11 Eylül 2020 Cuma

 

 




ÂŞK’ın YASAKLI ZAMANLARI 

Mayalı bir ekmek gibi kabarıyordu içim havasızlıktan ve kalabalıktan.  Kendimi sokağa  atamasaydım, Beşiktaş dolmuşunun volkanı olacaktım az daha. Dışarısı da iyi gelmedi ki… Puslu bir hava. Alçak bulutlar. Akşam, sokağımıza benden önce gelmiş. İşte böyle bir havada ulaştı  bana, memleketi terk ediş haberin.

Sokağa mahallenin çete üyeleriyle beraber girdik. Apartmanın önünde bir karaltı vardı. Hırladı bizimkiler. Uslu durun, dedim onlara, küsüp geri döndüler. Kapının önündeki, Kapüşonu ile kapatmış yüzünü, Merdivenin üst basamağına çökmüştü. Tanıyamadım uzaktan.  Beni görünce kapüşonunu indirdi. Alper’miş.  Gülmek istedi, beceriksizce. Dudakları sarkmış aşağıya, ne desem acaba, der gibi.  Ellerimi tuttu, nasılsın, dedi.

Gözlerim şaşkın, soruyordu ona, Ne işin var bu alaca karanlıkta evimin merdivenlerinde. Anladı, zeki çocuktu.

Cem, Cem gitti.  Bir şeyler geveliyordu.

Yurt dışına kaçtı, ya da böyle bir şeyler. Ben anlayamıyordum.

İki yıl önce tutuklandığını da yine Alper’den duymuştum. Baykuş Alper, diye boşuna isim takmamıştık ona.  Gazetelerin ilk bülteni gibiydi.

Sen kızardın ona, davamıza mesafeli duruyor diye, Biz ülke sorunlarını tartışırken, o integral, türev çözerdi. Arada bir kafasını kaldırıp bize bakar ve romantik devrimciler, der, sizi kim anlayacak ki bu ülkede?  diye de, gülerdi.

Bir kahve içelim, dedim. Beraber çıkmaya başladık merdivenleri. Duvarlara tutunma ihtiyacı hissettim ilk kez.

Alper tanıştırmıştı bizi. Benim gözüm senden başkasını görmez olunca da pişman oldum tanıştırdığıma, diye itiraf etmişti.  Bol sigara dumanlı bir kahvedeydik o gün.  İlk kez sisler arkasından görmüştük birbirimizi. Senin yeşil parkan, fitilli kadifeden kahverengi kasketin.  Hepimizin yeşil parkası.   Âşık olunmayacak zamanlar. Âşık olmanın davaya ihanet sayıldığı zamanlar. Aşkımızı davamızın içinde yeşertip büyüttüğümüz yıllar.

Gitmiştin değil mi ceza evine, dedi Alper kapıdan girerken. Keşke vazgeçse, girmese içeri diye düşündüm.

Gittim, dedim tek kelime.

Canım konuşmak istemiyor, sadece anılarda boğulmak istiyordum .

Gitmez miyim hiç ? Koşup gelmiştim, yakalandığını duyunca, izin vermediler seni görmeme de, bir avukat aracılığıyla zar zor ayarlayabilmiştik bir görüşme. Sarı sakalların uzamıştı iyice, hayal kırıklıkları saçılmıştı görüşme odasının her köşesine.  Anayasal Düzeni yıkmakmış bütün mücadelen. Yalan.  Oysa bağımsız bir vatan diyeydi tüm uğraşın.  Sana bakmıştım uzun uzun. Gözlerinin altında birikmişti, görüp görüp inanamadıkların, dilinin altında da bir türlü söyleyemediklerin, davaya ihanetler, karşı kıyıya geçenler…

Sana üzümlü kek getirmiştim o gün. Bir dilimcik zor yedin. Lokmaları çevirip durdun ağzında. Çıktığında her gün sana üzümlü kek yapacağım, deyince kaçırdın ya gözlerini. Ne oluyor, dedim sana, ama cevap vermemenden anlamalıydım, ters bir şeyler vardı.  Keşke daha çok baksaymışım, gözlerine o gün,   daha derin. Göz kapaklarının altına  girip saklansaymışım hatta.

Şimdi ise Alper geçmiş karşıma,  O gitti,  diyor.

Cezveyi ocağa koyup karıştırırken,  O gitti sözü, kulaklarımda çınlıyor. Bana haber vermeden, diye konuşuyor içimde kırgın birisi.  Kahve köpük köpük olup taşmış. Alper sesleniyor, daldın gittin, diyor. Hem de ne dalmak.  

Gözümün önünden geçiyor,  elimizde bildiriler, perdeleri sıkı sıkı kapatılmış mahallelerde duvarlara yazdığımız sloganlar,  arkamızdan koşan ayaklı coplar, tepemizde kanatlanmış uçuşan mermiler. Yok, olduğun birkaç gün, deliye döndüğüm geceler, sonra da yüzün gözün kan için de bir yol kenarına atılmışlığın, kırmızıya dönmüş parkan, devrimi bir türlü ilan edemediğimiz ama aşkımızı haykırdığımız o gün.

Kahvesini  yudum yudum içiyordu Alper. O günü hatırlıyor musun, dedi, büfenin üzerindeki fotoğrafı işaret ederek. Çevirdim yüzümü kantindeki fotoğrafımıza. İkimiz  oturuyoruz. Ortamıza çöreklenmiş yine birisi. Senin yüzün bende.   

 Sana hiç anlatmamıştım. Bu fotoğrafı çektirdiğimiz günün gecesini.  Alper bana, Gitme, demişti. Elimde boya kutusu, fırçalar, seninle buluşacaktık. Yine karanlık sokaklara dalacağımız, yine ülkeyi kurtaracağımız bir gece. Gitme, başın belaya girecek, demişti. Okulun yarım kalacak. Geleceğini hiç düşünmüyor musun? Hırsla fırlatmıştım elimdeki fırçayı yüzüne.

Şimdi ise  karşıma geçmiş, Sana söyleyememiş diyordu ‘’Gözlerinin içine bakarak, gideceğimi nasıl söylerim, ülkeyi terk edeceğimi ona ‘’ demişsin.  

Alper fırlamış gelmiş sanki fotoğraftan, yanımda senin bana söyleyemediklerini anlatıyor.

Sustu sonra, o kadardı bütün söyleyecekleri. Şimdi  sessizliği  sadece onun kahveyi hüpleterek içişi bozuyordu

Yarın iş seyahatine çıkacağım, Londra'ya, dedi bir süre sonra.  Ama unutma, ben hep yanında olacağım, deyip sarmaladı. Benim ellerim boşta sallanıyordu. 

Çıktı apartmanın kapısından. Perdenin arkasına saklanıp izledim onu. Sokak lambasının altında, bir sigara yaktı, üfledi pencereme doğru.

Daha çok soracak sorularım vardı aslında ona. Koşayım arkasından dedim, ama kalpten sigara dumanlarını görünce sokakta vazgeçtim. Yine perdenin arkasına gizlendim. Oysa kafamda bir çok cevabı verilmemiş soru vardı, benim de söyleyemediğim bir çok cümle.  Koşsaydım peşinden, yakalasaydım ceketinden. Diyecektim ki. Cem’in kahverengi  bir bavulu vardı, benim hediyem.  O bavul ile mi gidecek uzaklara? Sığdırabildi mi ki  mı ki o bavula, yeşil parkasını,  özgürlük kokan davasını,  devrim yazan pankartlarımızı. Sığdı mı ki onunla beraber yola çıkıp canını veren yoldaşları?   Ya doya doya yaşayamadığımız aşk? Bavulunda yer buldu mu acaba?

                         

                                                                      NAZAN ÇİNKO

                                                                              Atölye

 



                                                                      

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder