‘’BEN, SADECE…’’
Loş bir odada, bir masanın başında, yüzünü tam olarak
seçemediği bir adam vardı, tam karşısında.
O da masanın öbür tarafındaydı. Bir sandalyeye oturtulmuş,
elleri, kolları bağlı değildi, ama tutsaktı, istese de kalkamaz, kapıyı
arkasından kapatıp çıkıp, gidemezdi.
Sorguya çekiliyordu günlerdir, gecelerdir miydi yoksa? Takip
edememişti, gündüz mü gece mi, ya da kaç gün olmuştu, kaç gece geçmişti buraya
getireli acaba?
Verdiği hiç bir cevaba inanmıyordu adamlar. Sorular
soruyorlardı, o da gerçekten doğru cevapları veriyordu, sordukları sorulara.
Ama inanmıyordu adamlar bir türlü, inandıramıyordu onları kadın.
-Hangi örgüte mensupsun? Diye soruyorlardı devamlı.
-Ben örgüt adı falan bilmem ki, diyordu. Gerçekten de hiçbir
örgüte üye değildi, zaten hiçbir örgütü de tanımazdı.
-Bize arkadaşlarından bahset, seni kim örgüte dahil etti? Diye
sıkıştırıyorlardı.
-Ben yalnızım, benim hiç arkadaşım da yok ki zaten, diyordu.
Der demez tokadı yiyordu suratına. Oysa gerçekten de yalnız sayılacak bir
insandı normal de de.
Hep bunlar, o eve temizliğe gitmeye başladığından beri gelmeye
başlamıştı başına. Son günlerde kocası da çalıştığı fabrikadan hiç sebepsiz
işten çıkarılmış, zor günler yaşıyorlardı. Arkadaşının ‘’ temizliğe gider misin
‘’ sorusuna verdiği ‘’evet’’ cevabı onu buralara taşımıştı işte.
Temizliğe gittiği ilk gün, ilk dikkatini çeken salondaki
duvarda, boydan boya yer alan kütüphane ve içindeki yüzlerce kitap olmuştu.
Dikkatini çekmesi kitaplara olan sevgisinden falan değil, bu kitapların tozu
nasıl alınır, düşüncesinden olmuştu.
Evin sahibi uzun saçlı, at kuyruklu hatta tepesi açık biraz
da kel gibi, yuvarlak çerçeveli gözlüklü, pek konuşmayan, elinde bir kahve fincanı
ile masasının başında devamlı yazılar yazan ya da her daim kitap elinde dolaşan
bir adamdı.
Kadına hiç karışmıyordu, kadın rutin ev işlerini yapıyor,
haftada birkaç kez de yemekler yapıp buzdolabını dolduruyordu. Çok rahattı bu
evde, hiç olmazsa kadın dırdırı yoktu. Kadınları memnun etmek daha zordu ev
işlerinde. Bu yüzden çok mutluydu bu evde.
Her şey adamın, bir gün kadından 2 vesikalık fotoğraf ve
kimlik bilgilerini istemesiyle başladı. Kadın sordu hemencecik:
-Ne yapacaksınız ki, benim fotoğrafımı? Korktu hatta
birazcık…
-Sizi sigortalı yapacağım, çünkü şu an kaçak işçi
çalıştırıyor oluyorum, hem başınıza bir ev kazası gelirse hiçbir hak iddia
edemezsiniz, ben de suçlu sayılırım o zaman, bana dava bile açabilirsiniz, gibi
bir şeyler dedi adam.
Şaşırdı kadın, bu güne kadar temizliğe giden hiçbir arkadaşı
sigortalı olmaktan bahsetmemişti kendisine. Hatta onlar da yine hep kültürlü,
okumuş, zengin, hatta hatta bir tanesi büyük bir emniyet amirinin evine
gidiyordu da yine de sigortalı falan değildi.
Yine de korktu kadın.
-Gerek yok ki, falan diye bir şeyler geveledi.
-Olur mu, işte sizler böyle davranırsanız, kimse size
hakkınızı vermeyecektir. Haklarınız için mücadele etmelisiniz.
Vay be, dedi kadın. İçinde bir şeyler kıpırdamıştı sanki
birden güçlü hissetti kendini. Sanki iyi hissetti kendini.
Bu arada kütüphanenin
tozunu almak en sevdiği işlerden biri olmuştu. Zamanının çoğunu kütüphanenin
başında tek tek kitapların tozunu almakla geçiriyordu. Sadece onların tozunu
almıyor, kapaklarını inceliyor, sayfalarını kokluyordu, o eski sayfaların
değişik bir kokusu vardı. Müptelası olmuştu kitap sayfalarının kokusunun.
Evin sahibi adam da fark etmişti kadının kitaplara ilgisini.
Görmüştü onu kitapların sayfalarını koklarken, resimlerine dalıp giderken.
Önce Çalıkuşu’ nu verdi kadına. Bir çırpıda okudu kadın Feride
öğretmenin aşk acısını, Anadolu’nun ücra köşelerinde idealist düşüncelerini, Halide Edip'in Vurun Kahpe 'ye adlı romanında ise gericiliğe karşı
verilen mücadeleleri bir çırpıda yuttu.
Sonra Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü’ nü verdi kadına adam. Köy yaşantısı,
ağalara karşı verilen mücadeleyi sanki kendisi veriyordu artık.
Aziz Nesin’in trajikomik hikâyelerine geçtiğinde ise düzen, sistem
kavramları artık çok tanıdık olmaya başlamıştı. Hırslanıyor, haksızlıklara, fakir,
zayıf insanların korunması gerekirken daha çok sömürülmesini aklı almıyordu.
Kuyucaklı Yusuf’a bayılmıştı. Ama o muhteşem kitabı yazan
adamın devlet eliyle sırf, hükümetlere karşı şeyler yazdığı için ortadan
kaldırılmasına günlerce ağlamıştı.
Darağacın’ da Üç Fidan’ı okumuş, Parkalı Deniz Gezmiş’in, babasına yazdığı son mektubu ezberlemişti.
Değişiyordu, nereye doğru, onun farkında değildi, ama
değişiyordu, hayatının anlam kazandığının farkındaydı, yaşamdan tat alıyordu,
yaptığı temizlik işi bile onun gözünde yüce bir iş, hakkıyla yapılması gereken
bir eylemdi. Kendinde kalamazdı ki bu düşünceler, ille de taşar beyninin bir
köşesinden, sen fark etmezdin bile.
Önce arkadaşlarına başladı konuşmaya:
-Niye sigortanız yok, yaptırmalı sizi çalıştıranlar, diye.
Karşılığı, arkadaşlarının onunla kesmesi oldu
arkadaşlıklarını, uzaklaştılar ondan birer birer.
Sonra kocasına başladı konuşmaya:
-Seni hiçbir sebep gösteremeden atamaz o fabrikanın patronu,
hakkınızı aramalısınız, grev yapmalıydınız, mahkemelere başvurmalısınız,
hakkınızı aramazsanız, sizden sonrakiler de uğrayacaktır bu tür işten
çıkarmalara, sürüp gidecektir bu düzen…
Bir tokat yedi suratına.
-ULAN, sen nereden öğreniyorsun bunları, komünist mi oldun
başımıza, derde sokacan benim başımı da, diye…
Ama artık ok yaydan çıkmıştı. Bir şeyler yanlıştı, yok yok
galiba her şey yanlıştı, kendi hayatı da en baştan yanlıştı, dünyanın düzeni
yanlıştı aslında.
Bir gün evde yine temizlik yaparken, evin sahibi adam ve bir
kaç arkadaşı geldiler eve. Ellerinde kartonlar, büyük bez parçaları vardı.
Pankart hazırlıyorlardı, büyük bir yürüyüş düzenleniyordu, tutuklu yazarlar, aydınlar için.
Pankartlara ÖZGÜRLÜK yazdılar, pankartlara BARIŞ yazdılar. Atatürk’ün dediği
gibi ‘’YURTTA SULH, CİHANDA SULH ‘’ yazdılar. Pankartlara ‘’Çocuklar ölmesin’’
yazdılar. Pankartlara ‘’ADALET HEPİMİZE’’ yazdılar.
Kadın bayıldı bu sözcüklere. Hepsi ne kadar da anlamlıydı,
bütün insanlar için ortak değerlerdi bu kavramlar.
-Ben de geleceğim sizinle, ben de taşıyacağım bir pankart,
dedi
Adam:
-Olmaz, dedi. Seni tehlikeye atamayız.
Kadın güldü.
-Ne tehlikesi, barış, özgürlük, adalet isteyenden kim
korkabilir ki? dedi,
Ama olmaz dedi, adam. Ve çıkıp gittiler evden.
Kadın en zararsız, en masum pankartı kendine saklamıştı gizlice. Evdeki
minik bebeğini de düşünerekten ’’ÇOCUKLAR ÖLMESİN’’ pankartını kendine ayırmıştı.
Arkalarından koştu, kalabalığa karıştı ve hatta en önde
yerini almıştı elinde pankartla.
Gururla yürüyordu, en masum pankartı taşıyordu ya ve en
kutsal bir isteği dile getiriyordu ya insanlık adına .’’ÇOCUKLAR ÖLMESİN’’
Bir cop yediğinde kafasına, gözleri yandığında biber gazıyla
isteğinin çok da masum olmadığını anlamaya başlamıştı.
İşte şimdi loş bir odada, bir masanın başında, bir sandalye de,
karşısında yüzünü seçemediği bir adam
oturuyor ve soruyordu,
‘’Ne istiyorsunuz devletten, niye yapıyorsunuz bu yürüyüşleri,
amacınız ne’’
Kadın ‘’Ben ben gerçekten de sadece Çocuklar ölmesin
istiyordum’’ diyebildi, suratına bir tokat daha inerken.