28 Kasım 2018 Çarşamba

HAYAT YARIM MUTLULUKLARDAN İBARETMİŞ -4-






HAYAT YARIM MUTLULUKLARDAN İBARETMİŞ -4-

-         BABA  -

Annem kapıyı açmayınca, gece yarısı pijamalarla sokakta kaldım. Çok kızgındı bana annem.

’karını bulmadan bu eve gelme’’ dedi.

Karım ve çocuğum, giderlerken ‘’gitme, kal ‘’ diyememiştim. Dönerler hemen sanmıştım, gece yarısı nereye gideceklerdi ki. Oysa arkasına bile dönüp bakmadan çekip gitmişti. Korkak sanırdım onu, yaptıklarıma hiç karşılık vermez, sineye çekerdi. ‘’ne kadar aptalmışsın’ ’dedim kendime. ‘’Yıllardır yanı başındaki kadını tanıma zahmetine bile katlanamamışsın. ‘’

’gece yarısı nereye ‘’demedim onlara. Erkeklik gururum varmış ya, güya gurur yapmıştım. Gurur falan değilmiş yaptığım, düpedüz akılsızlıkmış, aptallıkmış. Hayatımızı mahvedecek her türlü saçmalığı yapıp, bir de erkekliğime laf gelmesin diye ‘’gitme, kal’’diyememek .

Annemin de beni eve almaması, kesinlikle hak ettiğim bir davranış aslında. Çoktan hak ettim ben bunları da, kendime söylemeye cesaretim yoktu. Evet, dışarıya çok düşkündüm. Gece hayatı, oyun, ev ise ikinci adresimdi ancak. Ama daha ötesi bir de kötü davranırdım karıma, şiddet bile uyguladığım olmuştu. Sözlü taciz eder, aşağılardım onu, acıtırdım canını.

Tıpış tıpış dönecek, dedim, ama kıyamayıp çocuğumuzu getirdi, kendisi gelmedi. Güya ben gurur yapıyordum, oysa gururun kralı ondaydı.

O gece pijamalarla, bütün arkadaşlarımızı dolaştım. Kimseye uğramamıştı bu süreler içinde.
Annesinin evine gittiğimde, bir gece kalıp çıktıklarını öğrendim. Suratsız babasının evinde kalamazdı, bilirdim ben onun babasını.

Ah, ama ah işte. Ben de bu yüzden rahatça eziyordum ya onu. Gidecek yeri yok diye.

Ertesi gün, daha ertesi gün aramadığım, sormadığım yer kalmadı. Eve de dönemiyordum, dönemezdim onu almadan sokaklardan, hem annemden korkumdan, hem de kendime verdiğim sözden.

Ama ben tüm bu yaptıklarıma karşın şanslı bir adammışım. Kimbilir, hayat bana bir şans daha vermek istemiştir  belki de. Gerçekten çok üzgündüm, gerçekten çok pişmandım, gerçekten kendimden nefret ediyordum. onu bir bulsam, hepsini, bütün hissettiklerimi anlatacaktım ona.

Dedim ya, bu duygu ve düşüncelerimdeki samimiyetim karşılığını bulmuştu bir yerlerde.

Birkaç gün sonra telefonuma bir mesaj geldi. Aynı filmlerdeki gibi ‘’bir dost’’ yazıyordu. Karımın yerini ve adresini yazmıştı bana bir dost.  

Koştum, gittim bir dostun verdiği adrese.  Bir oteldi bu adres ve O, oradaydı.

Yanına gittim ve:

’Bir şans daha ver bana, bu aptal adama ‘’ dedim.



27 Kasım 2018 Salı

UCUBE İTTİFAKLAR





UCUBE  İTTİFAKLAR

Kökleri Orta Asya’ ya uzanan, üzerinde Hitit, Frigya, Lidya, Urartu, Bizans, medeniyetlerine ev sahipliği yapan, bir dönem Asya, Avrupa, Afrika ‘ da OSMANLI rüzgârları estirip, adı söylendiğinde kıtaları titreten,  çeşitli sebep ve sonuçlar ile sona erip, devrini tamamlayıp, işgal edilmiş topraklara dönüşen, ama yokluk ve zorluklara karşın emperyalist işgalci devletlere ‘’HOOOP DURUN BAKALIM’’, diyerek dünyaya ders veren bir ülkenin yeşerdiği topraklardan,

Kıl çadırlardan saraylara adım atan Osman Beyleri, Fatih’leri, Beyazıt’ları, Sokolluları, Mustafa Kemal’i, İnönü’leri, Karabekir’leri, Fevzi Çakmak’ları, daha yakın tarihlerde Menderes’leri, Demirel’leri, Ecevit’leri, Özal’ları yetiştiren topraklardan,

Hangi fraksiyondan olursa olsun, hangi partiden gelirse gelsin, hangi görüş ve düşünce doğrultusunda olursa olsun, gördükleri, yaşadıkları veya yanlış olarak düşündükleri politikalara, sadece daha iyi bir hayat, daha adaletli bir yaşam veya daha eşitlikçi bir demokrasi uğruna halk adına karşı çıkabilen ve bu uğurda can veren Deniz Gezmiş’leri ve arkadaşlarını, daha yakın tarihte Gezi ruhunu yaşamak adına Berkin Elvan’ları, Ali İsmail’leri, ya da 15         Temmuz’u milat sayanları düşünerekten, kendini tankların önüne atarak canını veren yüzlerce insanımızı yetiştiren topraklardan,

Yıllardır ve de çok yıllardır demokrasi, özgürlük ve barış uğruna cezaevlerinde hayatını sürdürenlerden, hücrelerde işkence görenlerden, o duvarların ardında hastalanıp gün ışığına hasret kalıp ölenlerden, ülkesinden sürülenlerden, ülkesine sevdalı ama uzak bırakılanlardan,

Mevlanalardan, Yaşar Kemallerden, Nazım Hikmetlerden, Halide Ediplerden, Tevfik Fikretlerden, Necip Fazıllardan, Zülfülerden, Peyami Safa’ları yetiştiren bu topraklardan,

Yıllardır çözemediğiniz ama bir türlü de yüzleşemediğiniz beceriksizliklerinizin sonucunda yarattığınız korku dağları yüzünden, sizin gidemediğiniz ama küçücük yavrularımızı gönderdiğiniz gerçek ve soğuk ve karanlık ve de ürkütücü dağlarda şehit olan Mustafalardan, Halillerden, Cemillerden, Ahmetlerden, binlerce Mehmetçikten, görev şehitlerimizden, Aybüke öğretmenlerden,

HİÇ Mİ HİÇ UTANMADAN,

TEK BAŞINIZA BİR SEÇİME BİLE GiRMEKTEN KORKARAKTAN,

DEVLETİN BEKAA’SI DİYE UYDURDUĞUNUZ BİR YALANA,

DENİZE DÜŞEN YILANA SARILIR MİSALİ SARILARAK,

PARTİLERİNİZİN BEKASINI  kurtarmak uğruna kurduğunuz İTTİFAKLARA,  değil, MİLLET İTTİFAK’I

ya da

 CUMHUR İTTİFAK’ı, ancak  ve  ancak UCUBE İKTİDARI denir.

UCUBE İTTİFAK’ I.




23 Kasım 2018 Cuma

HAYAT YARIM MUTLULUKLARDAN İBARETMİŞ -3-







HAYAT YARIM MUTLULUKLARDAN İBARETMİŞ -3-


-         BABAANNE -

Gecenin bir yarısı, kalın perdelerin ardından gördüm gidişlerini. Tutmuştu çocuğunun elinden, arkasına bile bakmadan gidiyordu. Bence kesin ağlıyordur, ama göstermez kimseye gözyaşlarını, onurlu kadındır benim gelinim.

Ama koşamadım ardından, ah şu dizlerim, izin vermediler ki bana.
Koşup diyemedim ardından:

‘’ Nereye bu saatte, bu karanlıkta, bir başına, küçücük bir çocukla’’

Ama kapı kapanıp da oğlum gelince yanıma, yapıştım yakasına. Romatizmalı, yamuk yumuk parmaklarımla, yumrukladım göğsünü.

’ Kaçırdın en sonunda karını, çok bile dayandı sana ‘’

’hep gece yarıları geldin eve, bir de gelince sofralar istedin, kurdurdun kadına, bir de beğenmeyip devirdin her seferinde ‘’

‘’işini, gücünü batırdın, içki masalarında, bir de kumar çıkardın başımıza, yedin bütün nafakamızı ‘’

’hiç olmazsa iyi davransaydın karına, seni taşıyordu hiç olmazsa çocuğunun hatırına, benim hatırıma ‘’

Ama oğlum da iş yoktu ki, iki kız çocuktan sonra üçüncüsü erkek olunca, babası öyle bir şımartmıştı ki. Ne doğru dürüst okuyabildi, ne tam bir meslek sahibi olabildi, tam bir mirasyedi oldu çıktı. Evlenirse düzelir dedim, çocuğu olursa düzelir dedim, resmen şu gül gibi kızı da yaktım.
Utanmadan bir de bana:
‘’ Nereye gidecek ki, suratsız babası da almaz onu eve. Biraz sonra dönüp gelir, bak göreceksin’’ dedi.
İyice sinirlendim de, gittim odama, birkaç parça eşyamı koydum çantama ‘’ben de gidiyorum'' dedim de, zorla oturtturdu beni , kilitledi kapıyı da, gidemedim.

Ama gelmediler, ben biliyordum gelmeyeceğini de benim kafasız oğlum anlamazdı böyle hassas işleri.
O gece gelmediler, ertesi günde gelmediler. Oğlum sesini kesmiş, sus pus pencerenin önünde oturuyordu, kim bilir kafasından neler geçiriyordu? Çok üzgün olduğu belliydi. İlk defa onu bu halde görüyordum. Sokağa adımını atmaz olmuştu, rakı şişelerini çöpe attığını gözlerimle gördüm. Bana ‘’ aç mısın, bir şeyler hazırlıyayım mı sana’’ diye sormaya başladı. Hiç konuşmadım, hiç cevap vermedim tabi ki. Çok kızgındım ona, hem de çok.

Birkaç gece sonra, kapının zili çalınca, ikimiz de heyecanla kalktık yerimizden.  O, fırladı, koştu kapıya. Ben arkasından gitmeye çalışıyordum yavaş yavaş, topallaya, topallaya. Bir de baktım, oğlumun kucağında çocuk, uyumuş bir halde. Ama gelinim yok yanlarında. Anladım ki çocuğa kıyamadı, annelik işte, getirdi kapıya bıraktı.

Çocuğunu götürdü yatağına, kendisi de oturdu yere, halının üzerine. Başladı ağlamaya:
’ne yapacağım ben şimdi. Dönmeyecek asla bana ‘’ diye.
Yapıştım yakasına:
‘’çabuk, koş, uzaklaşmış olamaz, buralardadır daha ‘’ diye gönderdim onu sokaklara. Koştu dışarıya hem de pijamalarını bile çıkarmadan.

Biraz sonra geldi yine kapıya, baktım ki yalnız, yoktu karısı yanında, bulamamıştı herhalde.
Açmadım kapıyı oğluma.
‘’ Hiç boşuna zile basıp durma ‘’ dedim ona.
‘’ Onu bulmadan gelme bu eve, asla açmayacağım bu kapıyı sana, onsuz gelirsen’’ dedim.
’Saçmalama anne, pijamalarımla ne yaparım ben sokaklarda, gece yarısı ‘’dedi.
’Beni ilgilendirmez, ne yaparsan yap, istemiyorum seni bu evde tek başına ‘’dedim ona.

Pijamalarla bıraktım onu sokaklarda, hiç de pişman olmadım. Bazen çocuklara kötü anne olmak gerekirdi, geç de olsa anlamıştım bunu da…

17 Kasım 2018 Cumartesi

HAYAT YARIM MUTLULUKLARDAN İBARETMİŞ -2-





HAYAT YARIM MUTLULUKLARDAN İBARETMİŞ. -2-

     -ANNE-

 Çalıştığım lokantada, patrona tokat attığım gece, ayrılık gecemizdi. Anamdan, babamdan ayrılmıştım, kocamdan ayrı düşmüştüm, kardeşlerimin hepsi başka şehirlere, illere taşınmıştı,  bu sefer ki başkaydı ama.  Bu ayrılık, yaşadığım her an acısını duyacağım, sorgulayacağım, kendimi suçlayacağım bir ayrılık olacaktı, biliyordum bunu.

Ama bir lokantanın, iş yerinin içinde ne kadar devam edebilirdi ki bir anne ve çocuğun hayatı? Geçiciydi tabi ki, kalacak bir yer bulana kadar, başımızı sokacak bir odamız olana kadar. Ah,ama insanoğlu işte, çiğ süt emmiş derler ya. Ah, işte kadın olmak, hem de yalnız olmak,  bir başına olmak, muhtaç olmak.

Patrona attığım tokat hayatımı yönlendirecek, geleceğimi hatta geleceğimizi yönlendirecek bir tokattı.

Patrona attığım tokat, beni bekleyen, gideceğim yolun özetiydi aslında.

Bizi iyi şeyler beklemiyordu, bizi bekleyen yollar zor ve dikenliydi. Bu dikenler bütün vücuduma batabilirdi, ama çocuğuma batmamalıydı. Onu bu dikenli yollardan yürütemezdim. Ne kadar koruyabilirdim ki onu bu çiğ süt emmiş insanlardan, önce yer verip, yiyecek veren, sonra da karşılığını bekleyenlerden, kendimi ne kadar koruyabilecektim bakalım?

İyi insanlarda çıkacaktır karşıma, iyi insanlar da var mutlaka dünyada. Dikensiz yollarda vardır muhakkak ki bu yaşamda. Biliyorum ve inanıyorum tabi ki buna da. Ama ya rastlayamazsam onlara, ya karşılaşamazsak bir yerlerde o iyi insanlarla. Ya bulamazsam o dikensiz yolları, ya karıştırırsam sokakları…

Baktım, gayet masumane, masada kaşığı elinde olan yavruma, onun altın sarısı saçlarına, saçının her bir telini mimledim kalbimin tam ortasına…

Kaldırdım onu masadan, daha karnını doyurmadan, en sevdiği yemekten bir kaşık almasına bile fırsat vermeden.

Hiç sormadı yine ‘’ nereye gidiyoruz ‘’, ‘’neden gidiyoruz ‘’ diye. Tutuştuk elele, çıktık sokaklara yine. Yürüdük karanlıkta, yürüdük sokaklarda. Bir parka geldik, parkta bir bankın üzerine oturduk, yorulmuştuk. Koydu başını dizlerimin üzerine, uzattı minik ayaklarını bankın üzerine. Küçücük canı var tabi ki, uykusu gelmişti artık, yine de iyi dayanıyordu bu dikenli yollara. Hemencecik uyuyuverdi, dizlerimin üzerinde. Tek tek elledim saçlarının her bir teline, mıhladım her birini kalbimin bir köşesine.

Aldım sonra da onu kucağıma, hafifcecik geldi bana, kuş gibi geldi bana. Keşke kuş olsak, keşke kanatlarımız olsa da uçsak… Sessizce, onu uyandırmadan, ürkek adımlarla çıktım parktan, tıpkı ürkek bir serçe gibi… Yürüdüm, yürüdüm karanlık sokaklarda. Gökyüzünde o kadar çok yıldız vardı ki, ama benim tutacak bir dileğim bile yoktu. Ayaklarım beni evimizin olduğu çıkmaz sokağa getirmişti. Yol uzasın istedikçe ben, bitivermişti gidilecek yollar, yakın oluvermişti sokaklar.
Tam evimizin kapısında indirdim onu kucağımdan, paltomu serip kapının önüne, yatırdım uyuyan prensimi paltomun üzerine.

Sonra da zile bastım ve hemen oradan uzaklaştım.

Kapı açıldı, içeriden pijamalı kocam çıktı. Uyuyordu demek ki sıcak evde, yatağında,  oysa biz sokaklarda.

Yerde yatan çocuğumuzu görünce telaşla kaldırdı onu yerden, aldı kucağına. Baktı etrafına şaşkın şaşkın, koştu sağa sola,  sarı saçlı prensim kucağında. Göremedi beni tabi ki.

Girdiler içeriye baba ve oğul. Anne dışarıda kalmıştı artık, çıkmıştı tamamen dünyalarından. Ne kadar yaşayacağımı bilmiyordum ama yaşadığım, nefes aldığım her anı kendimle, vicdanımla hesaplaşacağım bir şekilde yaşamaya mahkûm etmiştim kendimi, bunu biliyordum.

İleride anlayacak mıydı ki beni?
 Hak verecek miydi ki bana?
Nasıl anlatacaklardı yaşadıklarımızı ona?
Birazcık da olsa hatırlayacak mıydı ki beni?
İşte bunları bilmiyordum.

10 Kasım 2018 Cumartesi

HAYAT YARIM MUTLULUKLARDAN İBARETMİŞ -1-





HAYAT YARIM MUTLULUKLARDAN İBARETMİŞ…-1-

             -ÇOCUK-

Annem elimi sıkı ama çok sıkı tutmuştu, öyle ki parmaklarımı kıracak sanmıştım, o kadar sıkı yani. Bana tutunuyordu, küçücük bana dayanmıştı sanki bütün vücuduyla, bütün zayıflığıyla. Minicik bedenimle dayanağı olmuştum sanırım o an onun. Minik ellerimden cesaret akıyordu onun o narin ellerine.

Evden çıktığımızda, annemin bir elinde bir çanta diğer elinde benim elim vardı. Ve arkamızdan bakan gözler vardı bir de. Geriye dönüp bakmaya çalıştığımda annem sertçe çekmişti beni, arkama bakmamı engellercesine. Görmüştüm yine de, perdenin arkasından bakan gözler vardı bize. Babaannemin gözleri ve babamın gözleri vardı,  tüllerin ardında.

Babam ‘’nereye gidiyorsunuz’’ diye sormuyordu
’bu karanlıkta sokaklarda ‘’ demiyordu.

Ben annemleydim ya, fark etmezdi, annem olsun yanımda, o bana yeterdi.
Yine de merak ediyordum tabi ki, nereye gidiyoruz aniden, babamsız, yapayalnız.

Cevap bulamayacağım sorular, küçücük bir çocuğa anlamaz diye verilmeyen cevaplar. Oysa ben bazı şeylerin farkındaydım tabi ki. Babamla annemin sık sık birbirlerini üzdüklerini, annemin kızarmış gözlerini bana fark ettirmemek için ‘’toz kaçtı gözüme ‘’dediğini, oysa biraz önce ağladığını.
Çocuklar bilir her şeyi, görür görünmez zannedilenleri, hisseder küçük kalpleri.

Annem ile anneannemlerin evine gittiğimizde hiç de hoş karşılanmadığımızı da hissetmişti bu yorgun minik çocuk. Dedemin hep asık olan suratı bizi görünce, gecenin o saatinde bir karış daha asıldı. ‘’hoş geldiniz ‘’bile demedi. Ne yapacağını şaşıran zavallı kadın, anneannem ‘’ aç mısınız?’’ diye sorunca, ‘’ ben çok açım ‘’ diyecektim ki annem’’ biz tokuz ‘’ deyiverdi. .’’Bir bildiği vardır annemin ‘’dedim kendi kendime ve sustum. Midemi kemiren farelere de‘’uslu durun, tokmuşuz ‘’deyiverdim.

Ben ‘’uslu durun’’dedim ya, hiç de uslu durmadılar. Bütün gece midemi kemirdiler. Aç kalmayı öğrendim o gece, aç kalmanın ne anlama geldiğini. Önüme konan tereyağları kokuyor diye yemeyişimin şımarıklık olduğunu, bir gecede anlayıverdim. 

Sabah kahvaltı hazırlamış anneannem, dedem masada nefes almadan atıyor ağzına peynirleri, yumurtaları ve hiç başını kaldırıp bize bakmadan. Masadakilerin hepsini ben de ağzıma dolduruvereyim, mideme gönderivereyim derken, bütün gece açlıktan midemi kemiren farelerde masadakileri görünce sevinçten hoplayıp zıplarken, annem yine demez mi?

‘’ sağ ol anne, biz acıkmadık ‘’

Çıktık anneannemin evinden de yine, annemin elinde bir çanta ve de ben, bir de midemdeki aç fareler.
Hiç şikâyet etmedim, hiç ‘’acıktım ‘’demedim. Çünkü bilirdim ki varsa yiyeceği, anneler önce çocuğuna yedirir de kendisi aç kalır. Alışmıştım, fareleri de susturmuştum bir süre.

Bir sokak çeşmesinden su içtik kana kana. Boş mideye de hiç iyi gelmiyormuş su, anladım onu da.
’bulaşıkçı aranıyor’’ yazısını görünce bir dükkânın camında, daldı içeriye hemen annem, beni de sürükleyerekten.

’çocuğa yemek lütfen’’ dediğini duydum, önlüğünü takarken önüne, bulaşık yıkamak üzere.
Koydular benim de önüme bir tas çorba ve de Atatürk’ün en sevdiği yemeklerden. Kuru fasulye, bulgur pilavı ve de hoşaf. Ben de çok severdim bu yemekleri. Hem Atatürk’ü hem de onun sevdiği yemekleri çok severdim. Bayram yaptı midem ve midemdeki fareler. Ömrümde yediğim, en lezzetli kuru fasulye, en lezzetli pilavdı bunlar. Bir daha sanki bu lezzeti hiç bulamadım, baklava böreklerde bile.

Kaybedince mi anlaşılıyordu sahip olduklarının değeri, bilmem ki?

Bizim orada, lokantada yatmamıza izin verdiler birkaç gece. Patron acımıştı halimize. Ben de yardım ediyordum, lokantada çalışan abilere.

Lokantadaki geçen günlerimizden en son hatırladığım, belleğimde kalan en son sahne, annemin patrona attığı bir tokattı. Tam yemek yemeğe başladığım bir andı. Tabağımdaki kuru fasulyeden bir kaşık almıştım daha. Annem kaldırdı beni masadan ‘’ gidiyoruz ‘’ dedi, çekti kolumdan.

Yine aç kalacaktık, anlamıştık beraberce, ben ve midemdeki farelerim.

Ama o gecenin sonunu nasıl getirdiğimizi hiç hatırlamıyorum, sanki bir şeyler tamamen silinmiş yaşadıklarımdan, o birkaç saat zamandan…

Sabah olup da uyandığımda evimde, odamda, yatağımdaydım. Yumuşacık yatağımda üzerimde bebeklik yorganım, oyuncaklarım, kitaplarım… Mutfaktan gelen kokular, sucuk, sosis kokuları… Hepsi vardı, hepsi vardı da.  Annem yoktu.

Hepsi bir arada olamayacaktı anlaşılan benim hayatımda.

Biri varsa, biri yok olacaktı,

Anlamıştık farelerim ve ben bunu,

 Şu küçücük yaşımızda…



3 Kasım 2018 Cumartesi

TAC MAHAL:SONSUZLUKTA BİR İNCİ TANESİ





TAC MAHAL:  SONSUZLUKTA BİR İNCİ TANESİ.

Yüzyıllardır dillerden düşmeyen bir aşk hikâyesinin belgesine doğru yola çıktık. Ortaokulda Türkçe 
kitabından hatırlıyorum Tac Mahal’i.  Şah Cihan’ı ve biricik aşkı Ercümend Banu ya da diğer adıyla
 Begüm Mümtaz Mahal’i. O zamandan yer etmiş beynime, yüreğime. Masal gibi okumuştuk,
 varmış işte, masal değilmişçesine.




Etkilenmek üzere gidiyorsun, hazırsın etkilenmeye… Hazırsın orada o en büyük aşkı ve bu aşkı ölümsüzleştirmek üzere yapılmış  muazzam intizamı, düzeni bulmaya…

Her bir köşe öyle bir ölçülüp, biçilip, düşünülüp yapılmış ki, bir daha, bir daha bakasın, bir eksik 
bulasın geliyor insanın içinden. Ama bulamıyorsun.  Tam buldum sanıyorsun, kuleleri dik değil 
bunun diyorsun. Sonra bilhassa dışa doğru hafif yatık yapıldığını öğreniyorsun. Depremlerde kuleler 
çarpıp birbirine, binaya zarar vermesin diye.

1600’ lü yıllarda mimari dehalara şapka çıkarmak gerekiyor aslında. Özellikle şimdiki yapıları görünce.


300 yıl önce Babür İmparatorluğunun tahtındaki Şah Cihan daha 15 yaşında iken Meena pazarında 
görüp aşık olduğu ve 20 yaşına geldiğinde saraya 3. Eşi olarak aldığı Ercümend Banu’ya farklı 
duygularla bağlanmıştır. Zira Ercümend Banu çok güzel olmasının yanında çok akıllı bir kadındır. 
Artık kocasının en büyük yardımcısı olmuştur. Hem danışmanlığını yapar hem de en sadık arkadaşı 
olur kocasının. Şah Cihan karısına Mümtaz Mahal adını vermiştir. SARAYIN GURURU





Şah Cihan’a 14 çocuk verir  Mümtaz Mahal. Bütün seferlerinde yer alıp,
 hiç yalnız bırakmamıştır Şahını. Son hamileliğinde de yine bir sefere çıkarlar. 14. Çocuğunu doğururken bu defa ne yazık ki, 
sevgili eşinin kollarında can verir, bu son seferlerinde. Şah Cihan o kadar etkilenir ki, hayata küser,  
1 yıl kadar bir süre kendini kapatır sarayında. Sonra karar verir, sevgili karısını yaşatacak bir şeyler 
yapmaya.

Mimarı İranlı bir üstat olan İsa Han, kubbeleri ise Mimar Sinan’ın öğrencileri tarafından yapılmış bu  nadide eser. 1631’ de başlayan eserin tamamlanması 21 yıl sürmüş olup, 22 bin işçi çalıştırıldığı söylenir. Dünyanın en çok para ve emek harcanan yapısı olarak Dünyanın 7 harikası arasında yer alan Saray’ın bahçesi Anadolu’dan getirilen bitkilerle, kullanılan taşlar ise Çin, Tibet, Sri Lanka gibi diyarlardan binlerce fil ile taşınarak tamamlanmıştır.


Günün ilk saatlerinde pembe,Gün aydınlandıkça beyaz,Akşam ay ışığında ise altın rengine bürünmektedir  TAC MAHAL. 





 Bu renk değişimi Mümtaz Mahal’in ruh durumundaki değişiklikleri temsil ediyor diye söylenir efsanelerde.
Ayrıca başka bir efsanede ise, Tac Mahal’in yapımı bittikten sonra, çalışan işçilerin kollarının, aynı yapıttan bir tane daha yapmasınlar diye kesildiği söylenir.
Şah Cihan’ın oğulları arasında iktidar kavgası başladığında, oğullarından ALEMGİR, aynı zamanda annesinin doğururken öldüğü çocuğu, kardeşini alt ederek iktidarı ele alır ve babasını da, Tac Mahal’in karşısında yer alan AGRA KALE’ sine hapseder. Şah Cihan bundan sonraki yaşamını odasından karısı için yaptırdığı eserini seyrederek tamamlar.


Hindistan’ın en geri kalmış bölgelerinden birinin ortasında bir inci tanesi gibi parlayan TAC MAHAL yüzyıllardır bu aşka şahit olmak isteyen insanlarla dolup taşmaktadır. 




Hatta bir İngiliz Lordu Edward Lear ‘’ Dünya’da insanlar 2’ ye ayrılır. Tac Mahal’i görenler ve görmeyenler diye ‘’ demiş,  yazılanların yalancısıyız vallahi J Biz de görenler sınıfına dahil olup,  kubbenin ucundan da tutup, geri dönerken kâh etkilenip, kâh üzülüp, kâh duygulanıp, kâh kıskanıp, kâh romantizme kapılıp, çeşitli duyguların rüzgârına kapılaraktan çıkıyoruz gerçek dünyaya. 
Güneş batmak üzeredir, hiç batmayan bir aşkın eteklerinde....