1 Şubat 2020 Cumartesi

BALIKÇI TEKNESİ








BALIKÇI TEKNESİ

Güneş tepemde ama iliklerime kadar üşüyordum.  Oysa alev topunun etrafında hem kanat çırpıyor hem de tam tutuşacakları zaman uzaklaşıyordum hızlıca. Yeni ufuklara doğru uçuyordum, bir balıkçı teknesinin güvertesinde. Ağlar kaplamış güverteyi, birkaç balık takılmış aralarına, kalmış öylece.  Bir kırmızı yengeç yan yan bakıyor bana. Küçümser gibi beni. Ey, İdris kardeş, ülkeni, evini terkediyorsun, ama başka diyarlarda mutlu olacak mısın sanki, der gibi.

Kalbim ise kimseyi dinlemiyor, özgürlüğünü istiyor yengeçin bakışlarına rağmen, öyle bir deli deli çarpıyor ki,  ağzımdan  çıktı  çıkacak.

Ya bulurlarsa beni, ya yakalarlarsa?

Arada bir teknenin arkada bıraktığı, köpüklü sulara bakıyordum. Anamı görüyordum. Kurumuş toprak elleriyle beni yakalayan, gitme, gitme yavrum, diye yalvaran yaşlı kadını.  Ama  ne yazık ki ben kararlıydım, Bırak anacığım, bırak gideyim, diyordum acımasızca. Babam eve gelmiş o sırada, bırak Meryem, bırak gitsin, diyor gözleri ezberlemek ister gibi yüzümün her bir köşesinde geziyor. Anam çekiyor ellerini üzerimden. Bir elini abim bırakmıştı zaten yıllar önce, diğer elini de ben bırakıveriyorum. Salıveriyor anam iki elini boşluğa.

Mecburdum gitmeye. Ne kadar uzağa olursa o kadar iyiydi. Önce Yunanistan’a , sonra da belki Amerika, Kanada imkanım olsa uzaya. Mesafeler arttıkça kurtulurdum gözümün bebeğine yerleşmiş kopuk kollardan, yerlere saçılmış bağırsaklardan, mayınlardan. . Yıllardır doğduğum yerlerde bitmek bilmeyen lanet bir terör karabasan gibi üzerimizdeydi.

O uğursuz gece karar vermiştim uzaklaşmaya buralardan.  Boran’ın cesedini  Cizre sokaklarından alamadığımız gece. Küçük çocuk annesi hastalanınca ilaç bulmak için atmış kendini sokaklara. Dur, demişler, birileri sağdan birileri soldan. Anlatamamış ki derdini. Diyememiş ki annem hasta, diye. Dediyse bile kulakları sağırmış etrafını kuşatanların. Bütün ülke sağırmış da duymamış kimse çığlıklarını. Sokakta yatıyordu boylu boyunca,  biz pencerelerden, kırık dökük camlardan bakıyorduk.  On beş yaşındaydı Boran.

Anılarım bile bombalanmıştı, doğduğum hastane,  okullarım, sokaklarım.  Okumayı söktüğümde öğretmenimin taktığı kırmızı kurdele bir duvara yapışmış, annemin üzerime ilk örttüğü battaniye tel örgülere takılmış.

Sokaklarda attığım her adımda Boran’ın cesedi takılıyordu ayağıma.

Şimdi ise balıkçı teknesinde, denizin ortasında ben bir bilinmeze doğru giderken, güneş kavuşuyordu ufkuna,  ardında delice bir rüzgâr. Zor indim kamaraya, tutuna tutuna. Yatağa uzandım, yere de bir tas koydum. Gözlerimi kapatınca anacığım sallıyor sandım beşiğimi. Kulaklarımda yanık bir ezgi, bir ninni.  Her sabah sobanın üzerine koyup kızarttığımız ekmeklerin kokusu burnuma geliyor bir yandan da. Abimi alıp götürüyor birileri evden  zorla, daha ekmeklerini bile yemedi oğlum, diye bağırıyor anam arkalarından.  Birden bir silah sesi, sıçrıyorum yatakta. Duvardaki sararmış solmuş bir tablo dalgaların gücüne karşı koyamayıp düşmüş yere, uyandırdı beni. Kirli masanın üzerindeki  akmış tükenmez kalemlerle dolu  vazo da savruldu yere. Kalemler yuvarlandı kimi masanın altına, kimi kapının arkasına, vazo birkaç parçaya ayrıldı.  İndim yatağımdan, parçaları toplamaya çalıştım, acaba yapıştırsam eski vazo olur muydu ki yeniden?

Dalgalar artıyordu gittikçe, elimde yer yer sırları dökülmüş çinko tas, bütün geçmişimi boşalttım gözlerimden yaşlarla.

Ayak sesleri duyunca topladım kendimi, sessizce girdim yatağın altına. Dalgalar, martılar balıklar hepsi dilini yutmuştu. Bir tek damlayan musluk sesi kalmıştı hayatta.

Ya sahil güvenlikse, ya beni geri götürürlerse?

İDRİS, neredesin, oğlum, dedi bir ses, reisin sesiydi bu.

Başımı uzattım yatağın altından,

Gülerek, kara gözüktü dedi bana, kara gözüktü…

                                                                       (YAZIYA GİRİŞ 2)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder