31 Ekim 2018 Çarşamba

HİNDİSTAN'DA NE İŞİNİZ VAR?





HİNDİSTAN’da NE İŞİNİZ VAR?

Eğer ‘’ayy, çok pis’’diyerek aşağılayacaksanız, GİTMEYİN.

Eğer ‘’ biz ne kadar medeniyiz’’ diyerek gururlanacaksanız, GİTMEYİN.

Yaşam tarzlarını, yoksulluklarını ya da zengin fakir arasındaki uçurumu yargılayacaksanız, tüm dünyayı düşünün. Filmlerde gördüğünüz Amerika’ nın arka sokaklarını ya da kendi ülkemizdeki çöp toplayan çocukları, bir tarafta gökdelenleri ve tam karşısındaki gecekonduları düşünün.



Kocaman bir kıtada yaşayan, ama köyleri, mahalleleri, sokakları, dünyaları küçücük olan insanlar.
Yok, birbirimizden farkımız. Ne kadar basit. Sadece insanız.


Hindistan’ da yaşayanlar da öyle işte.

1947’ de kazandıkları bağımsızlık daha dün gibi sayılabilir kocaman dünya tarihi içinde. O yüzden geldikleri noktayı takdir etmek herhalde bize düşen.

Zira,

 Onlar 37 eyalet ile beraber yaşamayı becerebilmiş bir demokrasiye sahipler.

Onlar 5 büyük dine sahip olarak, bünyelerinde 1milyar Hindu, 130 milyon Müslüman, 19 milyon Hıristiyan, 18 milyon Sih, 7 milyon Budist, 4 milyon Jain barındırıyorlar.



Biz mahallemizde kiliselere katlanamazken, onlar her mahallede ayrı bir tapınak, ayrı bir cami bulundurabiliyorlar.
 

Biz, ülkemizde Kürtçe dilinden öcü gibi korkarken, onlar 2 ana resmi dil( Hintçe ve İngilizce) yanında resmi kabul edilen tam 21 yerli halk diline sahipler.

Biz, ülkemizde henüz bir seçimi doğrulukla, dürüstlükle yapamazken, şaibeli oylar çöp kutularında uçuşurken, onlar 930 bin seçim merkezi’nde 814 milyon seçmen ile seçim yapabiliyorlar.

Seçim kartlarında son seçimde HİÇBİRİ seçeneğini koyup, seçmeni bir partiye mahkûm etmiyorlar.

Seçim kartlarında yer alan transseksüeller ilk defa 3. Cins olarak yer alıyor.


Hindistan Bayrağı 3 ana renkten oluşuyor. Sarı, beyaz ve yeşil.

Türk bayrağı rengini dökülen kandan alırken, onlar farklı değerlere vurgu yapıyorlar.

2 farklı açıdan halkı temsil ediyor Bayrakları. 

Birinci yorum. Sarı safran rengi Hinduizm’i, yeşil ise Müslümanlığı aradaki beyaz ise Hindistan’da yaşayan gruplar arasındaki barışı ve doğruluğu temsil ediyor olması.

İkinci güncel yorum ise:
Safran sarısı cesaret ve fedakârlık,
Beyaz saflık ve doğruluk,
Yeşil ise bereketi temsil ediyor.
Ortada yer alan 24 telli tekerlek ise (ashoka çakura) , tekrarlayan 24 saati ve sonsuz yaşam döngüsünü ifade ediyor olması.

Yoksulluğun, işsizliğin yanı sıra dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi olarak Çin’in önüne geçerek 1. Sırayı kapıyorlar.


Dünyanın neresine giderseniz kadınlar süsleniyor olabildiğince. Hindistan’da en çok gözünüze çarpan, kadınların üzerindeki renkler oluyor. Zengin ya da fakir fark etmiyor. Yıkık dökük bir köy evinden, capcanlı renkli Sarileri ile çıkarak etrafa enerji yayıyorlar. Sarı, yeşil, mor ve her türlü rengi giydiklerine göre ruhları da renkli olmalı diye düşünüyorsunuz. Hep siyah, gri giyen, kendini saklamak isteyen batıdaki kadınları düşünerekten.

İnekler tabi ki olmazsa olmaz, beraber yaşıyorlar, ayrı dinlerin, ayrı dillerin beraber yaşadığı gibi. 

Özellikle yol kenarına yatmış inekleri görmek çok olağan. Onların da duyguları var yani,  arabalardan çıkan egzoz dumanı sıcak verdiği için tercih ederlermiş yol kenarlarını. İneklerin sadece sütünü kullandıklarını söylüyorlar. Araştırmacı gazeteci olarak da, gizli bilgi size bir de. Bazı bölgelerde inek ithal edilebiliyormuş, kendileri yemese de.

Maymunları da kutsal gibi olmuş artık. Kedi veya köpek gibi halkın içindeler koloniler olarak.



Cayanizm, yani son kabul gören dinlerinde bazı din adamlarının ya da insanların, canlıya zarar vermemek adına tarım bile yapmadıkları söyleniyor. Hatta din adamları ağızlarına sinek kaçar da ölümüne sebep oluruz diye, ağızlarına mendille kapatarak gezerlermiş.


Fareleri besleyen tapınaklarda mevcut tabii ki. Öldürmemek felsefelerinin birinci şartı.


Ama onların da şeytana, kötü ruhlara kandığı durumlar mevcut olmuş. 1947’ de elde ettikleri bağımsızlık sonucu şaşırmışlar, bocalamışlar. Hindu-Müslüman toplumlar arasında çıkan olaylarda binlerce kişi ölmüş. On iki milyon kişide en büyük göçü oluşturarak Pakistan’ı tercih etmiş. Tarihler hep acı ile dolu işte. Sömürgecilikten bağımsızlığa, sonra da iç savaş yaşayarak içinden Pakistan’ı çıkarmasına rağmen, hızla demokrasiye geçiş yapmış olması da bir başarı hikâyesi olarak anlatılabilir.



Son zamanlarda hep bahsedilen kast sistemini de epeyce esnetmeye dayalı politikaları uygulamakta imiş hükümetler. Örneğin kast sisteminin en alt tabakasından bir kişi milletvekili olarak hükümete girmiş. Devlet bu sistemi yok etmeye çalışırken, halk gelenekleri yüzünden kast sistemine sıkı sıkı sahip çıkmaya devam etmekte imiş.

Dünyanın en kalabalık 2. Ülkesini, 3.287.000 km’lik bir ülkeyi satırlara sığdırmak ne kadar mümkündür bilinemez.


Sömürgeden Cumhuriyete, 3 milyon tanrısı bulunan dinleri ile Hindistan’ın babası Mamatha Gandi’si ile,


alınlara sürülen 3.göz işareti ile



hep daha iyi bir din yaratma çabaları ile kendi kendine yetebilme felsefesini yaymaya çalışmaları ile devamlı bastıkları kornaları ile batılı ülkelerin kasıntılığının zerresinin olmadığı, yanınıza gelip selfi isteyen, iklimleri gibi sıcak insanları ile bol soslu ve renkli ve de lezzetli vegetaryan yemekleri ile başka bir dünya sayfalara nasıl sığdırılır ki?

Yeryüzünün her bir köşesinde hayat var, insan var. O insanların da acısı var, üzüntüsü, sıkıntısı var ya da sevinci, mutluluğu var. İstekleri var, zevkleri var. Aralarında kötü insanları, iyi insanları var.



Yok, birbirimizden farkımız, nereye gidersen git, orada aynı sana benzeyenler var.







27 Ekim 2018 Cumartesi

HABERİNİZ VAR MI?





HABERİNİZ VAR MI?
KIRSALDA DONMUŞ İKİ ÇOCUĞUMUZ!

Bu gün Bursa’ya doğru yola çıktık. Hava güzel, her yer yemyeşil, doğa  harika.
Ama ben o güzelliklerden mutlu olamadım.

Bir  saksağan gördüm, havalanırken kanat çırpışlarını saydım, o kadar yavaş havalanıyordu ki.
Ama ben onun özgürlüğe doğru süzülüşünden neşelenemedim.

Alışveriş merkezleri dopdoluydu, insan cıvıl cıvıl, gençler sevgilileri ile elele…
Ama ben onları mutlu görmekten mutlu olamadım.

Oğlumun maçına gittik daha sonra. Harika, heyecanlı bir maç oldu.
Ama ben o heyecana kendimi kaptıramadım.

Oğlumun takımı maçı kaybetti.
Ama ben o yenilgiye hiç üzülmedim.

Maç çıkışı sarıldık, öpüştük onunla.
Ama,
Ona sarılırken, çocuklarına sarılamayan diğer  anaları düşündüm, yine mutlu olamadım.

Tunceli’de, dün, yani 2018 yılında, dünya uzaya  yolculuk rezervasyonları yaparken, kırsalda( kırsal deniyor, ne kadar da alıştık bu söze)  donarak ölen 2 şehitimizin anasını düşündüm,

Çocukları dondurucu soğukta vatan! Uğruna nöbet beklerken, sobasını yakmaya çalışan ananın duygularını düşündüm.

O ananın en harlı ateşin karşısında bile buz gibi titreyeceğini, asla ısınamayacağını  hissettim.

Belli ki zor  şartlara dayanmaya bünyesi uygun olmayan 2 çocuğumuzu o kırsallara gönderen zihniyete lanet okudum.

Yarın o gencecik evlatlarımızın tabutu başına gidip, vatan, millet diyecek olan siyasetçi ve devlet adamlarından şimdiden nefret ettim.

''Mutlu olmak bize  haram'' dedim kendi kendime.
Çocuklarımız ölmeye devam ettikçe,
Bir yerlerde analar ağlamaya devam ettikçe,
''Mutluluk bize haram'', diye bağırmak istedim gökyüzüne.
''Hiç olmazsa, bu gün ve yarın, korkmadan'', dedim kendi kendime,
İnadına, inadına….
Desek ki,

''  ÇOCUKLARIMIZ, GENÇLERİMİZ  KIRSALLARDA! DONMASIN.
VE YETER ARTIK,
 ANALAR   AĞLAMASIN!''

Desek hep birlikte, milletçe.

13 Ekim 2018 Cumartesi

SON SEFER





SON SEFER

Karısı’’bu son seferin, ona göre ‘’ demişti, sabah daha ışıklarını odalarına göndermeden önce, karanlıkta.

Soğuk, buz gibi bir odaydı, hani çiftler birbirini ısıtır ya yataklarında, ısıtamıyorlardı onlar  birbirlerini, onların yatakları da soğuktu, evleri de, kalpleri de,  buz gibiydiler.

Bir zamanlar sevmişti de mi evlenmişti kendisiyle acaba, yanında, yorganın altına saklanmış, yoluk yoluk saçları dışarıda, kısık kısık ölü gözler ile kendisine bakan karısı.

Ya kendisi. Sevmiş miydi bu yataktaki yabancıyı?

Kadın, tiz sesiyle nefes almadan ‘’ yeter artık suların içinde debelendiğin. Balık malık kalmadı bu denizlerde artık, bunu bütün dünya anladı da bir sen anlamadın’’ dedi kocasına.

O bilmiyordu ki, anlayamazdı ki, denizlere açılma isteğini, kendini rüzgâra teslim etmeyi, dalgalar üstüne üstüne gelirken hissettiğin o heyecanı,  nerden bilsindi ki?

O bekleme anlarını, ağları atıp, nafakanı beklemenin hazzı, tek başına, doğayla senin aranda, hiç aracı yok, satıcı yok, büyük balık ağları yok.

Doğa ve sen, deniz ve sen, iki mucize arasındaki alışveriş,
Deniz ve adam.

Motorunu sürdü karşı adaya doğru. Sanki deniz bu gün bir başka karşılıyordu kendisini. Balıklar’’ hoş geldin’’ der gibi zıplıyordu etrafında, dalgalar usul usul vuruyordu ‘’hoş geldin’’ der gibi sandalına, martılar eşlik ediyordu adama, hoş geldin der gibi.

Çocukları gibiydi gerçekten de martılar ve balıklar artık.

Belki de karısı ile arasındaki soğukluk buradan kaynaklanıyordu. Karısının soğukluğu belki de bundandı.
Bir türlü anne olamamıştı kadın. İki kişi birbirlerine yetememişlerdi, ısıtamamışlardı yataklarını.
Suç kendisindeydi belki de, belki de değil, kesin kendisindeydi, çünkü kendisinin denizi vardı, balıkları, martıları, dalgaları vardı. Ama ya karısının, ya karısının, karısının hiçbir şeyi yoktu.
Yalnız kalıvermişti bu evlilikte, tek başına.

Kaç kere ‘’ gel sende benimle denize ‘’, kaç kez ‘’ gel beraber açılalım derinlere’’demişti. Gelseydi bir kez, belki o da balıkları, martıları, denizi severdi. Değişiverirdi her şey. Isınıverirdi yatakları, ısınıverirdi yuvaları.

Ama hiç gelmedi karısı denizlere, hiç sevmedi denizi, hiç sevmedi deniz kokusunu da, balık kokusunu da. Metres gibi gördü denizi, ikinci kadın oldu deniz onun gözünde.

Çabucak geçti zaman denizde yine o gün, her gün ki gibi. Karanlık basıverdi birden yine. Ama sanki evren bütün yıldızlarını onun için göndermişti yeryüzüne, yıldızlar ışıklarını adam için gönderiyorlardı yeryüzüne, bir şölendi, ışık şöleni resmen gökyüzünde.

O kadar yıldızın arasında en görkemlisi, en haşmetlisi göz kırpıyordu adama. Ona doğru gitmek istedi adam. Sürdü motoru kendini baştan çıkaran yıldıza doğru. Eve dönüşün tam aksine, sürdü motorunu lacivert denize. Bir türlü ulaşamıyordu ama, sanki o yaklaştıkça, kendisine göz kırpan, baştan çıkaran yıldız uzaklaşıyordu.

Ne kadar açıldığını, evinden uzaklaştığını, tehlikeli sulara girdiğini fark edememişti. Açık denize çıkmıştı, burada dalgalar korkutucuydu.

Efsaneler anlatılırdı buralarda, bu sulara dair. O da bu efsaneleri dinleye dinleye büyümüştü. Bu sulara girenler, geri dönemez diye anlatılırdı. Bu sulara girenler, daha önce bu sularda kaybolanlar tarafından çağırılırlar ve kandırılırlar diye. Sanki şu anda da uzaklardan bir yerlerden onun adı söyleniyordu. Onu çağırıyorlardı galiba. O da bir efsane mi olacaktı yoksa?

Hoşuna gitti bu düşünce. Kocaman bir dalga çarptı sandalına. O kocaman dalga çarptığında sandalına, efsane olmayı düşünüyordu O da,  o anda. Dalgalarla beraber sürüklendiğinde, efsane olmak nasıl bir şey acaba diye düşünüyordu? Karısı artık gurur duyar mıydı ki kendisiyle? Artık balık kokan bir adamın karısı değil, bir efsanenin karısı olacaktı. Balıklar sardı çevresini, ama martılar yukarıda kalmışlardı, özleyeceklerdi adamı, adam da onları.

Bu balıklar, bu sular, bu dalgalar içini ısıtıyordu sanki, soğuk yuvasının aksine. Yukarıya, gökyüzüne, evine  doğru yüzeceğine, daldı lacivert sulara, kararını  vermişti, efsanenin bir parçası olmaya.

6 Ekim 2018 Cumartesi

OYNATMAYA AZ KALDI, DOKTORUM NERDE?




OYNATMAYA AZ KALDI, DOKTORUM NERDE?

Kokladığım çiçekler çoktan ölmüşler,
Beklenen kara tren gelmiyor artık?
Aldatılmış duygular isyan ediyor,
Gözümdeyse bir bakış tam tımarhanelik.
Oynatmaya az kaldı,
Doktorum nerede?

Yukarıdaki dizelerden bize en uygununu seçmeye kalkışsak, sanırım, çoğumuzun tercihi ‘’oynatmaya az kaldı, doktorum nerde ‘’ olurdu herhalde

Haymanalı Belediye Başkanı’nı ve eşrafını, sanatçılarla beraber, kravatlı ve ceketli, davullu, zurnalı, bas bas paraları Leyla’ya havasında,  havuzda görünce, yine de ÜLKE VE HALK olarak çok iyi bir durumda olduğumuza inandım.

Biz ülke olarak her daim ‘’oynatmaya az kaldı’’, deyip deyip paçayı kurtaracağız sanırım.

Kafamız her daim karışık olacak, arada hayal kırıklıkları yaşayacak, kafa karışıklığı uzun sürerse de en sonunda başa çıkamayıp’’ aman boş ver, bu günlerde geçer ‘’deyip belki de Haymana Belediye Başkanı ve eşrafı gibi elbiselerle havuza atlayıp,’’oynatmaya az kaldı doktorum nerde ‘’ deyip, günümüzü gün edeceğiz.

Nasıl karışmasın ki şu zavallı kafalarımız?

Örneğin, bizler halk olarak, tam:

’her yeri betona çevirdiler, yeşili yok ettiler’’ diye şikâyet edeceğiz.

Bir bakmışız ki Sayın Cumhurbaşkanımız( Hatırlatırız, kendileri 20 yıldır iktidarda, İst. BB, Başbakan ve Cumhurun başı olarak)  bizden önce:

’Şehirlerimiz gecekonduların zevksiz binaların istilasına uğradı. Rica ediyorum dikey yapılaşmaya, betonlaşmaya müsaade etmeyin ‘’ diyor.

Örneğin, bizler yine halk olarak tam da:
’Yazık değil mi bu halka, yoksulluk hep bize mi’’ diyeceğiz, isyan edeceğiz

Sayın Bahçeli elinde mikrofon bas bağırıyor ve bizden önce isyan ediyor.
‘’ ekonomik çilelere, fahiş zamlara, anormal fiyat artışlarına, her durumda haline şükreden bir lokma bir hırka diyen müşfik, dar gelirli elinde avucunda bir şey kalmamış insanlarımız mı katlanacak, hep onlar mı kemer sıkacak’’ diye isyan ediyor.

Ya da ya da artık bıçak kemiğe dayanmış, meydanlara çıkacağız ve diyeceğiz ki:
’fiyatlar el yakıyor, enflasyon…’’ velakin,  biz diyemeden

Sayın Damat FERİT PAŞA, pardon pardon, Damat Berat Paşa diyor ki:
‘’ evet, ne yazık ki enflasyon, beklentilerimizin üzerinde çıktı’’

Y a da, ya da elimizde devletin aile tablosu. Damat Hazine Bakanı olmuş, Bakanların bütün sülaleleri danışmanlıklarda, ya da müdürlüklerde. Tam diyeceğiz ki:
’ne bu rezalet. Kayırma olur mu devletin en tepesinde. Liyakat nerde, nerde’’ diye ayaklanacağız.

O da ne yine Sayın Cumhurbaşkanımız bağırıp duruyor:
’ Kimse bize yakınımdır, diye gelmesin. Torpil yok, liyakat var’’

Ya da ya da Sayın Cumhurbaşkanı ‘’camilerimizin ahırlara çevrildiği süreçlere şahit olduk, namaz kılmaya cami yoktu ‘’ deyince, tam diyecektik ki:
‘’ Başa dönmeyin, mağduru oynamayın. Dini siyasete alet etmeyin artık ‘’ ama diyemeden

O yani Cumhurun başı başkanımız yine:
‘’Ey, Samsun’dan karaya çıkan ilah’’  gibi abuk sabuk ifadelerle Atatürk’ü istismar ettiler ‘’ deyiveriyor.

İşte böyle sayın okuyucu, sizin de kafanız karışmadı mı?
Nasıl karışmasın halkın kafası?
Gerçekten de yukarıdakiler yani iktidari elinde tutanlar  hep doğruyu söylüyorlardı sanki.
 Ama onların söylediği şeyler, halkın söyleyeceği, hesap soracağı şeyler değil miydi?
Onların söyledikleri, aslında hesap vermeleri gereken ya da cevap bekleyen sorular değil miydi? 
Kafaları karıştırdılar bilinçli olarak. Zeytinyağ gibi üste çıktılar, hesap  vermek yerine hatalarını kabul edip edip mağduru oynadılar.

Kandırıldım,dediler.

Aldatıldım, dediler.

Namaz kılamadım, dediler.

Dış güçler,dediler de dediler…

Halka firsat vermeden en cok onlar şikayet ettiler.

İşte kafalar karıştı, karıştı, karıştı. Cevap bulamadık sorulara. Sonra da vazgeçti insanlar, sormaya, ya da cevap aramaya, yoruldular.

Bir bildikleri vardır büyüklerimizin dediler, en sonunda.

Ve de ceketli kravatlı bir şekilde, atladılar havuza…

Terelelli lelli lelli
Aşık oldum çılgın gibi
Terelelli lelli lelli
Hiç aklımdan çıkmıyor ki…