13 Ekim 2018 Cumartesi

SON SEFER





SON SEFER

Karısı’’bu son seferin, ona göre ‘’ demişti, sabah daha ışıklarını odalarına göndermeden önce, karanlıkta.

Soğuk, buz gibi bir odaydı, hani çiftler birbirini ısıtır ya yataklarında, ısıtamıyorlardı onlar  birbirlerini, onların yatakları da soğuktu, evleri de, kalpleri de,  buz gibiydiler.

Bir zamanlar sevmişti de mi evlenmişti kendisiyle acaba, yanında, yorganın altına saklanmış, yoluk yoluk saçları dışarıda, kısık kısık ölü gözler ile kendisine bakan karısı.

Ya kendisi. Sevmiş miydi bu yataktaki yabancıyı?

Kadın, tiz sesiyle nefes almadan ‘’ yeter artık suların içinde debelendiğin. Balık malık kalmadı bu denizlerde artık, bunu bütün dünya anladı da bir sen anlamadın’’ dedi kocasına.

O bilmiyordu ki, anlayamazdı ki, denizlere açılma isteğini, kendini rüzgâra teslim etmeyi, dalgalar üstüne üstüne gelirken hissettiğin o heyecanı,  nerden bilsindi ki?

O bekleme anlarını, ağları atıp, nafakanı beklemenin hazzı, tek başına, doğayla senin aranda, hiç aracı yok, satıcı yok, büyük balık ağları yok.

Doğa ve sen, deniz ve sen, iki mucize arasındaki alışveriş,
Deniz ve adam.

Motorunu sürdü karşı adaya doğru. Sanki deniz bu gün bir başka karşılıyordu kendisini. Balıklar’’ hoş geldin’’ der gibi zıplıyordu etrafında, dalgalar usul usul vuruyordu ‘’hoş geldin’’ der gibi sandalına, martılar eşlik ediyordu adama, hoş geldin der gibi.

Çocukları gibiydi gerçekten de martılar ve balıklar artık.

Belki de karısı ile arasındaki soğukluk buradan kaynaklanıyordu. Karısının soğukluğu belki de bundandı.
Bir türlü anne olamamıştı kadın. İki kişi birbirlerine yetememişlerdi, ısıtamamışlardı yataklarını.
Suç kendisindeydi belki de, belki de değil, kesin kendisindeydi, çünkü kendisinin denizi vardı, balıkları, martıları, dalgaları vardı. Ama ya karısının, ya karısının, karısının hiçbir şeyi yoktu.
Yalnız kalıvermişti bu evlilikte, tek başına.

Kaç kere ‘’ gel sende benimle denize ‘’, kaç kez ‘’ gel beraber açılalım derinlere’’demişti. Gelseydi bir kez, belki o da balıkları, martıları, denizi severdi. Değişiverirdi her şey. Isınıverirdi yatakları, ısınıverirdi yuvaları.

Ama hiç gelmedi karısı denizlere, hiç sevmedi denizi, hiç sevmedi deniz kokusunu da, balık kokusunu da. Metres gibi gördü denizi, ikinci kadın oldu deniz onun gözünde.

Çabucak geçti zaman denizde yine o gün, her gün ki gibi. Karanlık basıverdi birden yine. Ama sanki evren bütün yıldızlarını onun için göndermişti yeryüzüne, yıldızlar ışıklarını adam için gönderiyorlardı yeryüzüne, bir şölendi, ışık şöleni resmen gökyüzünde.

O kadar yıldızın arasında en görkemlisi, en haşmetlisi göz kırpıyordu adama. Ona doğru gitmek istedi adam. Sürdü motoru kendini baştan çıkaran yıldıza doğru. Eve dönüşün tam aksine, sürdü motorunu lacivert denize. Bir türlü ulaşamıyordu ama, sanki o yaklaştıkça, kendisine göz kırpan, baştan çıkaran yıldız uzaklaşıyordu.

Ne kadar açıldığını, evinden uzaklaştığını, tehlikeli sulara girdiğini fark edememişti. Açık denize çıkmıştı, burada dalgalar korkutucuydu.

Efsaneler anlatılırdı buralarda, bu sulara dair. O da bu efsaneleri dinleye dinleye büyümüştü. Bu sulara girenler, geri dönemez diye anlatılırdı. Bu sulara girenler, daha önce bu sularda kaybolanlar tarafından çağırılırlar ve kandırılırlar diye. Sanki şu anda da uzaklardan bir yerlerden onun adı söyleniyordu. Onu çağırıyorlardı galiba. O da bir efsane mi olacaktı yoksa?

Hoşuna gitti bu düşünce. Kocaman bir dalga çarptı sandalına. O kocaman dalga çarptığında sandalına, efsane olmayı düşünüyordu O da,  o anda. Dalgalarla beraber sürüklendiğinde, efsane olmak nasıl bir şey acaba diye düşünüyordu? Karısı artık gurur duyar mıydı ki kendisiyle? Artık balık kokan bir adamın karısı değil, bir efsanenin karısı olacaktı. Balıklar sardı çevresini, ama martılar yukarıda kalmışlardı, özleyeceklerdi adamı, adam da onları.

Bu balıklar, bu sular, bu dalgalar içini ısıtıyordu sanki, soğuk yuvasının aksine. Yukarıya, gökyüzüne, evine  doğru yüzeceğine, daldı lacivert sulara, kararını  vermişti, efsanenin bir parçası olmaya.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder