ÂŞK’ın YASAKLI ZAMANLARI
Mayalı bir ekmek gibi kabarıyordu içim havasızlıktan ve
kalabalıktan. Kendimi sokağa atamasaydım, Beşiktaş dolmuşunun volkanı
olacaktım az daha. Dışarısı da iyi gelmedi ki… Puslu bir hava. Alçak bulutlar.
Akşam, sokağımıza benden önce gelmiş. İşte böyle bir havada ulaştı bana, memleketi terk ediş haberin.
Sokağa mahallenin çete üyeleriyle beraber girdik. Apartmanın
önünde bir karaltı vardı. Hırladı bizimkiler. Uslu durun, dedim onlara, küsüp
geri döndüler. Kapının önündeki, Kapüşonu ile kapatmış yüzünü, Merdivenin üst
basamağına çökmüştü. Tanıyamadım uzaktan.
Beni görünce kapüşonunu indirdi. Alper’miş. Gülmek istedi, beceriksizce. Dudakları
sarkmış aşağıya, ne desem acaba, der gibi.
Ellerimi tuttu, nasılsın, dedi.
Gözlerim şaşkın, soruyordu ona, Ne işin var bu alaca
karanlıkta evimin merdivenlerinde. Anladı, zeki çocuktu.
Cem, Cem gitti. Bir
şeyler geveliyordu.
Yurt dışına kaçtı, ya da böyle bir şeyler. Ben
anlayamıyordum.
İki yıl önce tutuklandığını da yine Alper’den duymuştum. Baykuş
Alper, diye boşuna isim takmamıştık ona.
Gazetelerin ilk bülteni gibiydi.
Sen kızardın ona, davamıza mesafeli duruyor diye, Biz ülke
sorunlarını tartışırken, o integral, türev çözerdi. Arada bir kafasını kaldırıp
bize bakar ve romantik devrimciler, der, sizi kim anlayacak ki bu ülkede? diye de, gülerdi.
Bir kahve içelim, dedim. Beraber çıkmaya başladık
merdivenleri. Duvarlara tutunma ihtiyacı hissettim ilk kez.
Alper tanıştırmıştı bizi. Benim gözüm senden başkasını görmez
olunca da pişman oldum tanıştırdığıma, diye itiraf etmişti. Bol sigara dumanlı bir kahvedeydik o gün. İlk kez sisler arkasından görmüştük
birbirimizi. Senin yeşil parkan, fitilli kadifeden kahverengi kasketin. Hepimizin yeşil parkası. Âşık olunmayacak zamanlar. Âşık olmanın
davaya ihanet sayıldığı zamanlar. Aşkımızı davamızın içinde yeşertip
büyüttüğümüz yıllar.
Gitmiştin değil mi ceza evine, dedi Alper kapıdan girerken.
Keşke vazgeçse, girmese içeri diye düşündüm.
Gittim, dedim tek kelime.
Canım konuşmak istemiyor, sadece anılarda boğulmak istiyordum
.
Gitmez miyim hiç ? Koşup gelmiştim, yakalandığını duyunca, izin
vermediler seni görmeme de, bir avukat aracılığıyla zar zor ayarlayabilmiştik
bir görüşme. Sarı sakalların uzamıştı iyice, hayal kırıklıkları saçılmıştı
görüşme odasının her köşesine. Anayasal
Düzeni yıkmakmış bütün mücadelen. Yalan.
Oysa bağımsız bir vatan diyeydi tüm uğraşın. Sana bakmıştım uzun uzun. Gözlerinin altında
birikmişti, görüp görüp inanamadıkların, dilinin altında da bir türlü
söyleyemediklerin, davaya ihanetler, karşı kıyıya geçenler…
Sana üzümlü kek getirmiştim o gün. Bir dilimcik zor yedin.
Lokmaları çevirip durdun ağzında. Çıktığında her gün sana üzümlü kek yapacağım,
deyince kaçırdın ya gözlerini. Ne oluyor, dedim sana, ama cevap vermemenden
anlamalıydım, ters bir şeyler vardı. Keşke daha çok
baksaymışım, gözlerine o gün, daha
derin. Göz kapaklarının altına girip saklansaymışım
hatta.
Şimdi ise Alper geçmiş karşıma, O gitti, diyor.
Cezveyi ocağa koyup karıştırırken, O gitti sözü, kulaklarımda çınlıyor. Bana haber vermeden, diye konuşuyor içimde kırgın birisi. Kahve köpük köpük olup taşmış. Alper sesleniyor, daldın gittin, diyor. Hem de ne dalmak.
Gözümün önünden geçiyor, elimizde bildiriler, perdeleri sıkı sıkı kapatılmış mahallelerde duvarlara yazdığımız sloganlar, arkamızdan koşan ayaklı coplar, tepemizde kanatlanmış uçuşan mermiler. Yok, olduğun birkaç gün, deliye döndüğüm geceler, sonra da yüzün gözün kan için de bir yol kenarına atılmışlığın, kırmızıya dönmüş parkan, devrimi bir türlü ilan edemediğimiz ama aşkımızı haykırdığımız o gün.
Kahvesini yudum yudum
içiyordu Alper. O günü hatırlıyor musun, dedi, büfenin üzerindeki fotoğrafı
işaret ederek. Çevirdim yüzümü kantindeki fotoğrafımıza. İkimiz oturuyoruz. Ortamıza çöreklenmiş yine birisi. Senin yüzün bende.
Sana hiç
anlatmamıştım. Bu fotoğrafı çektirdiğimiz günün gecesini. Alper bana, Gitme, demişti. Elimde boya
kutusu, fırçalar, seninle buluşacaktık. Yine karanlık sokaklara dalacağımız,
yine ülkeyi kurtaracağımız bir gece. Gitme, başın belaya girecek, demişti.
Okulun yarım kalacak. Geleceğini hiç düşünmüyor musun? Hırsla fırlatmıştım
elimdeki fırçayı yüzüne.
Şimdi ise karşıma
geçmiş, Sana söyleyememiş diyordu ‘’Gözlerinin içine bakarak, gideceğimi nasıl
söylerim, ülkeyi terk edeceğimi ona ‘’ demişsin.
Alper fırlamış gelmiş sanki fotoğraftan, yanımda senin bana
söyleyemediklerini anlatıyor.
Sustu sonra, o kadardı bütün söyleyecekleri. Şimdi sessizliği sadece onun kahveyi hüpleterek içişi bozuyordu
Yarın iş seyahatine çıkacağım, Londra'ya, dedi bir süre
sonra. Ama unutma, ben hep yanında
olacağım, deyip sarmaladı. Benim ellerim boşta sallanıyordu.
Çıktı apartmanın kapısından. Perdenin arkasına saklanıp
izledim onu. Sokak lambasının altında, bir sigara yaktı, üfledi pencereme
doğru.
Daha çok soracak sorularım vardı aslında ona. Koşayım
arkasından dedim, ama kalpten sigara dumanlarını görünce sokakta vazgeçtim. Yine
perdenin arkasına gizlendim. Oysa kafamda bir çok cevabı verilmemiş soru vardı,
benim de söyleyemediğim bir çok cümle.
Koşsaydım peşinden, yakalasaydım ceketinden. Diyecektim ki. Cem’in
kahverengi bir bavulu vardı, benim
hediyem. O bavul ile mi gidecek
uzaklara? Sığdırabildi mi ki mı ki o bavula,
yeşil parkasını, özgürlük kokan
davasını, devrim yazan pankartlarımızı.
Sığdı mı ki onunla beraber yola çıkıp canını veren yoldaşları? Ya doya doya yaşayamadığımız aşk? Bavulunda
yer buldu mu acaba?
NAZAN ÇİNKO
Atölye
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder