SÜT EVİ
Süt evi ’ne girerken ayaklarım
titriyordu. Aynı telefonda sesimin titrediği gibi. Ona, istersen görüşebiliriz,
dediğim andaki gibi. Karşıdaki sesin de, olur, dediğinde titrediği gibi. Erken
gitmek istemiştim, onun kapıdan girişini görmek için.
Gelecek mi acaba, diye endişeli bir bekleyişe eşlik eden
kalbim küt küt atıyordu. Midem açlıktan mı, gerginlikten mi eziliyordu,
bilemiyordum.
Duvarlara vermeye çalıştım dikkatimi, duvardaki koyu kahverengi
çerçeve ile korunmaya alınmış fotoğraflara. İki ya da üç neslin fotoğrafı
olmalıydı bu fotoğraflar, aile fotoğrafları... Siyah beyazlarda eski adamlar, eski kadınlar vardı. Adamlar fesli, kadınların bazıları çarşaflı. Sonra renklenivermişti fotoğraflar, günümüz adamları, kadınları yerlerini almıştı. Adamlar kasketlerini takmış, kadınlar tayyörlere geçmişlerdi. Hiç
koparmamışlar bağları demek ki, süt evi toplamış belli ki hepsini bir arada.
Mekan kadar eski görünen emektar garson gelip sordu,
bir şey ister misiniz? diye, bir menü uzattı bana. Kahverengi deri kapak ile
kaplı bir menü… Dokunma isteği uyandırıyordu insanda yer yer yıpranmış deri.
Annemi bekliyorum, deyiverdim bilinçsizce. Annemi
bekliyorum, daha önce, bu kelimeyi hiç kullanmamıştım, ağzımdan dökülüvermişti,
ben bile şaşırdım.
Kulağıma üflüyordu derinden bir gramofon, bekledim de
gelmedin, diye…
Duvardaki fotoğraflardaki insanların bazıları da tanıdık
gelmişti bana. Biri Zeki Müren’di galiba. İbrahim Tatlıses de buradaydı.
Diğerleri ünlü siyasetçiler Necmettin Erbakan, Demirel… Hepsi sıra sıra poz
verip sıralanmışlardı, beni izliyorlardı, onlarda merakla bekliyorlardı,
gelecek mi ki diye?
Gelmeyecek herhalde, diye düşünürken…
O göründü kapıda. Siyah bir elbise giymiş, siyah bir minik
çanta omuzunda. Siyah üzerine beyaz puanlı bir fular boynunda, fiyongu yandan bağlanmış.
Alçak topuklu siyah rugan ayakkabıları
ile tahtaları gıcırdatarak girdi içeriye. Onun da telefondaki titreyen sesi
gibi, dizleri titriyor muydu acaba yine?
Ne yapılırdı, bir çocuk annesini görünce ne yapardı? Koşarak sarılır mıydı, öper miydi ki yanağından, koklar mıydı ki doya doya? Ben bilmiyordum,
o biliyor muydu ki, ben onu da bilmiyordum. Oturdu karşıma usulca, ürkek, sanki
ürkek bir tavşan gibiydi. Korkmasına gerek var mıydı ki? Ben sadece kızıydım,
bir avcı değildim.
Bana öfkeli misin, dedi daha en başında. Sesi sigara
içenlerin sesi gibiydi, biraz erkeksi…
Değilim, dedim korkmasın benden istedim
Oysa ben hep nefret ediyordur benden diye düşündüm yıllarca
Bilmem ki etmedim işte, sadece merak ettim. Hem beni doğuran
kadın kötü değildir diye düşündüm
Benden daha olgunmuşsun.
Herkes öyle derdi benim için. Öyle derlerdi
de, neden olgun olduğumu hiç düşünmezlerdi. Bilmezlerdi hiç şımaramadığımı
evdeki cicianneye, hep uslu kız olmak zorunda kaldığımı, hiç çocuk olamadığı... Söylemek istedim
bunları ona, ama tam o sırada,
Emektar garson geldi başımıza. Garson ’un suçu yoktu ama gelmeseydi de
söyleyemeyecektim zaten, biliyordum.
Annen gelmiş, dedi
Gözlerimi masanın mermerinin desenlerine kaçırıverdim.
Dalgalı dalgalı kahverengi, sarılar vardı aralarında, sanki annemin dalgalı saçları. Okşamak istedim içimden o desenleri.
Emektar garson ’un sesiyle kendime geldim birden,
Emektar garson ’un sesiyle kendime geldim birden,
Ne istersiniz, karar verdiniz mi?
Sütlaç istedim ben. Çok severdim sütlü tatlıları.
O da istedi fırın sütlaç.
Üzeri hafif yanmış kahverengi bir kabuk
bağlamış halde geldi tatlılarımız. İlk kaşığı daldırınca unuttum masadaki
gerginliği. Sütlacın yanık tadı dağılmıştı
damağımdan tüm uzuvlarıma.
Evlenmiş, bir oğlu varmış, benden birkaç yaş daha küçük.
Yaşıyorlarmış işte, kendi hallerinde, herkes gibi.
Suçluyor musun beni, dedi
Neden ki, dedim
Seni aramadım
Âşık olmuştum başkasına. Babanla ailemin zoruyla
evlendirilmiştim. O da sevemedi beni, yapamadık. Seni de bana vermediler tabi
ki. Suçluydum çünkü bir başkasına gönül vermiştim. Seni bulsam ne diyecektim
ki, nasıl anlatacaktım ki, hiç bilemedim.
O konuştukça konuşuyordu artık. Ben de sütlacıma devam
ediyordum arsızca. Ağzıma metal kaşığın tadı gelene kadar sıyırdım tabağımı, tek
pirinç tanesi kalmayana kadar. Tabağımızdakileri bitirirdik biz, arkamızdan ağlar sonra derdi ciciannem.
O da susmuştu şimdi. Derdini anlatmıştı
bana, yılların yükünü atmıştı üzerinden, boşalıvermişti sağanak yağmur gibi.
Konuşması bitmişti, baktım ki sütlacına
dokunmamıştı, yok yok bir kaşık almıştı galiba.
Ne demeliydim şimdi ona.
Peki, ama konuşmasak da olmaz mıydı ki? Mesela konuşmasak da
sadece o benim elimi tutsa. Mesela ben başımı onun omuzuna dayasam. Mesela ben onun süt kokulu tenini koklasam.
Ne çok şey söylemek istiyordum aslında ona. Derslerimde
başarılı olduğumu, seneye üniversite sınavına gireceğim için çok çalıştığımı, yazmayı öğrendiğim günden beri günlük tuttuğumu ve bütün sayfaların ona olan özlemim ile dolu olduğunu, elimdeki tek fotoğrafını da yastığımın altında
sakladığımı, hatta hatta sınıftaki bir çocuğa âşık olduğumu anlatmak istedim
ona. Ama, ama hiçbirini anlatamadım.
Sümbül’ün kokusu gelmez olmuştu burnuma. Sütlaç da çok şekerliydi
sanki genzimi yakmıştı. Müzik de susmuştu bizimle beraber...
Kalkalım mı dedi.
Olur, dedim, hiç itiraz etmedim.
Bana doğru uzandı, heyecanlandım, sarılacak sandım. O ise eğilip vazodaki sümbülü aldı.
Birden saçlarından ve teninden üzerine sinmiş yoğun bir tütün kokusu yayıldı.
Bana doğru uzandı, heyecanlandım, sarılacak sandım. O ise eğilip vazodaki sümbülü aldı.
Birden saçlarından ve teninden üzerine sinmiş yoğun bir tütün kokusu yayıldı.
Kalktık, tahtaları gıcırdata gıcırdata kapıya doğru yürüdük.
Süt evi de buram buram süt kokmaya başlamıştı. Bir taraftan da tepsi tepsi sütlaçlar
çıkıyordu mutfaktan tezgâhlara.
Midem bulandı.
bayilirim Sütlaça # yaninda güzel hikaye
YanıtlaSil