30 Mayıs 2020 Cumartesi

HAYDİ, ANORMAL OLMAYA









HAYDİ, ANORMAL OLMAYA…

Gözümüz aydın. Normalleşme sürecine girdiğimiz duyuruldu.

Normalleşme ne demekse? Belki bir tür kabullenme demek. Yaşamın rutine kavuşması ve onun getirdiği kolaylıkları bir daha kaybetmemek için aman ha, çizgiyi aşmama durumu. Yanlışı görmeme, anormal olanı göz ardı etme. Hani virüs bulaşmasın diye ağzımızı, burnumuzu kapattık ya. Bu daha da kötüsü, gözümüzü kapatma, kulağımızı tıkama gibi.

Eğer, meydanlarda işlenen kadın cinayetlerini, ya da kurşunlara hedef olan çocukları ya da kuyruğuna teneke bağlanan bir köpeği, yıkık viran evleri, bir parça yemek uğruna saatlerce çalışanı, sömürüleni, yakılanı, haksız yere evinden kelepçelenip götürülenleri görmezsek, hayat ne kolay olur değil mi? Normal normal yaşarız böylece.

Eğer kulaklarımızı tıkayıp, hastaların inlemesini, dayak yiyen bir çocuğun ağlamasını,  aç midelerin guruldamasını, nefes alamıyorum diye bağıran adamı, top, tüfek seslerini, bombaların patlamasını duymazsak, ne kolay olur yaşamak değil mi? Normal normal yaşayıp gideriz böylece.

Ama düze çıkmak, kaybolan adaleti bulmak, doğruya ulaşmak için bazen anormal zamanlar gerekir. Bazen birazcık umut yeşertmek için acı çekmek iyi gelir insanlığa. Çileli hayatlarda umut hep hazırdır filizlenmeye. Karnın tok, sırtın pekse normalleşiverir dünya.

‘’Bireyin en acınası hali, hareketsiz olduğu ve zamanını boşa harcadığı anlardır’’ demiş Payot. İşte bu sözü duymuş gibi İnsanlar bu dönemde dört duvar arasında hiç boş durmayıp, Payot’a cevap verdi sanki. Birçoğumuz kendi iç dünyası ile hesaplaştı. Kimisi iki ayakkabı ile de yaşanırmış, dedi, kimisi yaslanacak bir omzu özledi, kimileri hep üretti, masallar okudu sanal âlemde insanlara, sanatçılar konserler verdiler.   Mutfak umutları yeşerttiğimiz yer oldu. Hamurlar mayalandıkça, ekmekler piştikçe, umutlarımız da kabardı sanki.

Evet, büyük büyük adamlar yine kavgaya devam etti. İnsanlar evlerinde mahsur kalmış, işlerinden olmuş, hastalar tedaviye hastanelere gidemezken onlar birbirlerini suçlamaya devam ettiler utanmadan. Halktan para istediler, alıştıkları üzere, tek fark bu sefer açık açık söylediler.  Çünkü onların normali buydu. Onların normali belirledikleri kurallara dayatmalara uyan bireyler olmamızdı. Onların normali otoriteyi sorgulamayı aklından bile geçirmeyen insanlar, demekti. Onlar bizim gibi dört duvar arasında umut yeşertmeye gerek duymadılar. Onlar para, hırs, iktidar ile boğuşmaktaydılar çünkü. Onlardan yeni filizler çıkmazdı, onlardan yeni barış çiçekleri açmazdı.

Ama önemli olan bizleriz.  Bizim yeşerteceğimiz umut filizleri. Bizim sulayacağımız barış çiçekleri. Beraberce bu karanlık dönemden uzaklaşıp, yeni bir gelecekte yaşamımızın pamuk ipliğine bağlı olmadığı, minik bir virüsün bizi evlere kapatmadığı yeni bir dünya hayal etmek bizim elimizde.

İşte tam da bunun için, yeni normal denilen dönemde gözlerimizi daha çok pörtletip, kulaklarımızı daha bir sivriltip,   biraz acayip olup,  biraz delirmeliyiz. Büyük adamların bizi alıştırmaya çalıştıkları normale ayak uydurmayıp,  madem anormal zamanlardan geçtik, biraz elimize yüzümüze anormal olmayı bulaştırmalıyız.

 Ne dersiniz?




16 Mayıs 2020 Cumartesi

DOLAPTAKİLER








DOLAPTAKİLER

Boğulduğumu hissettiğim günlerden biri daha. Dolaplarım da benim gibi nefes alamıyorlardı  kalabalıktan, yer yer  örümcek ağlarından. O yüzden bu karantina günlerinde, fırsat bu fırsat deyip,  el atmaya karar verdim onlara. Rahatlarım belki dolabımı boşaltırsam. Eskileri elden geçirirsem, yer açarım nefes almaya. Kapağı açtığımda, üzerime yığıldı etekler, pantolonlar, gömlekler, Jean’lar. Sonunuz geldi dedim onlara, hunharca güldüm sonra da.

Elime ilk geçen bir etekti. Kim bilir kaç yıl oldu seni giymeyeli, dedim lacivert, yeşil ekoseli mini eteğe. Artık yer kaplama bu dolapta.

Sakın dokunma, diye bir ses duydum yanı başımda. Kim konuşuyor ki diye bakındım etrafıma. Etek mi, etek konuşamaz ki… Saçmalama dedim kendime.
Beni atamazsın, demez mi ince ve derinden bir ses yine. Kaptırmışım. Neden atamazmışım, diye cevap verirken buldum kendimi.
Bir koklasana beni, dedi. Kokladım. Dolapta yıllardır durmanın verdiği ağır rutubetli koku vardı üzerinde burnuma gelen.
Gözlerini kapatarak kokla şimdi, hadi bir daha lütfen, dedi yalvararak… Oturdum yatağın üzerine. Kokladım bir daha ta içime kadar. Öğretmenlik yıllarım geldi gözümün önüne. Öğrencilerim koktu burnumun direğine. Derse koşuyorum. Geç kalmışım. . Üzerinde kaşeden ördekbaşı bir ceket. Vatkalar uçak pisti. Üzerimde lacivert yeşil ekose etek.Kulağımda gümüş halkalar. ŞMG Lisesinin binlerce adıma  bedel koridorları. Dersimiz kimya. Konumuz asitler bazlar. Amonyak  kokusu genzimi yakıyor. Öğretmenler odasından dibi karanlık, etrafı aydınlık mumların yanık  kokusu geliyor burnuma.  Sınavdaki öğrencilerin  birer serçe yüreğine dönüşen kalp atışları  kulağımda.

Açmaya çalıştım gözlerimi, nemden yapışmışlar açamadım.  Mutlu oldun mu şimdi, dedim avucumdaki eteğe. Buruşturup  attım yatağın üzerine. Çıktım yatak odasından.

Geçtim mutfağa, bir kahve içip kendime gelmeliyim, dedim. Kavanozu açınca mutfağa yayılan kahve kokusu bile iyi geldi. Bir fincan alayım dedim, attım elimi dolaba. Aa kulpu çatlamış, deyip kenara koydum bir tanesini.
Atamazsın beni, diye bir ses kulağımda çatlak çatlak. Bu konuşan etek olamaz ki, o yatak odasında kaldı dedim.
Beni ayıramazsın ailemden, biz bir takımız, dedi bir de. Fincan dile gelmiş konuşuyordu. Niye atmayacakmışım ki, bu sefer atacağım işte, dedim inatla.

Hatırlasana benim bu eve gelişimi. En yakın dostun Melis getirmişti bizi bu eve taşındığınızda. Bu evi ne zorluklarla almıştınız. Taksitleri ödeyebilmek için kocan ikinci bir işe girmişti. Arabanıza benzin bile alamamıştınız uzunca bir süre. İşte o zorluklarla aldığınız eve ilk gelen eşya bendim. Daha koltuklarınız, giysileriniz, çocuğunun oyuncakları  gelmeden ben gelmiştim Melis’in ellerinde.Beni atarsan Melis ne der sana. Unutma o gitti  ama seni izliyor yukarıdan. Üzülmez mi acaba? Hem sonra sana ne kadar uğurlu gelmiştim. Her falında bir bir anlatmıştım neler yaşayacağını. Kızının sınavı kazanacağını ben müjdelemiştim sana. Yollar çıkardım ucu açık, tatillere gönderdim seni.Kardeşinin çocuklarını ben müjdelemiştim. Kırmızı spor araba alacaksınız, demiştim de inanmamıştın.

Hangi dolaba açsam, dile gelmeye başladı bütün eşyalar. Gömleği, pantolonu bülbül kesildi. Sehpanın üzerindeki minik Çin porseleni vazo, unutma babaanneni dedi, gümüş aynalar öğretmen arkadaşlarının hikâyesi…Çekoslavak malı pasta tabakaları , dokunamazsın bize, annenin çeyizinden kalmayız biz, diye bağrışıyorlardı.
Beyaz şile bluz, balayında  Çeşme'den almıştın beni, diye sızlanıyordu… Kitaplara asla dokunamazsın, yasaklı.  Hepsi belgelenmiş. Kimi İstanbul Mayıs 2017, kimi Bursa 2020, kimi Antep 2019…İçinde minik notlar. Belki torunlarım  okur diye…

Hepsi sırtıma binmiş, belim iki büklüm. Yüzlerce eşya susmuyor bir türlü.  Kafam dolmuş dolmuş ha patladı ha patlayacak. Binlerce anı sörf yapıyor çalkantılı  beynimde.

Yeter, yeter diye bağırdığımı hatırlıyorum en son ambulansın içinde, beyaz gömlek giydirirlerken. 


9 Mayıs 2020 Cumartesi

TÜRKİYE'DE ANNE OLMAK









TÜRKİYE’DE ANNE OLMAK

Küçük gelin olmaktır, sonra da küçük anne olup, bebeğiyle evcilik oynamaktır.

Kırsalda ise çocuğunu sırtına bağlayıp tarlaya gitmek, pamuk toplamak, domates kazmaktır. Sonra eve gelip ev ahalisinin karnını doyurmaktır.

Kentliyse işe giderken çocuğunu bakıcılara ya da kreşlere bırakmak, evin bütçesine katkıda bulunmak, sonra yine dönüp eve çeki düzen verip, fırına tavuk atmaktır.

Et yemeyen kızına ıspanak,  sebze yemeyen oğluna köfte,  diyetteki kocasına salata yapmaktır.

Çocuğu hasta olunca izin almaya kalktığında, patronundan git çocuğuna bak, evinde otur diye azar işitmektir.

En az üç çocuk doğurması beklenendir.

Erkeklerle eşit şartlarda doğup, eşit eğitim görüp daha az para kazanmaktır. . Aynı kariyeri yapıp yükselememektir. Yükseliyorsa da altında başka nedenler aranmasıdır.

Ütü yaparken çocuğunun şiirini ezberlemesine yardımcı olmak, bulaşık yıkarken maillerini kontrol etmektir.

Elinin hamuruyla erkek işine karışma sözüne muhatap olmak demektir.

Sürekli endişeli olmak, adaletin olmadığı bu dünyada çocuğunu nasıl koruyacağını düşünmektir.

Ekstra dikkatli, ekstra koruyucu olmaktır. Tacizin, ensestin ağlarını sardığı bir toplumda Çocuğunun güvenliğinden hiçbir zaman emin olamamaktır.

Sınavlarını başarıyla geçsin diye okunmuş pirinç toplamak, iş bulsun diye Zekeriya sofraları adamaktır.

Kızına uygun bir damat  , oğluna da gelin adayı  yakıştıramamaktır.

Çocuğu başarılıysa mutluluktan,  dibe çakıldıysa üzüntüden ağlamaktır.

Marketlerde çikolata isteyen çocuğundan gözlerini kaçırıp cebindeki paraları çaktırmadan saymak demektir.

Yavrusunu bu toprakları korumak için, sınırlarda   nöbet tutsun diye askere  yollamak,  Tezkere gününe kadar uyumamaktır.

 Bayrağa sarılı olarak geri gelen çocuğu için,  gözyaşlarını içine akıtıp  VATAN SAĞOLSUN demektir.

Meydanlarda, bir gece aniden kaybolan çocuklarını aramak için nöbet tutuyor diye dayak yemek veya parti kapılarına oturup kayıp çocuklarını aramaktır.

On yaşındaki kız çocuğunun cesedini sokağa çıkma yasakları yüzünden soğutucuda korumaktır.

Çocuğunu ekmek almaya gönderip sağlam gelecek mi diye camda beklemektir.

Ekranlarda gördüğünde,üzerine yapıştırılan etiket  hiç önemli değil, kaybedilen her gence ağlayandır.

Dünyaya meydan okuyup, her işi yaptığı halde mecliste hep kotalarla ifade edilmektir. Ya da bir partinin vitrini olmaktır.

Çocuğu için şiddete, horlanmaya katlanmaktır.

Namus cinayetlerinde hep mağdur olmaktır.

Çocuğunu kendisi dövse de, sövse de, eleştirse de, terlik fırlatsa da, babası eleştirince cüppesini kuşanmaktır.

Umudunu yitirmemek, çocukları için ayakta kalmayı başarmaktır.

Erkenden yaşlanmaktır.

Bu topraklarda anne olmak dünyanın en zor işidir.







2 Mayıs 2020 Cumartesi

SENİN ÜLKEN KORKUTUYOR







SENİN ÜLKEN KORKUTUYOR.

Benim ülkem. Yüz  metre karelik ülkem. Üç vilayeti, bir başkenti olan. Kurallarını kendimiz belirlediğimiz, zamanı böldüğümüz yeni dünyamız. Birbirini özgür bırakmış üç insan. Kimsenin üstünlük taslamadığı,  kabarmış bir hindinin bulunmadığı… Uyarılar yapıcı tonlarda, alt perdeden. Uyarılan korkmuyor dışlanır mıyım diye. Uyaran demiyor, bu yüz elli metrekarenin haini sensin diye. Üç vilayet. Kimi ramazanı yaşıyor. Kimi tesbih elinde. Kimi Amerikan dizilerinde kilise kilise geziyor. Başkent mutfak. Ortak payda. İnsanoğlu, doymak istiyor. Bütün çaba bu değil mi, ister elli metre kare, ister beş bin metrekare. Fark etmiyor. Ortak payda ise tokluk hissi, miden açlığa, beynin özgürlüğe,  kalp adalete, yürek vicdana doymak istiyor. Benim ülkemdekiler tok yaşıyor.

Senin ülken 783.562 kilometre kare. Kocaman. Ve de korkutuyor. Sen de sıkışmışsın sınırlarına, bizim gibi oysa.  Aynı zor günleri yaşıyorsun yüz elli metrekaredekiler gibi. Dayanışmaya ihtiyacın var, yardıma belki. İnsansın, beşersin, ülkesin çökersin. Tarih kitaplarına sığmıyor alınacak dersler.

Senin ülken. Korkutuyor. Kutsal ayın ilk günü.  Dinine sığınmış insanlara, inanmaya hazır, huzura aç, ezan sesi bekleyen insanlarına ‘’…“Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terk etmezse,  Allah o kimsenin yemesini, içmesini bırakmasına kıymet vermez.” (Buhârî, Savm 8, Edeb 51)… “Kim Ramazan ayını oruçlu geçirir ve haramlardan ve iftiradan sakınırsa, Allah ondan razı olur ve cenneti ona farz kılar. “Oruç tutunuz ki, (madden ve mânen) sıhhat bulasınız!” (Heysemî, 203 III, 179) demiyor.  Birleştirmiyor. Ayrıştırıyor. Daha ilk gün, ‘’Allah eşcinselliği, zinayı lanetlemiştir" diye bas bas bağırıyor. Bir dur, bir düşün. Kutsal bir gün böyle mi açılır beyinlerde… Korkutuyor senin ülken.

Senin dünyan korkutuyor. İnsanlar ölü sayısı takip ediyor. Bir kişi azaldıysa mutlu oluyor. 0hh çok şükür bugün 99 kişi ölmüş. Diğer tarafta ise konuşanların dilini kesip ölümden beter ediyor.  Bir tarafta tecavüzcüyü, katili serbest bırakıp, bir tarafta farklı düşünenleri karanlık dünyalara mahkûm ediyor

Senin ülken korkutuyor.  Konuşmaktan, eleştirmekten, farklı olmaktan korkuyor senin insanların. Unutur işte insanoğlu. Dün sen konuşurdun camilerimi kapattı diye, bugün başkası konuşur özgürlüğümü kısıtladı diye. Dün sen ona dinsiz, komünist dersin, bugün o sana faşist der.  Senin ülken korkuyor. Bırak desin, kim ne derse, kelimelerle çökmez bu ülke. Çökecekse ki eğer, yakalım o halde dünyadaki bütün sözlükleri… Oysa ne kadar çok dil o kadar çok dünya,  ne kadar çok kelime o kadar huzur. Ne kadar çok şiir, o kadar rahatlama, ne kadar çok düşünce o kadar birlik, beraberlik ve büyük ülke gelecek ardından.

Ama işte, Senin ülken güven vermiyor. Biz saraylardakiler, tuzu kurular bunları onyüzbininciye  gösterirken birbirimize 18 yaşında bir genç, Ali, sokağa çıkma yasağını deldiği için vuruluyor. Biz saraydakiler, tuzu kurular bunları milyonuncuya sağır kulaklarımıza konuşurken Ali ceza almamak için kaçarken sokakta kurşunlanıyor. Kurşun sesi kulaklarımızda yankılanıyor.

Benim ülkem 150 metrekare ya da elli metrekare… Huzur yaymaya çalışırken dünyaya, senin ülkenden çürük yumurta kokuları geliyor burnuma. Pencereleri kapatmıştık, panjurları da indiriyoruz yavaşça.