadın, genç bir  kadın. Kızıl uzun dalgalı saçları, alımlı, dolgun bir  vücudu vardı.
‘’Merhaba’’ diye attım kendimi önlerine anne ile kızın .
‘’Bir şey gerekli olursa, ben buradayım, her zaman kapımı çalabilirsiniz’’ dedim, klasik komşuculuk oynayan, klasik  bir ev kadını olarak.

Aman Allahım, genç kadın, gözlerime bakamadı, inanın bakamadı ve gözlerini kaçırdı.’’teşekkür ederim’’ dedi usulca ve merdivenden üst kata çıktı hızlıca, kızını çekiştirerek.
’Yok artık, olamaz, bu sefer de mi’’dedim kendime. Bekleyecektik yeni aksiyonları, bekliyordum neler olacağını. Tanımıştım artık komşuların davranışlarını. İlk izlenim denir ya, ilk izlenimde komşu nasıl tanınır, bu konuda  usta olmuştum.

Bu sefer aksiyonun dibine vurmuştuk. Gerçekten de bir gece yarısı,  uykunun en güzel yerinde, bir sahil kasabasında masmavi bir denize adımımı atıyorken, harika bir rüyanın tam ortasındayken , kapımız    tak,tak tak vurulmaya başlamaz mı?
Denize adımımı atmak üzereydim ya rüyamda, tsunami mi geliyor diye koştum, yataktan fırlayarak, ev ahalisiyle birlikte. Bir adam dayanmıştı kapımıza :
’Aç ulan, aç kapıyı, kırdırma bana şimdi ‘’ diye bağırıp duruyor, kafası dumanlı.

İşte ilk tanışmamız komşularımız  ve  misafirleriyle böyle oldu.  Daha sonra sık sık değişik ziyaretçilerle tanışma fırsatımız da oldu tabi ki. Hatta bu sayede Bandırmanın gece  alemcileriyle tanışıp, çevremizi bir hayli genişlettiğimiz de söylenebilir.

Emniyet kuvvetleriyle de tanışmış olduk böylece, kendileriyle epey bir dost olduk da diyebiliriz hatta. Yardımlaşma, birbirimize bilgi taşıma konularında epeyce yol aldık bu sayede.

Gündemdeki arabesk parçaların hepsini ezberlemiştik,devamlı o parçalar dinleniyordu yukarıda,  ben de dinleyip dinleyip hayata kahretmeye başlamıştım bu müzikler yüzünden.
’demir attım yalnızlığa, bir hasret denizinde, ve şimdi hayallerim o günlerin izinde, yüreğimde duygular, ümitlerim nerede ‘’ Ebru Gündeş yukarıda söylüyor, kızıl saçlı güzel komşum üstkatta,  ben aşağıda ümitlerimi arıyordum .

Üst katta daima hareketli ve bazen de hararetli saatler yaşanıyordu geceleri. Gündüz süt liman kesilen ev, gece karabasanların yaşadığı, korku dolu gecelerin yaşandığı Adams ailesinin evine dönüyordu birden.

Kırılan masalar, tekmelenen kapılar… Kırılan kalpler, bir türlü yaşanamayan sevdalar…
Defalarca intihara kalkışmıştı o kızıl saçlı, güzel kadın, bir tane de yavrusu varken hem de.
Kimse böyle bir hayatı yaşamayı istemezdi, alt katta kendi kendime düşüncelerimle kalınca buna karar veriyordum. Hiç kızamıyordum üst katımda yaşananlara. Sadece çaresizlik hissediyordum, bir şeyler yapmalı, bir yardım eli mi uzatmalı?

Yaşam birileri için altın tepside sunulurken pembe, beyaz, bazılarına da kırık dökük bir tepside, boyaları dökülmüş soluk gri bir tepside sunuluyordu belli ki.

Bana selam vermiyordu artık, sanıyordu ki kendisi suçlu. Neler yaşamıştı ki?  Terk mi edilmişti ya da kocasını kaybetmişti, ya da kendisi terk etmişti, gerçek olan şuydu ki yalnızdı şimdi,  kızıyla bir başına kalmıştı belli ki. İstemezdi o da tabi ki insanların yüzüne bakamamayı,  ya da erkeklerin şiddetine maruz kalmayı. Kızını geçindirmek uğruna belki de, erkeklerin dünyasında kalmıştı aslında. Bedeniyle para kazanıyordu, o yüzden de aralıklarla bedeninden intikam almak istiyor gibiydi ve intihara kalkışıyordu sık sık.

Benim kalbim küt, küt, küt. Her gece bir şey olacak  korkusuyla uyuyamamak, yaşadığım üçüncü yeni hayat bu olmuştu, kalp hastası olmaya da az kalmıştı.

Ama çok barınamıyor bu tip yaşantıya sahip insanlar belli bir çevrede, apartmanlarda, toplumda. Yavaşça çekip gidiyorlar başka yaşamlara.

O küçük kamyonet yine geldi bir gün kapıya, bu sefer üst kattan indirilen eşyalar  sadece ruhsuz değil, aynı zamanda da yorgundu. Sahibi gibi, o kızıl saçlı gibi  kırıktı, döküktü.

Aslında üzüldüm onu yolcu ederken, çünkü o kızıl saçlı yukarıda ağlarken, çok teselli etmiştim kendisini ben aşağıda. O bağırırken, hayata kahrederken çok sohbet etmiştim kendisiyle onun haberi olmadan. Aynı arabesk parçaları dinlemiştim  onunla, aynı nefreti duymuştum onu üzen insanlara, ‘’ah be hayat ne acımazsın’’  demiştik beraberce  yaşama.

İlk gördüğümde kızıl saçlı güzel kadını,  ‘’hoş geldiniz’’ demiştim heyecanla,
Şimdi  ise giderken ‘’ güle güle ‘’ dedim, ama  içimden,  ona duyuramadan usulca ve de dostça.