Sayfalar

5 Şubat 2022 Cumartesi

 




RÜZGÂRLI ŞEHRİN KADINLARI

Feribot limana yanaşırken şehrin siluetine bakıp, ‘Küçük İstanbul olmuş,’’ dedi dudaklarını bükerek. Şehrin toprağı alt üst edilip demir çubuklar dikilmiş, yeşilin her tonu silinip beton dökülmüştü ruhuna.  Ne çabuk geldik. Yıllar önce, Yeşil Ada vapuruyla dört buçuk saatte gitmiştik. Karaya adımını atar atmaz kuvvetli bir rüzgârın dağıttığı kızıla yakın dalgalı saçlarını toparlamaya çalışırken çantasında telefonu titredi. ‘’ Ne olur affet beni.  Biliyorum hatalıyım. Ama seni seviyorum,’’ yazıyordu ekranda. Boynundaki şal desenli saks mavisi ipek fuları havalanınca peşinden koştu,  küçük kızı elini sıkı sıkı tutarken yetişemeyeceğini düşünüp vazgeçti. Fuların mavisi denizin mavisine karıştı.

Şehrin simgesi tarihi pembe iskele binası safir bir kolye gibi karşısına çıkınca sıkıntısı biraz dağılır gibi oldu. Ama az ileride doldurulmuş sahili, şehrin memur kesiminin ve tüccarlarının müdavimi olduğu Şehir Kulübünün denizden iyice uzaklaştığını gördü.  Suratı asıldı, üzüntüyle başını salladı.   Oysa bu küçük kentte deniz, kulübün yüksek ayakları altına usulca sokulur şehrin son dedikodularını dinlerdi.  Yeşil bodur ağaçların altındaki gazinolar - Gazino, deyince küçük çay bahçelerini şarkılı türkülü sanırdı dışardan gelenler- yıkılmıştı. Cumhuriyet Meydanı’nın küçük paket taşları sökülmüş, yerlerini granit mermerler almıştı. Çevresinde çocukların öbekleştiği pamuk helvacıdan yayılan yanık şekerle seyyarda satılan lahmacun kokusuysa aynı kalmıştı.

Bu kokular onu çocukluk günlerine götürdü. Sek sek oynayanlar, istop diye bağıranlar, yakan topa takım kuranlar. O da ikili ipin ortasında beline kadar uzanmış saçlarını havalandırıp bir sağa bir sola atlıyordu.  Birkaç delikanlı da bahçe duvarına yaslanmış izliyor, laf atıp sataşıyorlardı. Annesinin sesi sokakta yankılanınca yüzünü buruşturmuştu.

‘’Jale, kimden izin alıp çıktın sokağa?’’

‘’Ama anne, herkes sokakta,’’

‘’Çabuk eve, gelmeyeyim şimdi aşağıya,’’ Çocukların acıyan bakışları arasında bahçeye girerken karşı evin penceresinden yarı beline kadar sarkmış İffet teyze:  ‘’Orospu mu yapcan bu kızı Havva,  ne bu kısacık kırmızı şort üzerinde, ’demişti.

Eve girdiğinde annesi ateş saçan gözleri ve elinde makasla bekliyordu kapıda.  Kızının uzun dalgalı saçlarını dolayıp bir tutam kesti.  ‘’ Anne, yapma, ne olur!’’  ‘’Koca memelerinle ip atlıyorsun hala. Bir daha o şortu da sakın giyme.’’

Kız, ‘’Erkek çocuğuna benzedim ya… Neden kestin ki?  Esir miyim ben bu evde? Eğlenmek yasak mı bana? Zeytin ağacını, dalındaki salıncağımı bile kesip attın,’’ diye ağlaya ağlaya odasına koşmuştu.  

Zeynep’i Atatürk Heykeli’nin önünde görünce el sallayıp hızlandı. Kalçaları genişlemiş, uzun boyu kısalmıştı sanki. ‘’Ahh, ne kadar özlemişim, ‘’deyip kucaklaştıktan sonra Zeynep küçük kızın çenesini kaldırıp,  ‘’ Aynı küçük Jale, kıvırcık kızıl saçlar.’’ Arkadaşının elinden valizi zorlayarak aldı, ‘’Önce bir çay içelim mi Uğrak ’ta? ’’dedi.

Balıkçıların ağları kıyıda renk renk dekor oluşturmuş, küçük iskelenin ucunda olta atmış insanlar sessizce bekliyorlardı. Mendirekte yürüyüş yapanlar, koşanlar, kayalarda kuytuya çekilmiş sevgililer, çekirdek çitleyenler… Karşı kıyıdaysa hep eleştirdikleri körfezi zehirleyen, bacasından gökyüzüne silik bir duman yükselen fabrika, limana yanaşmış dev şilepler. Zeynep ,‘’ Dalıp gittin denize. Anlat bakalım. Nasılsın, Melih nasıl? Hiç haber alamadık senden? Neden bu kadar uzattın arayı?’’ diyerek sessizliği bozdu.

‘’Okulun son gününü hatırladım,’’

 ‘ Ne çok gülmüştük.’’

‘’Tepe gazinosuna gitmiştik önce. Duruyor mu ki hala?’’

‘’Duruyor tabi ki. Gideriz en kısa zamanda,’’

‘’ Sonra da sahile kayıklarla dolaşmaya.  Ama nereye gitsem o İffet teyze çıkardı karşımıza.  Hemen yetiştirmiş anneme. Melih’le sarmaş dolaş görünce beni çıldırmıştı. Herkesin önünde, ‘Yürü eve,’ dediğini hatırlıyorum annemin. Hiç olmazsa dövmeye kalkmamıştı. Evde acısını çıkarmıştı tabii,’’’

‘’Ama sen gittikten sonra içine kapandı.  Kedilerden başka eve giren çıkan olmadı. Her gittiğimde sayıları artıyordu, onlarla konuşurken buldum hep.  Gelecektin be Jale? ’’

 ‘’ Kaç kere haber gönderdim amcamla. ‘Gelmesin,’  demiş. İnadını bilmez misin? Sadece okulu düşüneyim istedi. Birsine kapılmayayım erkenden. Ama korktuğu başına geldi. Hayal kırıklığı yaşattım ona. ‘’

‘’O kestikçe saçlarını, sen rengini değiştirirdin,‘’

‘’Köprüde karşılaşmış iki keçiymişiz biz. Ben aklı bir karış havada, özgürlük peşinde, büyük şehirler, renkli hayatlar. Ondaysa kızının namusu, el alem ne der korkusu, gelecek endişesi. Kocasız kadın tabii ki,’’

Küçük kıza Süt Evi’nden iki top dondurma alıp Sevgi Yolu denen trafiğe kapalı sokaktan yürüyerek geçmişten günümüze miras kütüphanenin köşesinde durdular. Jale önünde uzanan dik yokuşa baktı.  Bu şehrin yokuşları hayatı zorlaştırmaya yeminli gibi dikilirdi karşınıza.  Ara sokaklarının hepsi denize çıkardı. Yağmur yağınca toz,  toprak, köşelere saklanmış anılar, geçmişin ayak izleri, çınarların gövdesinden kopmuş sarı yapraklar, tespih ağaçlarının meyveleri sahile sürüklenirdi. İki katlı evler, sarmaşıklarla, akasyalarla süslenmiş bahçe duvarlarıyla yokuşta birbirine yaslanır, ferforje pencerelerinden saksılarda sarı, kırmızı, beyaz sardunyalar sokağı gözlerdi. Sabah erken saatlerde bahçe kapılarından sabunlu sular köpük köpük denize doğru yol alır, gecenin karanlığını çarşafla pencereden silken kadınların içi rahatlar, kimileri kötü rüyalarını kimseye anlatmayıp dualar okur, ‘’Evlerden ırak,’’ diyerek dışarıya üflerlerdi.

‘’Aaaa! İffet teyzenin evi de yıkılmış. O sevimli eve nasıl kıydılar ki? Bir çöpçü bütün iki katlı evleri süpürmüş beya!’’ Sonra da gülerek, ‘’ Gördün mü adım atar atmaz başladım Bandırmalı olarak be, beya demeye.’’

‘’Annen karşısına gelen her müteahhitle kavga etti. Aracıları kovdu evden. ‘Ben ölene kadar o kibrit kutularına girmem. Hiç uğraşmasınlar,’ deyip evi yıktırmadı.’’

İlk sallantıda birbirine kavuşacak şekilde gökyüzüne uzanmış beton bloklar arasında yokuşu nefes nefese bitirip köşeyi döndüler. O bitişik nizam çok katlıların arasında piyanonun tuşlarına basılmış da bir tanesi takılı kalmış gibi bir boşluk çarptı gözüne.  Şehre dair hayal kırıklıklarını silip atan nağmeli,  bülbül şakıması geldi kulağına.  Bahçenin içinden kırmızı kiremitleri görünüyordu, kış gecelerinde dumanı tüten bacası.

 ‘’Melih niye gelmedi Jale?’’

‘’Orası uzun hikâye be Zeynep. Bankada usulsüz işlere karışmış. O işten atılınca ben çalışmaya başladım. Lise diploması da işe yaramıyor ki artık. Tekstil atölyesinde gece gündüz gömlek diktim. Kol ağızlarını, yakalarını kolaladım, ilik açtım, ütü yaptım saatlerce. Sabahla akşam karıştı. O bu arada başka birini bulmuş biliyor musun? Çok yoruldum, çok. Kalabalıktan, trafikten, Melih’ten…‘’

Telefonu çaldı yine acı acı. Çantasını işaret etti, ‘’Şimdi de yine eski Melih. Döneyim, affet, diye yazıp duruyor,’’

‘’Ne yapacaksın?’’

‘’Bilmem ki? Hatalarımın bedelini ödeyeceğim önce herhalde. ‘’

Bahçe duvarı yine sarmaşıklarla kaplı, aralarından kırmızı borazan çiçekleri biraz sonra orkestraya katılacak gibiydiler. Küçük kız külahını ters çevirip ucunu ısırdıkça, dondurma parmaklarına bulaşıp elbisesine akıyordu.

 Melih’in duvardan atlayıp bahçeye girmesi gözünün önüne geldi.  Arka tarafta heyecan dorukta birbirlerine sokulup koklaşıyor, cilveleşiyorlardı. Annesinin tazı gibi takipte olabileceğini hesaba katmayan kız ne yapacağını şaşırmış, sevgilisi bundan istifade hızlıca gözden kaybolmuştu.

‘’Sana bu çocukla görüşmeyeceksin, demedim mi? Bir de eve almış, adımı çıkaracaksın benim de godoş, diye,’’

‘’Neden görüşmeyecekmişim? Seviyoruz birbirimizi.‘’

‘’Seviyormuş. Kızım önce geleceğini kurtar. Bak, başımızda erkek olmayınca nasıl zorlandık.  Âşıksa bekler seni. Üniversiteye gidip meslek sahibi olmadan asla izin vermem evlenmene. Aklını başına topla, yoksa… ‘’

‘’ Yoksa ne? Sen toplamışsın da ne olmuş? ‘’

‘’Neler diyorsun sen, ne saçmalıyorsun?’’

‘’Sevdiğin gençle kavuşamadın diye, beni de engelliyorsun. Kıskanıyorsun değil mi? Anlattı bana teyzem hepsini.  Baban vermemiş sevdiğine. Çocuk sana, ‘Kaçalım’ demiş.  Saatlerce beklemiş köyün çıkışında. Gitmemişsin. Sonra da babamla evlendirmişler. Köy meydanındaki zeytin ağacında asılı bulmuşlar bir sabah. Ama ben senin gibi yapmayacağım. Aşkımın peşinden gideceğim,’’  deyince kadın pişmanlıkla hüzün arasında gelip giden nemli gözlerle sessizce girmişti içeri.

Yıllar önce küçük bir çantayla çıktığı bahçe kapısına geldiklerinde Zeynep’e, ‘’ Söylemedin değil mi?’’ dedi. ‘’ Yok, yok tembihlediğin gibi,’’  deyip ayrıldı arkadaşı.  Yeşil boyalı, menteşeleri hafif paslanmış kapıyı yavaşça itti.  Bir zamanlar,  köşke benzettiği iki katlı şeker pembesi evi, içinde kırmızı balıkların yüzdüğü havuzlu bahçesi,  şimdi anılarını bile alamayacak kadar küçük geldi gözüne. Merdivenin ilk basamağında oturan annesi ucu aslanlı bastonuyla tavuklu makarnayı paylaşamayan kedileri hizaya sokmaya çalışıyordu. Ah annem. Hep dik kafalılar buluyor seni de. Yaşlı kadın başını kapıya çevirdi, gözlerini kısarak geleni tanımaya çalıştı; genç kadını ve dudakları çikolataya bulaşmış küçük kızı görünce bastonunu düşürdü, başörtüsünden çıkan saçlarını toparlamaya çalıştı,‘’ Bandırmanın poyrazı. Ah, Bandırma’nın rüzgârı. Bu gün deli gibi esti, biliyordum bir şeyler karıştıracağını,’’   deyip kireçlenmiş dizleriyle iki büklüm kalkmaya çalıştı. Jale, ‘’Kalkma anne, kalkma,’’ ’ deyip kızını yaklaştırarak, ‘’ Bak, bu Esra,’’ dedi. Küçük kız yaşlı kadının yanına oturup kedileri sevmeye başladı. Jale fıskiyesi hafif paslanmış havuza,  durgun suya bakarak, ‘’Ne çok kırmızı balık vardı,’’ deyip parlak yeşil oval yapraklarla kaplanmış zeytin ağacına doğru yürüdü, pütürlü gövdesine dokundu. ‘’ Zeytin büyümüş ama çiçekler kurumuş,’’ Yaşlı kadın bahçeyi çevreleyen yüksek binaları göstererek,  ‘’Zeytini güneş alan tek yere ektim,’’  Sonra aceleyle:   ‘’Aç mısınız, hemen çay koyayım. Dolapta yeni aldığım kelle peyniri var. Yanına da Hacı Yusuf’tan simit alırsın bir koşu. Esra da sever değil mi? ’’

‘’Bir bizim ev kalmış, ayrık otu gibi. ‘’

 ‘’Yolup dururlar o yüzden de baş edemezler işte. Yıktırır mıyım hiç, avuçlarını yalarlar.’’

‘’Rahat ederdin, bahçe derdi yok, sıcacık odalar, asansör, balkon…’’

‘’Kuş gibi tüneyip, ötüşüyor zavallılar be kızım, baksana.  Karnı acıkmış şu kedilerin gece miyavlamalarını duyarlar mı?  ‘Bozaaa, ’diye bağıran Mevlut’un sesini bilmiyorlar bile. Hem sen gelip de bulamazsan diye elletmedim taşına, tuğlasına. Artık ne istersen onu yaparsın,’’ deyip kızının feri sönmüş gözlerine bakarak,’’ Yalnız mı geldin?’’ diye ilave edince Jale toparlandı, ‘Ben gidip simitleri alayım bir an önce, kalmazsa sonra, ‘’ deyip fırladı.

  Ertesi gün genç kadın kucağında küçük bir kasayla girdi bahçeye.  Zeytinin dalına ip atmaya çalışan annesini görünce yere bırakıp, ‘’Dur, bekle,’’ diyerek salıncağı kurmasına yardım etti.  Sedirin sarı minderini alıp yerleştirirken kızı başında zıplayıp, ‘’ Hadi anne, çok yükseğe taa bulutlara kadar uçur ama beni, ’’ diyordu. Yorgun düşen yaşlı kadın sedire oturunca Jale kasanın içindekileri çıkardı: ‘’ Bak anne, haseki çiçeği, çuha çiçeği, yalancı keçisakalı. Yeni fideler aldım bahçeye. ‘’ Cebinde ısrarla çalan telefonunun da sesini kapatıp masanın üzerine bıraktı.

‘’ Güneş de yok ki be kızım, nasıl boy atacaklar? ’’

‘’Merak etme sen. Bunlar güneş istemeyen çiçekler.’’

Not: Bu öykü Yegane Kitap tarafından yayınlanan "KENT ÖYKÜLERİ" kitabında yer almıştır. 

 

1 yorum: