BALIKÇI TEKNESİ
Güneş tepemde ama
iliklerime kadar üşüyordum. Oysa alev
topunun etrafında hem kanat çırpıyor hem de tam tutuşacakları zaman uzaklaşıyordum
hızlıca. Yeni ufuklara doğru uçuyordum, bir balıkçı teknesinin güvertesinde. Ağlar
kaplamış güverteyi, birkaç balık takılmış aralarına, kalmış öylece. Bir kırmızı yengeç yan yan bakıyor bana.
Küçümser gibi beni. Ey, İdris kardeş, ülkeni, evini terkediyorsun, ama başka
diyarlarda mutlu olacak mısın sanki, der gibi.
Kalbim ise kimseyi
dinlemiyor, özgürlüğünü istiyor yengeçin bakışlarına rağmen, öyle bir deli deli
çarpıyor ki, ağzımdan çıktı
çıkacak.
Ya bulurlarsa beni, ya
yakalarlarsa?
Arada bir teknenin
arkada bıraktığı, köpüklü sulara bakıyordum. Anamı görüyordum. Kurumuş toprak
elleriyle beni yakalayan, gitme, gitme yavrum, diye yalvaran yaşlı kadını. Ama ne
yazık ki ben kararlıydım, Bırak anacığım, bırak gideyim, diyordum acımasızca. Babam
eve gelmiş o sırada, bırak Meryem, bırak gitsin, diyor gözleri ezberlemek ister
gibi yüzümün her bir köşesinde geziyor. Anam çekiyor ellerini üzerimden. Bir
elini abim bırakmıştı zaten yıllar önce, diğer elini de ben bırakıveriyorum.
Salıveriyor anam iki elini boşluğa.
Mecburdum gitmeye. Ne
kadar uzağa olursa o kadar iyiydi. Önce Yunanistan’a , sonra da belki Amerika,
Kanada imkanım olsa uzaya. Mesafeler arttıkça kurtulurdum gözümün bebeğine
yerleşmiş kopuk kollardan, yerlere saçılmış bağırsaklardan, mayınlardan. .
Yıllardır doğduğum yerlerde bitmek bilmeyen lanet bir terör karabasan gibi
üzerimizdeydi.
O uğursuz gece karar vermiştim
uzaklaşmaya buralardan. Boran’ın
cesedini Cizre sokaklarından alamadığımız
gece. Küçük çocuk annesi hastalanınca ilaç bulmak için atmış kendini sokaklara.
Dur, demişler, birileri sağdan birileri soldan. Anlatamamış ki derdini.
Diyememiş ki annem hasta, diye. Dediyse bile kulakları sağırmış etrafını
kuşatanların. Bütün ülke sağırmış da duymamış kimse çığlıklarını. Sokakta
yatıyordu boylu boyunca, biz pencerelerden,
kırık dökük camlardan bakıyorduk. On beş
yaşındaydı Boran.
Anılarım bile
bombalanmıştı, doğduğum hastane,
okullarım, sokaklarım. Okumayı
söktüğümde öğretmenimin taktığı kırmızı kurdele bir duvara yapışmış, annemin
üzerime ilk örttüğü battaniye tel örgülere takılmış.
Sokaklarda attığım her
adımda Boran’ın cesedi takılıyordu ayağıma.
Şimdi ise balıkçı
teknesinde, denizin ortasında ben bir bilinmeze doğru giderken, güneş kavuşuyordu
ufkuna, ardında delice bir rüzgâr. Zor
indim kamaraya, tutuna tutuna. Yatağa uzandım, yere de bir tas koydum. Gözlerimi
kapatınca anacığım sallıyor sandım beşiğimi. Kulaklarımda yanık bir ezgi, bir
ninni. Her sabah sobanın üzerine koyup kızarttığımız
ekmeklerin kokusu burnuma geliyor bir yandan da. Abimi alıp götürüyor birileri
evden zorla, daha ekmeklerini bile
yemedi oğlum, diye bağırıyor anam arkalarından. Birden bir silah sesi, sıçrıyorum yatakta. Duvardaki
sararmış solmuş bir tablo dalgaların gücüne karşı koyamayıp düşmüş yere,
uyandırdı beni. Kirli masanın üzerindeki
akmış tükenmez kalemlerle dolu vazo da savruldu yere. Kalemler yuvarlandı
kimi masanın altına, kimi kapının arkasına, vazo birkaç parçaya ayrıldı. İndim yatağımdan, parçaları toplamaya
çalıştım, acaba yapıştırsam eski vazo olur muydu ki yeniden?
Dalgalar artıyordu gittikçe, elimde yer yer sırları dökülmüş
çinko tas, bütün geçmişimi boşalttım gözlerimden yaşlarla.
Ayak sesleri duyunca topladım kendimi, sessizce girdim yatağın
altına. Dalgalar, martılar balıklar hepsi dilini yutmuştu. Bir tek damlayan
musluk sesi kalmıştı hayatta.
Ya sahil güvenlikse, ya beni geri götürürlerse?
İDRİS, neredesin, oğlum, dedi bir ses, reisin sesiydi bu.
Başımı uzattım yatağın altından,
Gülerek, kara gözüktü dedi bana, kara gözüktü…
(YAZIYA GİRİŞ 2)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder