6 Nisan 2019 Cumartesi

SÜT EVİ







SÜT EVİ
Süt evi ’ne girerken ayaklarım titriyordu. Aynı telefonda sesimin titrediği gibi. Ona, istersen görüşebiliriz, dediğim andaki gibi. Karşıdaki sesin de, olur, dediğinde titrediği gibi. Erken gitmek istemiştim, onun kapıdan girişini görmek için.

Süt evi’ nin eski, tahta döşemesi, üzerinde yüründükçe gıcırdıyordu. Tahtalar da Süt evi gibi yüz  yıldan beri zamana meydan mı okuyorlardı ki? Kapıyı en iyi gören masayı seçtim içeri girince, ayakları ahşap, üzeri mermerdendi masaların.  Hayat gibiydi, sıcak ve soğuk bir aradaydı.  Üzerlerinde minik vazolar ve içlerinde birer dal sümbül vardı. Sümbül kokusu başımı döndürecek kadar yoğundu.

Gelecek mi acaba, diye endişeli bir bekleyişe eşlik eden kalbim küt küt atıyordu. Midem açlıktan mı, gerginlikten mi eziliyordu, bilemiyordum. 

Duvarlara vermeye çalıştım dikkatimi, duvardaki koyu kahverengi çerçeve ile korunmaya alınmış fotoğraflara. İki ya da üç neslin fotoğrafı olmalıydı bu fotoğraflar, aile fotoğrafları... Siyah beyazlarda eski adamlar, eski kadınlar vardı. Adamlar fesli, kadınların bazıları çarşaflı. Sonra renklenivermişti fotoğraflar, günümüz adamları, kadınları yerlerini almıştı. Adamlar kasketlerini takmış, kadınlar tayyörlere geçmişlerdi. Hiç koparmamışlar bağları demek ki, süt evi toplamış belli ki hepsini bir arada.

Mekan  kadar eski  görünen emektar garson gelip sordu, bir şey ister misiniz? diye, bir menü uzattı bana. Kahverengi deri kapak ile kaplı bir menü… Dokunma isteği uyandırıyordu insanda yer yer yıpranmış deri.

Annemi bekliyorum, deyiverdim bilinçsizce. Annemi bekliyorum, daha önce, bu kelimeyi hiç kullanmamıştım, ağzımdan dökülüvermişti, ben bile şaşırdım.

Kulağıma üflüyordu derinden bir gramofon, bekledim de gelmedin, diye…

Duvardaki fotoğraflardaki insanların bazıları da tanıdık gelmişti bana. Biri Zeki Müren’di galiba. İbrahim Tatlıses de buradaydı. Diğerleri ünlü siyasetçiler Necmettin Erbakan, Demirel… Hepsi sıra sıra poz verip sıralanmışlardı, beni izliyorlardı, onlarda merakla bekliyorlardı, gelecek mi ki diye?
Gelmeyecek herhalde, diye düşünürken…

O göründü kapıda. Siyah bir elbise giymiş, siyah bir minik çanta omuzunda. Siyah üzerine beyaz puanlı bir fular boynunda, fiyongu yandan bağlanmış.  Alçak topuklu siyah rugan ayakkabıları ile tahtaları gıcırdatarak girdi içeriye. Onun da telefondaki titreyen sesi gibi, dizleri titriyor muydu acaba yine?

Ne yapılırdı, bir çocuk annesini görünce ne yapardı? Koşarak sarılır mıydı, öper miydi ki yanağından, koklar mıydı ki doya doya? Ben bilmiyordum, o biliyor muydu ki, ben onu da bilmiyordum. Oturdu karşıma usulca, ürkek, sanki ürkek bir tavşan gibiydi. Korkmasına gerek var mıydı ki? Ben sadece kızıydım, bir avcı değildim.

Bana öfkeli misin, dedi daha en başında. Sesi sigara içenlerin sesi gibiydi, biraz erkeksi…

Değilim, dedim korkmasın benden istedim

Oysa ben hep nefret ediyordur benden diye düşündüm yıllarca

Bilmem ki etmedim işte, sadece merak ettim. Hem beni doğuran kadın kötü değildir diye düşündüm

Benden daha olgunmuşsun.

Herkes öyle derdi benim için. Öyle derlerdi de, neden olgun olduğumu hiç düşünmezlerdi. Bilmezlerdi hiç şımaramadığımı evdeki cicianneye, hep uslu kız olmak zorunda kaldığımı, hiç çocuk olamadığı... Söylemek istedim bunları ona, ama tam o sırada,
Emektar garson geldi başımıza.  Garson ’un suçu yoktu ama gelmeseydi de söyleyemeyecektim zaten, biliyordum.

Annen gelmiş, dedi

 Gözlerimi masanın mermerinin desenlerine kaçırıverdim. Dalgalı dalgalı kahverengi, sarılar vardı aralarında, sanki annemin dalgalı saçları. Okşamak istedim içimden o desenleri.

 Emektar garson ’un sesiyle kendime geldim birden,

Ne istersiniz, karar verdiniz mi?

Sütlaç istedim ben. Çok severdim sütlü tatlıları.

O da istedi fırın sütlaç.

Üzeri hafif  yanmış kahverengi bir kabuk bağlamış halde geldi tatlılarımız. İlk kaşığı daldırınca unuttum masadaki gerginliği.  Sütlacın yanık tadı dağılmıştı damağımdan tüm uzuvlarıma.

Evlenmiş, bir oğlu varmış, benden birkaç yaş daha küçük. Yaşıyorlarmış işte, kendi hallerinde, herkes gibi.

Suçluyor musun beni, dedi

Neden ki, dedim

Seni aramadım

Vardır bir sebebi dedim

Âşık olmuştum başkasına. Babanla ailemin zoruyla evlendirilmiştim. O da sevemedi beni, yapamadık. Seni de bana vermediler tabi ki. Suçluydum çünkü bir başkasına gönül vermiştim. Seni bulsam ne diyecektim ki, nasıl anlatacaktım ki, hiç bilemedim. 

O konuştukça konuşuyordu artık. Ben de sütlacıma devam ediyordum arsızca. Ağzıma metal kaşığın tadı gelene kadar sıyırdım tabağımı, tek pirinç tanesi kalmayana kadar. Tabağımızdakileri bitirirdik biz, arkamızdan ağlar sonra derdi ciciannem.

O da susmuştu şimdi. Derdini anlatmıştı bana, yılların yükünü atmıştı üzerinden, boşalıvermişti sağanak yağmur gibi. Konuşması bitmişti, baktım ki sütlacına dokunmamıştı, yok yok bir kaşık almıştı galiba.

 Ne demeliydim şimdi ona. 

Peki, ama konuşmasak da olmaz mıydı ki? Mesela konuşmasak da sadece o benim elimi tutsa. Mesela ben başımı onun omuzuna dayasam. Mesela ben onun  süt kokulu  tenini koklasam. 

Ne çok şey söylemek istiyordum aslında ona. Derslerimde başarılı olduğumu, seneye üniversite sınavına gireceğim için çok çalıştığımı, yazmayı öğrendiğim günden beri günlük tuttuğumu ve bütün sayfaların ona olan özlemim ile  dolu olduğunu, elimdeki tek fotoğrafını da yastığımın altında sakladığımı, hatta hatta sınıftaki bir çocuğa âşık olduğumu anlatmak istedim ona. Ama, ama  hiçbirini anlatamadım.

Sümbül’ün kokusu gelmez olmuştu burnuma. Sütlaç da çok şekerliydi sanki genzimi yakmıştı. Müzik de susmuştu bizimle beraber...

Kalkalım mı dedi.

Olur, dedim, hiç itiraz etmedim.

Bana doğru uzandı, heyecanlandım, sarılacak sandım. O ise eğilip  vazodaki sümbülü aldı.

Birden saçlarından ve teninden üzerine sinmiş yoğun  bir tütün  kokusu yayıldı.

Kalktık, tahtaları gıcırdata gıcırdata kapıya doğru yürüdük.

Süt evi de buram buram süt kokmaya başlamıştı. Bir taraftan da tepsi tepsi sütlaçlar çıkıyordu mutfaktan tezgâhlara.

Midem bulandı.
                                                           



1 yorum: