Sayfalar

11 Eylül 2021 Cumartesi

 


HÜSNÜ LATİF EFENDİ

Daireye tepeden inme atanan müdür bey biraz önce odasına çağırmış, önce öksürerek boğazını temizlemiş, sonra da kibarca, ‘’Hizmetleriniz için teşekkür ederiz. Ama artık genç arkadaşlara ihtiyacımız var,’’ demişti. İki büklüm çıktı odadan, şaşırmış, ne yapacağını bilmez haldeydi. Otuz yılını geçirdiği, ne uzayıp, ne kısaldığı masasına giderek dosyaların üzerinde gezdirdi parmaklarını. Daha bitiremediği ödeme cetvelleri, yarım kalmış muhasebe işleri vardı. Kime teslim etsem ki bunları? Hiçbiri dikkatle yapmaz ki.  Sabah sekizde geldiği, akşam beşte terk ettiği bu evrak, kâğıt,  toz kokan büro, yaşamının en önemli parçası ve amacıydı. Ayaklarını sürükleyerek masasından uzaklaştı; yıllardır değiştirmediği emektar devetüyü ceketini giyerken yeni yetme genç çalışanlar arkasından kıs kıs gülüyorlardı.   Ufak tefek cüssesi, solmuş kahverengi fötrü ile Hüsnü Latif Efendi kendini dışarı atıp, derin nefesler alıp yürümeye başladı.

Yıllardır evi ve dairesi arasında, yolunu değiştirmeden pinpon topu gibi gidip geldiği yolda,  yaşadığı hayal kırıklığı ve hüzünle her zaman alışveriş yaptığı markete girince dükkân sahibi,‘’ Ooo, Latif Efendi, hoş geldiniz. Erkencisiniz bu gün,’’ dedi. Latif Efendi, sabah evden çıkarken karısının eline tutuşturduğu listeyi cebinden çıkardı: ‘’ Ayçiçek yağ, patates, taze fasulye, salça…’’  Yüzünü buruşturdu, midesi bulandı, sıkıntılı yüz ifadesiyle şöyle bir etrafına baktı. Bir büyük, göz kırpıyordu vitrinden. Acaba alsam mı? En son ne zaman rakı alıp gittim acaba eve? Karısının rakıyı görünce,‘’  Nerden çıktı bu şimdi? Yıllar sonra.  Ne çok eksik var bu evde? Haberin yok sanırım. Bunca yıldır masa başında çalıştın da bi’ hayrını göremedik. Millet ev, araba sahibi oldu. Bizse…’’ sözleri ile uzayacak dır dırdırlarını hatırladı. Onunla evlendiği ilk günlerdeki gül yüzünün zamanla sadece konuşan aslanağzına dönüşmesi ne zaman olmuştu ki! Hele ki işten çıkarıldığını duyunca söyleyeceklerini hayal bile edemedi.  Abisi köşeyi dönmüş. Bana hatırlatıp durur da nasıl döndüğünü söylemez. Ben bilmiyorum sanki. Defterlerle birazcık oynarsan köşeyi de dönersin, virajıda. İri yarı, kırlaşmış şakaklarını koyu siyah ile boyayan adam geldi gözünün önüne. Lacivert Mercedes’ini evin önüne getirince kornayı basar, çocuklar ‘dayım geldi,’ diye koşarlardı. Kart zampara ne olacak? Sıcak basınca ceketinin düğmesini çözdü, bir solukta,  ‘’ Bir büyük. Biraz kaşar, yüz elli gram pastırma tartıver,’' deyince market sahibi göz kırpıp, ‘’ Hayrola! Âlem mi var Latif Efendi? ‘’ dedi.  Cevap vermedi, beyaz peynir,  tereyağı da ilave ettirip ellerinde iki dolu poşet çıktı dışarı.  

Her gün ezip geçtiği, tabanlarına aşina olan Arnavut kaldırımında durup önünde yükselen dik yokuşa baktı. Eski evler yorgun birbirine yaslanmış, asırlık ağaçlar dallarını uzatmış bahçelerden dışarı. Aralarda birkaç tane çok katlı bina şehrin ruhuna Fatiha der gibi dikilmişlerdi. Yokuşun ortasına geldiğinde torbalarını bırakıp elini beline koydu,  nefesi daralır gibi oldu. Ceketini de çıkarıp koluna attı.  Hava serindi ama sıcak sıcak terliyordu. Sağındaki üç katlı mozaik taş cepheli apartmanın merdivenine çöktü. Cebinden aldığı mendille alnını sildi. ‘’ Ne oldu beyefendi, iyi misiniz?’’ sesleri gelince kulağına çevresine bakındı.  İlk katın penceresinden önce simsiyah dalgalı gür saçları, sonra da kor dudaklı, elma yanaklı genç kadını gördü. Ağzındaki sakızı dolandırarak patlatırken yine sordu? ‘’Ne oldu beyefendi, hasta mısınız?’’  Uzandığı pencereden şarkılar sızıyordu sokağa.  Biraz önce belalısından zılgıtları yemiş, o çekip gittikten sonra ise radyoyu açıp şarkılı türkülü bir kanal bulmuş, odadaki ağır romanvari havayı dağıtmıştı. ‘’Size su getireyim,’’ deyip, elinde bardak, üç kat fırfırlı allı basma eteği,  kırmızı ojeli ayaklarına giydiği eflatun terlikleri, pembe beyaz topuklarıyla yanında bitti. Suyu uzatırken adamın elindeki dolu torbaları, içindeki bir büyüğü görünce gözleri ışıldadı. ‘’Hadi, hadi, gelin içeride biraz dinlenin. Şimdi bu halde yürümeyin. Valla yolda düşer kalırsınız.’’  Adam, ‘’ Yok, yok, eve gideyim ben,’’ derken, ‘’ Aaa, haliniz mi var ki? Biraz nefeslenin, gidersiniz,’’ deyip koluna girdi.  İtiraz edecek hali yoktu,  nefes nefese munis bir şekilde yeni pişmiş taze fasulye kokan evde buldu kendini. Kadın adamı koltuğa oturtup yanındaki sehpaya suyunu koyarak sektirmeye başladı. Kat yerleri belli, beyaz bir masa örtüsünü şöyle bir silkeleyip serdi. Taze fasulye, yanına şakşuka... Bir de bol naneli mevsim salata. İki ince uzun kadehi de doldurup kendisini sessizce izleyen adama:‘’ Gel, gel hadi. Tansiyonun düşmüştür senin. Bunları yersen hiç bi’şeyciğin kalmaz,’’ diyerek masaya çağırdı. Latif Efendi, ‘’ Ben gitsem artık,’’ derken o, ‘’Hadi, nazlanmayın artık,’’ diyerek kadehini kaldırdı, ‘’ Şerefe tanrı misafiri. Aaa, adınız neydi acaba? ’’  Adam, ‘’ Hüsnü Latif,’’ deyip gözlerini kadınınkilerden kaçırarak, ‘’ Size de zahmet verdim,’’ deyince, genç kadın ağız dolusu bir kahkaha attı: ‘’ Ne zahmeti Hüsnü Latif Bey.  Yiyelim, içelim bu gece. Gevşetin canım şu kravatınızı. Gevşeyin sizde,’’ deyip adamın tabağına bir parça beyaz peynir koydu, yanına bir dilim pastırma. Bir taraftan da radyodaki Zeki Müren’e eşlik ediyordu. ‘’Yalan dünya, her şey bomboş, hancı sarhoş, yolcu sarhoş,’’  ‘’Siz de söyleyin ama. Müzik tüm sıkıntıların ilacıdır,’’ deyince Hüsnü Latif Efendi’de  ‘Bey’ olmanın farkı ile sırtını dikleştirdi sandalyede.

 ‘’ Ben nerelerde sahneye çıktım, biliyor musunuz Latif Beyciğim,’’ ‘’ İstanbul’un en önemli pavyonlarında... Posterlerim asılırdı boy boy. Ama şimdi izin vermiyor çalışmama benimkisi,‘’

Adam onun yüzüne yerleşmiş gülüşünü zevkle seyrederken başka bir âlemde olduğunu düşündü. Karısının yıllar önce beklediği hayattan umduğunu bulamayınca yüzüne temelini attığı çatık kaşları geldi gözünün önüne. Bir türlü veremedim istedikleri hayatı. Günyüzü göremediler benim yüzümden. Çalıp çırpsaydım keşke. Ne olurdu ki? Yüzüme gülerler, arkamdan şerefsiz derlerdi. Deselerdi. Karım mutlu olurdu hiç olmazsa. Kadehini tamamlıyordu genç kadın o içtikçe. Ortamın büyüsü bozulacak diye korktuğundan sessizce kadını dinliyor, o gülünce gülüyordu. O da mırıldanmaya başladı şarkıları. ‘’yalan dünya, her şey bomboş,’’   Kravatını çıkarıp sandalyeye asarken, ‘’ Yıllardır dinlemeye dinlemeye sözlerini unutmuşum. Ahh yıllar. O zamanlar müdür olma hayallerim vardı. Geleceği parlak okumuş genç. Ama… Bir kuru teşekkür edip gönderdiler. Çalmadım, çaldırmadım. Namusumla çalıştım. Mükâfatı bu işte…’’ diye anlatmaya başladı.  Adamın hüzünlendiğini görünce genç kadın, ‘’Boş verin efendim. Şu hayatta kim kime yaranabilmiş ki? Namus vicdanındır. Yoksa  en namuslu sözler en namussuzların dilindedir  bu hayatta.  Hadi biz şarkıya devam edelim. Şu güzel anımızı zehretmeye değer mi?’’ deyip havayı değiştirdi. ‘’ bir garip yolcuyum, hayat yolunda,’’  Latif Efendi taze fasulyeden bir çatal alıp : ‘’  Ömrümde yediğim en güzel fasulye,’’ deyince, kadın cilveli, ‘’ Huzurla yenen acı bile bal eyler efendim. Afiyet, şeker olsun,’’ dedi.

Şen şakrak konuşmalar, Zeki Müren’in o muhteşem sesi,  şarkıları ve hafif bir baş dönmesiyle koltuğa geçtiklerinde genç kadın ayaklarını toplayarak oturduğunda eteklerinden taşan pürüzsüz dizleri dizlerine değdi.  Pembe beyaz topuklar yanı başındaydı. Sevgilisini ilk kez öpecek olan bir delikanlı gibi kalbi coşmuştu. Kadın, ‘’Ben size bir ferah kahvesi yapayım,’’ deyip yanından kalkınca, kanepeye kıvrıldı. Zeki Müren’in o pürüzsüz sesi, düzgün Türkçesiyle söylediği  ‘’ yalan dünya, her şey bomboş,’’ sözleri çok derinden kulağına gelirken, göğsüne kocaman bir kaya oturup nefes almasını engelledi.   Kadın elinde kahveler ile geldiğinde yüzünde tatlı bir gülümseme ile kıvrılmış adamı görünce, ‘’Ancak rahatladı zavallıcık,’’ deyip üzerini örtmek için ceketi alınca, cüzdanı yere düştü,  kadın el çabukluğuyla alıp koltuğun minderinin arasına sıkıştırıverdi.  Mutfağı toplarken müzik değişmiş, ‘‘ ömrümüzün son demi, ‘’ demeye başlamıştı şimdi. ’ Müzeyyen Senar.   İşi bitince adamı uyandırmak için dürttü omuzundan hafif hafif. Tepki vermeyince, ‘’Latif Bey, Latif Bey,  uyanın geç oldu,’’ derken adamın sol kolu kanepeden, kadının ağzından bir çığlık da pencereden sokağa düştü.

                                                                                                                               NAZAN ÇİNKO

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder