Sayfalar

15 Ocak 2022 Cumartesi

 




ANNE,  DONDURMA ALIR MISIN BİZE?

Siyah camlı otomobil, gece hiç dinmeden yağan yağmurdan kalan su birikintisine hızını kesmeden daldı, durakta bekleyenlerin üzerlerine çamurlu suları sıçratarak hala uyku mahmurluğu çekenlerin uyanmalarını sağladı.  Yarım saattir otobüsü bekleyen atkuyruklu erkek öğrenci arkasından okkalı bir küfür sallarken 4a numaralı otobüs nazlı nazlı yanaştı durağa.  Gülbahar önündekileri itekleyerek hamle yaptı, ama sağdan soldan kaynak yapanlar yüzünden ilerleyemedi bir türlü.  Şoförün, “ Arkaya doğru gidin kardeşim,” sözleri homurdanan otobüsün sesinde kayboldu, körüklü kapı umursamaz biçimde kapandı bekleyenlerin suratına. Otobüsün ardından, “ Durun, durun, binmem lazım, geç kalmamalıyım, servis beklemez sonra,” derken aklı bu iş uğruna evde yalnız başlarına bıraktığı iki çocuğundaydı.

 “Kızım, kardeşine dikkat et. Yemeklerinizi hazırladım. Sakın açmayın kapıyı kimseye.” 

“ Merak etme anneciğim. Peki, uslu durursak, dondurma alır mısın bize?”

“İşe başlayayım hele bugün. Ne isterseniz alırım.”

Sabırsızca ileri geri yürüyor, otobüsün geleceği yöne doğru bakıp, “Hadi gel artık, hadi,” diye söyleniyordu. Uzaktan 4a’yı görünce kalabalığı yararak, çevresindekilerin sitemli konuşmalarına aldırmadan öne geçip kendini içeri attı. Arkasındaki adamın çürük dişinden yayılan nefesinin kötü kokusu midesini kaldırdı. İtişmeler, kakışmalar arasında virajlarda sertçe savrularak gidiyorlardı. Ani bir frenle yalpaladı otobüs. Uyuklayan gencin üzerine düşerken, nefesi kokan adam tuttu kolundan. Otobüs hafifçe yanlayıp durduğunda, “ Ne oldu?” ,  “Kaza mı yaptık ?” sorularıyla yolcular öndekilerden bilgi almaya çalışıyordu. Gülbahar sıkıntıyla saatine baktı. Nereden çıktı bu kaza? Nasıl yetişeceğim şimdi? Asla beklemezler beni. Niye beklesinler ki. Yüzlerce işçi var sırada. “Kapıyı aç, inelim hiç olmazsa” diye bağırdı bir genç. “Derse yetişemeyeceğim bu gidişle.”

Şoför ’ün, “Bekleyin, yarım saate kadar sizi almaya gelecek başka bir otobüs,” sesi ile homurdanmalar da başladı. Gülbahar içini bulandıran ensesindeki kokudan kurtulma niyetiyle otobüsten inerek kaldırımın kenarına oturduğunda adam da peşinden inmiş, tepesinde dikilmişti. Başından iyice kaymış mendil başörtüsünü düzeltti;  kafasını kaldırıp ters ters baktı. Adam bir eli cebinde diğeriyle siyah, uzun, gür bıyıklarını burarak süzüyordu kadını.

Kocasının göğüslerine batan sert sakallarını düşünüp irkildi, pavyon mezesi kokan ağzıyla karısının memelerini öpmeye çalışırken sızar kalırdı adam. Kimi zaman çorbanın, bazen kadının soğukluğuna laf eder, basardı tokadı.  İki kere kaçma teşebbüsünde bulunmuştu.  Sabah çocuklarını alıp sokaklarda dolaşmış ama karanlık basınca evdeki kurda razı vaziyette geri gelip, dönmekte zorlanan paslı kilidi çevirerek hüzünle gıcırdayan kapıdan girmişti.

Gülbahar’ın otostop çekmeye başlayan genç çocuğa, “Yeni Bosna’ya nasıl gidebilirim başka türlü acaba?” diye sorduğunu duyunca bıyıklı yanına sokuldu.  “İsterseniz bir taksi çevirebilirim size.” Gülbahar kaçtı kalabalığın yanına. Saatine baktı, kendilerini Tekirdağ’daki fabrikaya götürecek olan servis çoktan kalkmış, gündelik alacağı yüz elli lira kuş olmuş, kanatlanıp uçmuştu.

O gece zil zurna sarhoş eve gelen kocasının vurmak için kalkan kolunu tutması kolay olmuştu. Yıllardır biriktirdiği öfkesinin gücüyle itti. Adam kafasını masanın kenarına çarpıp düşünce kanı yeşil halının üzerinde ilkbahar da açan kır gelincikleri gibi yayıldı. Alelacele bir çanta hazırladı; çocuklarını uyandırıp, “Nereye gidiyoruz anne? ” sorularının eşliğinde otobüs garajına doğru ürkmüş bir halde arkasına baka baka hızlıca yürüdü. İki bilet alıp bitkin bir şekilde koltuğa yerleşti;  buğulanmış camları avucunun içiyle sildi. Yolcuların sepetlerini, denklerini, yükledikten sonra karanlıkta hareket eden arabada, ter, ekşi çorap, ucuz altın damla kolonyası karışımı bir kokunun ağırlığı ve yerel ağızda söylenen yanık türkünün sözleri ile ağırlaşan gözleri kapandı. Yıllar önce bir kez babası ile geldiği halasının evine gidecekti.  Kocaman Boğa Heykeli’nin yukarıya doğru çıkan caddesinin üzerindeki bir apartmanının kapıcısıydı eniştesi. 

Belediye otobüsünden inen yolcular şikâyet ediyor, söylenip duruyorlardı kaldırımda. Bir an önce eve döneyim. Fakirin işi hep ters gider işte. Bakalım bir daha böyle bir fabrika işi karşıma çıkacak mı? . Çok zor artık.  Off Allah’ım, ne zaman işlerim rast gidecek benim? Şimdi yine gündelikçiliğe talim. Ters istikamete yönelerek sağ tarafı ezilmiş topuğuna basa basa yürüdü. Kalabalığa karıştı. Halasının kıt kanaat yardımları sayesinde eski, rutubetli, penceresinin yarısı sokağı gören bir bodrum katına yerleşmişti. Evde olduğu zamanlar cama başını yaslar, gelen geçenlerin ayakkabısına bakıp hayatları hakkında hikâyeler uydururdu. Boyalı, boyasız, dikişleri atmış, yumurta topuklu, sivri burunlu, rugan, mokasen ayakkabılar… Yatağına yorgun argın yattığında o geceyi hatırlayıp uykuları kaçsa bile bir dağın tepesinde kavuşabileceğini düşündüğü huzurla yaşıyordu bu loş evde.

Komşuları Gülbaharların evinde hiç hareket göremeyince meraklanıp, seslenmişlerdi önce. Kapıyı açan olmayınca hafifçe ittiklerinde kapı gıcırdayarak aralandı. Hafif bir inleme sesi geldi kulaklarına. İçeri girdiklerinde kafasının arkasından kan sızan adamı yerde yatarken buldular. Ameliyat sonrası sağ tarafına inen felç yüzünden yarım yamalak konuşarak, “ Beni o kaltak karı öldürecekti az daha, saldırdı bana,” demeye çalışsa da anlaşılamamıştı bir türlü. Adamın eziyetlerinden, mahallede çıkardığı kavgalardan bıkan, her zaman Gülbahar’a arka çıkan komşuları sustu. Her ay maaşını elinden alan, kolundaki bileziği zorla çıkarıp kumarda kaybeden adamın gözü yaşlı anası da “Su testisi, su yolunda kırılır,” deyip gelininin ardından gözyaşı döktü, dualar etti, işleri rast gitsin, diye.

Evinin sokağına girdiğinde pencereden bakan kızlarını gördü.  Kızıl saç örgülerini, çilli burunlarını cama dayamış gelen geçenin ayakkabılarını inceliyor, kadınların ipek çoraplarını hayretle birbirlerine gösteriyorlardı. Onları görünce içindeki sıkıntı dağıldı, yüreği şenlendi. O sırada kapıdaki zilleri inceleyip, bir şeyler konuşan iki polisi fark etti. Yoksa yoksa… Benim için mi geldiler ki? Ama kimse şikâyetçi olmadı, kaza diye kayda geçti diye haber gönderdiler. Anacığı bile şikâyetçi olmadı, demişlerdi.  Sende inandın, aptal şey. Ama inanırım tabii. Zavallı kadın. Neler çekti o hayırsızdan. Onu doğuracağıma taş doğursaydım, derdi.  Keşke imkânım olsa seni de getirsem buraya anam. Fakat söz veriyorum, güzel bir iş bulursam alacağım buraya… Eyvah, bekliyorlar kapıda. Offff ya! Bak işte, bırakmadılar peşimi. Polislere ne anlatacağını düşünerek kalp çarpıntıları eşliğinde ağır ağır yürüdü. Buraya kadarmış, elbet bir sonu gelecekti. Acaba uzaklaşsam mı görünmeden? Ama çocuklarım… Ne yaparım, onları kime emanet ederim ki? Yok, yok,  halam, halam bırakmaz onları… Kapıya doğru ilerleyip önlerine geldiğinde,  “Mehmet Durmaz burada mı oturuyor? Zilde adını bulamadık da,” sözlerini duyunca eli ayağı boşaldı, kapıya tutundu.  Sesi titreyerek, “ Ben de yeni taşındım, bilmiyorum. Yönetici dördüncü katta oturuyor. Ona sorabilirsiniz.”  İçinden derin bir ohh çekti, vücudunu esir alan gerginlik uçup gitti.  Ağır demir kapıyı itip merdivenlerden üçer beşer indi. Kilidin sesini duyunca sevinçle zıplayan çocuklarının, “ Dondurma aldın mı anneciğim?” çığlıkları arasında içeri girdi.   Durun, durun, bağırmayın. Ne yazık ki alamadım.”  İki kız çocuğu hayal kırıklığı ile susup, dudaklarını büktüler, küçük olanın gözleri sulandı, küskün baktı annesine.   “Almadım, çünkü pastaneye gidip yiyeceğiz dondurmaları,”  deyince,

“Yaşasın” sesleri yankılandı, “Ben çikolatalı yiyebilir miyim anne?” sorusu yayıldı apartman boşluğunda.

 

1 yorum: