TREN'DE
Soyunma odasına kadar duvarlara tutunarak ilerledi. Islak ve
nemli duvarlar. İçerinin anason kokusu, bitmeyen müzik sesi, tiz kadın kahkahaları. Kendini banyoya zor attı. Geceyi boşalttı şehrin
karanlık dehlizlerine.
Aynanın karşısına oturdu. Yıllardır kendisine anlatılan
sırları içinde tutamayıp köşelerinden kusmaya başlamış olan ayna. Her gece
yaşadığını bir daha yaşadı. Kim bu aynadaki kadın? Sarı perukasını çıkarıp,
rimellerini silmeye başladı. Yüzü kasabasının kömürcü erkeklerine benzedi.
Kapının yumruklanması ile kendine geldi.
Eftelya, Eftelya. Kız hala
hazırlanamadın mı?
Tamam, tamam, patlama.
Bavula birkaç simli elbise, birkaç dore ayakkabı, sarı, kızıl
peruka, bir de uyku ilaçlarını koyup çıktı adamın yanına.
Sallanma, acele et. Tren kaçarsa
görürsün gününü.
Sallanan kendisiydi oysa. Ayakta duramıyordu.
Pis sarhoş, dedi kız duyurmadan.
Vagona yerleştiklerinde adam çıkardı nevalelerini. Biraları,
çerezleri. Eftalya düşündü ‘’ nasıl da
alıyor bunları midesi’’
Kızım, ne o, bir trip, bir surat.
Kendine gel. Çok para kazanacağız. Özel matinelere başladık baksana.
Yine aynı sahneler. Kazanılan paralar içkiye, kumara. Eftelya
yarın akşam başka pavyonlara. Dayanamıyorum, dese. Demedi. Birkaç ay önce, bırak beni dediğinde suratı en
moda renge, mora bezenmişti. Ertesi gün arkadaşları dudaklarına silikonu kime
yaptırdın diye sormuşlardı.
Adam tren kalkar kalkmaz sızdı. Çok şükür, bir de onun
gönlünü yapmaya çalışmadım, diye sevindi Eftelya. Horlamaya başlamıştı bile.
Başının altına yastık koysam mı ki, dedi. Elinde yastık durdu adamın başında.
Ben nasıl sevmişim bu adamı.
Kasabasındaki erkekler ellerinde kazmalar geceden madene
iner, günlerce gün yüzü görmezlerdi. Çıktıklarında kapkara olurdu suratları. Sadece
göz bebekleri beyaz. O gözlere bakardı kadın, bir ışıltı arardı. Bulamazdı. Bu madenden kömür taşırdı kamyonuyla genç adam.
Parlak, geniş yakalı gömlekler giyerdi. Gözleri yeşil otlaklar gibiydi. Yüzü, sakalının arkasından, doğan bir güneş. Kornaya
basıp, geldim derdi. Koşardı genç kız. Anasından
az dayak yemedi. Buluştuklarında ise adamın kokusu da çarptı genç kızı. Kömür
değil, katran değil, Ankara rüzgârı kokuyordu buram buram. Rüzgâra kapılıp
savrulup gittiler.
Yastığı bıraktı kenara. Koridora çıktı. Nasıl da hızla
geçiyordu köylerden kasabalardan tren. Evlerin ışıkları göz kırpıyordu kadına. Bahçelerde
iplerde atletler, pantolonlar el sallıyor, çarşaflar rüzgârda yelkenliler gibi
şişiyordu.
Kompartımanın içine döndü, sarımsak kokusu genzini yaktı. Adamın horlaması trenin sesini bastırıyordu.
Yastığı aldı eline tekrar, başının altına koymak üzere. Tren aniden durdu,
elinde yastık düştü adamın yüzünün üzerine. Uyandı adam.
Hey
ne yapıyorsun sen? Deyip, bir tokat attı kadının suratının ortasına. Bir
eli de belindeki soğuk metali okşuyordu.
Bana
bak, aklına yine acayip fikirler getirme, bozma kafamı.
Adam onu banyoda bulmuştu. Bir yıl
kadar önce. Bileklerindeki dikiş izi dövmeleri
vardı şimdi, o geceden hatıra.
Yat, zıbar şuraya.
Bir
ilaç alayım dedi, Eftelya, bir tane attı ağzına.
Bana
da uzat suyu.
Kadın suya bıraktı elindeki birkaç tane
yuvarlağı. Adam daha çok horladı. Eftelya’nın
burnundan kan sızıyordu usul usul.
Tren deli gibi maceradan maceraya
koşmaktan soluk soluğa kalmış, bir mola vereyim deyip yavaşlamıştı. Cama
yapıştırdı kafasını Eftelya.
Bir kasabaya gelmişlerdi. Yolcular
bavulları ellerinde, kimi iniyor, kimi yenidünyaları keşfe çıkıyordu. Neresiydi
burası?
Okuyamadı. Aceleyle çantasını kapıp indi trenden.
NAZAN ÇİNKO
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder