26 Ocak 2018 Cuma

BEN, SADECE...









‘’BEN, SADECE…’’

Loş bir odada, bir masanın başında, yüzünü tam olarak seçemediği bir adam vardı, tam karşısında.
O da masanın öbür tarafındaydı. Bir sandalyeye oturtulmuş, elleri, kolları bağlı değildi, ama tutsaktı, istese de kalkamaz, kapıyı arkasından kapatıp çıkıp, gidemezdi.

Sorguya çekiliyordu günlerdir, gecelerdir miydi yoksa? Takip edememişti, gündüz mü gece mi, ya da kaç gün olmuştu, kaç gece geçmişti buraya getireli acaba?

Verdiği hiç bir cevaba inanmıyordu adamlar. Sorular soruyorlardı, o da gerçekten doğru cevapları veriyordu, sordukları sorulara. Ama inanmıyordu adamlar bir türlü, inandıramıyordu onları kadın.

-Hangi örgüte mensupsun? Diye soruyorlardı devamlı.

-Ben örgüt adı falan bilmem ki, diyordu. Gerçekten de hiçbir örgüte üye değildi, zaten hiçbir örgütü de tanımazdı.

-Bize arkadaşlarından bahset, seni kim örgüte dahil etti? Diye sıkıştırıyorlardı.

-Ben yalnızım, benim hiç arkadaşım da yok ki zaten, diyordu. Der demez tokadı yiyordu suratına. Oysa gerçekten de yalnız sayılacak bir insandı normal de de.

Hep bunlar, o eve temizliğe gitmeye başladığından beri  gelmeye başlamıştı başına. Son günlerde kocası da çalıştığı fabrikadan hiç sebepsiz işten çıkarılmış, zor günler yaşıyorlardı. Arkadaşının ‘’ temizliğe gider misin ‘’ sorusuna verdiği ‘’evet’’ cevabı onu buralara taşımıştı işte.

Temizliğe gittiği ilk gün, ilk dikkatini çeken salondaki duvarda, boydan boya yer alan kütüphane ve içindeki yüzlerce kitap olmuştu. Dikkatini çekmesi kitaplara olan sevgisinden falan değil, bu kitapların tozu nasıl alınır, düşüncesinden olmuştu.

Evin sahibi uzun saçlı, at kuyruklu hatta tepesi açık biraz da kel gibi, yuvarlak çerçeveli gözlüklü, pek konuşmayan, elinde bir kahve fincanı ile masasının başında devamlı yazılar yazan ya da her daim kitap elinde dolaşan bir adamdı.

Kadına hiç karışmıyordu, kadın rutin ev işlerini yapıyor, haftada birkaç kez de yemekler yapıp buzdolabını dolduruyordu. Çok rahattı bu evde, hiç olmazsa kadın dırdırı yoktu. Kadınları memnun etmek daha zordu ev işlerinde. Bu yüzden çok mutluydu bu evde.

Her şey adamın, bir gün kadından 2 vesikalık fotoğraf ve kimlik bilgilerini istemesiyle başladı. Kadın sordu hemencecik:

-Ne yapacaksınız ki, benim fotoğrafımı?  Korktu hatta birazcık…

-Sizi sigortalı yapacağım, çünkü şu an kaçak işçi çalıştırıyor oluyorum, hem başınıza bir ev kazası gelirse hiçbir hak iddia edemezsiniz, ben de suçlu sayılırım o zaman, bana dava bile açabilirsiniz, gibi bir şeyler dedi adam.

Şaşırdı kadın, bu güne kadar temizliğe giden hiçbir arkadaşı sigortalı olmaktan bahsetmemişti kendisine. Hatta onlar da yine hep kültürlü, okumuş, zengin, hatta hatta bir tanesi büyük bir emniyet amirinin evine gidiyordu da yine de sigortalı falan değildi.

Yine de korktu kadın.
-Gerek yok ki, falan diye bir şeyler geveledi.

-Olur mu, işte sizler böyle davranırsanız, kimse size hakkınızı vermeyecektir. Haklarınız için mücadele etmelisiniz.

Vay be, dedi kadın. İçinde bir şeyler kıpırdamıştı sanki birden güçlü hissetti kendini. Sanki iyi hissetti kendini.

 Bu arada kütüphanenin tozunu almak en sevdiği işlerden biri olmuştu. Zamanının çoğunu kütüphanenin başında tek tek kitapların tozunu almakla geçiriyordu. Sadece onların tozunu almıyor, kapaklarını inceliyor, sayfalarını kokluyordu, o eski sayfaların değişik bir kokusu vardı. Müptelası olmuştu kitap sayfalarının kokusunun.

Evin sahibi adam da fark etmişti kadının kitaplara ilgisini. Görmüştü onu kitapların sayfalarını koklarken, resimlerine dalıp giderken.

Önce Çalıkuşu’ nu verdi kadına. Bir çırpıda okudu kadın Feride öğretmenin aşk acısını, Anadolu’nun ücra köşelerinde idealist düşüncelerini, Halide Edip'in Vurun Kahpe 'ye adlı romanında ise gericiliğe karşı verilen mücadeleleri bir çırpıda yuttu.

Sonra Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü’ nü verdi kadına adam. Köy yaşantısı, ağalara karşı verilen mücadeleyi sanki kendisi veriyordu artık.

Aziz Nesin’in trajikomik hikâyelerine geçtiğinde ise düzen, sistem kavramları artık çok tanıdık olmaya başlamıştı. Hırslanıyor, haksızlıklara, fakir, zayıf insanların korunması gerekirken daha çok sömürülmesini aklı almıyordu.

Kuyucaklı Yusuf’a bayılmıştı. Ama o muhteşem kitabı yazan adamın devlet eliyle sırf, hükümetlere karşı şeyler yazdığı için ortadan kaldırılmasına günlerce ağlamıştı.

Darağacın’ da Üç Fidan’ı okumuş, Parkalı Deniz Gezmiş’in,  babasına yazdığı son mektubu ezberlemişti.

Değişiyordu, nereye doğru, onun farkında değildi, ama değişiyordu, hayatının anlam kazandığının farkındaydı, yaşamdan tat alıyordu, yaptığı temizlik işi bile onun gözünde yüce bir iş, hakkıyla yapılması gereken bir eylemdi. Kendinde kalamazdı ki bu düşünceler, ille de taşar beyninin bir köşesinden, sen fark etmezdin bile.

Önce arkadaşlarına başladı konuşmaya:
-Niye sigortanız yok, yaptırmalı sizi çalıştıranlar, diye.
Karşılığı, arkadaşlarının onunla kesmesi oldu arkadaşlıklarını, uzaklaştılar ondan birer birer.

Sonra kocasına başladı konuşmaya:
-Seni hiçbir sebep gösteremeden atamaz o fabrikanın patronu, hakkınızı aramalısınız, grev yapmalıydınız, mahkemelere başvurmalısınız, hakkınızı aramazsanız, sizden sonrakiler de uğrayacaktır bu tür işten çıkarmalara, sürüp gidecektir bu düzen…
Bir tokat yedi suratına.
-ULAN, sen nereden öğreniyorsun bunları, komünist mi oldun başımıza, derde sokacan benim başımı da, diye…

Ama artık ok yaydan çıkmıştı. Bir şeyler yanlıştı, yok yok galiba her şey yanlıştı, kendi hayatı da en baştan yanlıştı, dünyanın düzeni yanlıştı aslında.

Bir gün evde yine temizlik yaparken, evin sahibi adam ve bir kaç arkadaşı geldiler eve. Ellerinde kartonlar, büyük bez parçaları vardı.
Pankart hazırlıyorlardı, büyük bir yürüyüş düzenleniyordu,  tutuklu yazarlar, aydınlar için.

Pankartlara ÖZGÜRLÜK yazdılar,  pankartlara BARIŞ yazdılar. Atatürk’ün dediği gibi ‘’YURTTA SULH, CİHANDA SULH ‘’ yazdılar. Pankartlara ‘’Çocuklar ölmesin’’ yazdılar. Pankartlara ‘’ADALET HEPİMİZE’’ yazdılar.

Kadın bayıldı bu sözcüklere. Hepsi ne kadar da anlamlıydı, bütün insanlar için ortak değerlerdi bu kavramlar.
-Ben de geleceğim sizinle, ben de taşıyacağım bir pankart, dedi
Adam:
-Olmaz, dedi. Seni tehlikeye atamayız.
Kadın güldü.
-Ne tehlikesi, barış, özgürlük, adalet isteyenden kim korkabilir ki?  dedi,

Ama olmaz dedi, adam. Ve çıkıp gittiler evden.

Kadın en zararsız, en masum pankartı kendine saklamıştı gizlice. Evdeki minik bebeğini de düşünerekten ’’ÇOCUKLAR ÖLMESİN’’  pankartını kendine ayırmıştı.

Arkalarından koştu, kalabalığa karıştı ve hatta en önde yerini almıştı elinde pankartla.

Gururla yürüyordu, en masum pankartı taşıyordu ya ve en kutsal bir isteği dile getiriyordu ya insanlık adına .’’ÇOCUKLAR ÖLMESİN’’
Bir cop yediğinde kafasına, gözleri yandığında biber gazıyla isteğinin çok da masum olmadığını anlamaya başlamıştı.

İşte şimdi loş bir odada, bir masanın başında, bir sandalye de, karşısında yüzünü seçemediği  bir adam oturuyor ve soruyordu,

‘’Ne istiyorsunuz devletten, niye yapıyorsunuz bu yürüyüşleri, amacınız ne’’


Kadın   ‘’Ben ben gerçekten de sadece Çocuklar ölmesin istiyordum’’ diyebildi, suratına bir tokat daha inerken.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder