22 Ekim 2022 Cumartesi

    





EVE DÖNMEDEN ÖNCE 

 bugün pazartesi,

dün pazardı

belki evde kalıp balerin resimleri yaptın

kulağında uzak bir piyano sesi

belki neşeliydin

belki düşüncen vardı

belki de yağmur gibi inerken hatıralar

herhangi bir köşe başında

bana rastladın

ben senin hayatına muhalif bir rüzgâr gibi girdim  Attila İlhan


 Bugün pazardı. Evde kaldığı mı nereden bildi ki şair? Ama resim yapmadım, uzaktan piyano sesi de gelmedi kulağıma, evet gerçi an an değişti ruh durumum. Neşeli de oldum, gamlı da. Sabahın kör şafağında kendini sokaklara atarken kış kendini daha göstermeden yataktan çıkıp serin havayla karşılaşmak istemez haldeyim.  Akşamüstüne kadar evde pinekledim. Sokaklar bana küskündür eminim. Çay bahçeleri, hep anlattığım sarı Sarman da kırılmıştır, arkamdan konuşuyordur: " ilk yağmurda terk etti, İlk fırtına da kapandı evine. Nankör insanoğlu,"  diye. 



Pinekleme anlarımda boş durmadım yine de. Bir kitap okudum. " Seni İçime Gömdüm"  Sevmek çeşit çeşittir ya. Herkesin aşkı kendine özeldir ya. Bu başka bir şeydi işte.  Sevdiği kadın öldükten sonra, " Onu sevmekten kurtulmak istiyorum artık," dedirtecek kadar çaresizlik yaşatan bir sevgi. Ve farklı bir coğrafya da geçmesine karşın kendinden olmayanı ötekileştirme, tüm insanları aynı şekilde kucaklamayan sahte dinler ve ibadethaneler, yoksulluk ve zenginlik... Dünyayı değiştirmek için boşuna uğraşılıyor gibi geliyor bazen. Çabalayan insanları görünce bir duygu yelpazesinde gidip geliyorum. Çoğunlukla umut, bazen de onlar adına üzüntü.   Sevdiğim bir arkadaşım her genel seçim öncesi gününü gecesine katarak çalışır,  bu sefer kesin kazanacağız, diye. Ve her seçimden sonra sonuçlara değil de daha çok onun hayallerinin yıkılmasına üzülürüm sanki.  Nasıl geldim ben bu konuya? Nereden geldiği belli olmayan kelimeler, cümleler nasıl da sürükledi çözümsüz  bir dünyaya.  Evet, bir kitap, kitapların gücü işte. 140 sayfalık bir kitap nerelere savurdu beni. Bu duygu sağanağından kurtulmak için soğuk da olsa çıkmalıyım dedim ve yazın bittiğine iyice inandım bu gün.  Üst üste giydim güz kazaklarımı, üzerime bir mont çektim ama yine de attım kendimi sahile. Islak kırık parke taşları, aydınlıkta ışıldayan şaşkın sokak lambaları…”Oturabilmek için sıra beklenilen kafeler bomboş, şemsiyelerin eli kolu bağlı bir duvar dibinde,  sandalyelerin boynu bükük. Ellerim cepte hızlı hızlı yürüyünce ısınıyorum. Gökyüzü bir ara aydınlanıyor, güneşin görsel şölenine izin verecek sanırım bulutlar. Nemrut tepelerinde de güneşi batırdım ama “Erdek'te bir başka dedim her seferinde. “ Boynu büküklerden birini çekip oturdum Bambu'ya. Sıcak çay bardağı avuçlarımda, dumanı yüzümü yalayıp geçiyor.   Sarı Sarman, oyuncu kedi hepsi burada. Ateş de ara ara geçen hemcinslerine laf atıyor. Hav hav hav… Çabucak soğuyan çayı bir yudumda içiyorum. Karşıda oturan bir çiftte gözüm. Kalkmayacaklar mı daha,  üşümediler mi acaba... Kızın ellerini avucuna alıp hohluyor delikanlı. Iııh, kalkmaz bunlar, deyip paramı ödüyorum. Artık kış, evine dönme zamanı, diyorum. Eve dönme zamanı… Kısacık ama kağıttan fırlamış, hayatın içinde, dua fısıltısı gibi bir cümle…

 

ben bir leyleğim, uykuda uyanık  

güz geldi artık

Göçüyorum yarı uyur, yarı uyanık.” A. Püsküllüoğlu



 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

16 Nisan 2022 Cumartesi

 







BAŞKASI OLMA, KENDİN OL…

Bir türlü sevdiği kıza açılamıyordu Rıfkı.  Arkadaşlarıyla haftada bir gece Kaya’nın Yeri’nde toplanırlar, tek konuları, yürüdükçe saçlarının dalgası şekilden şekle giren, yıllanmış, platonik aşkı esmer güzeli Züleyha olurdu. Diğerleri evlenmiş, çoluk çocuğa karışmışlardı. Onun bu mecnun halleri masadaki haydari gibiydi.  Kalender bir insandı. Şakalara, takılmalara hiç bozulmaz, “ ya ne yapayım, bir türlü denk getirip açılmayı beceremiyorum ki,” derdi.  O gece de masayı donatmışlar, sohbet yavaş yavaş koyulaşmaya başlamıştı.  Meyhaneci Kaya da elinde bir tabak kirazla uğradı yanlarına, “ müesseseden bunlar, Rıfkı’da çok sever. Gençler size de afiyet olsun. Bir arzunuz olursa seslenin tamam mı?” deyip ayrıldı. Konular döndü dolaştı, laf lafı açtı,  sonunda yine geldi Rıfkı’nın aşkına. “ Yeter ama kızı kapacak başkaları, ona göre “ dedi birisi. Bir tanesi de, “gel şiir yazalım, ben bizim hanımı öyle tavlamıştım, ” deyince, Rıfkı’nın “ yahu yapmayın, etmeyin” demesine aldırmadan gülüş cümbüş içlerinden geldiği gibi döktürdüler dizeleri o gece, dumanlı kafalarıyla.

“Aşka verdim kendimi kıyasıya

Bütün evler, odalar şimdi bizi bekliyor

En güzeli sevişmek seninle doyasıya

Sevişmek ve sevmek dağlarca, denizlerce

Kâh yaşamaya benzer, kâh biraz ölmek gibi

Paylaşmak aşkı seninle sımsıcak bir ekmek gibi” *( Ümit Yaşar Oğuzcan)

Ertesi sabah mahallenin haşarı çocuğunun cebine bir onluk sıkıştırıp gönderdiler. Akşamüstü Züleyha dükkânın önünde dikilmişti;  öfkeyle “ Sen kafayı mı yedin geri zekâlı? Utanmıyor musun onları bana yazmaya, bizim aramızda ne var ki bir de paylaşacakmışız sıcak ekmek gibi. Bak bak bak. Aptal şey ne olacak, ”deyip cebinden çıkardığı zarfı yırtarak kapıdan içeri atınca şiirin içeriğinden bile haberi olmayan zavallı Rıfkı ne yapacağını bilemedi. Çay içtiği arkadaşı, “kızlar nazlanacaklar tabii ki oğlum, pes etme,  çık karşısına, ‘eninde sonunda benim olacaksın,’ de. Ben öyle yaptım. Kararlılığımı görünce mayıştı benimki, ”dedi.  O akşamüstü iki bira içip, kurstan dönerken köşe başında karşısına çıktı, “eninde sonunda benim olacaksın Züleyha,”  dedi. Suratına tokadı yedi.  Gece tek başına gitti kafasını dağıtmaya. Meyhaneci Kaya onu öyle dertli görünce masasına oturdu. “ Ben önce abisini tavlamıştım, sen de içeriden fethet kaleyi,” dedi ve sırtına bir iki dostça vurup bar tezgâhına geri döndü. Genç adam birkaç gün içinde abisinin çıktığı kahveye takılmaya başladı. Bir keresinde lafı Züleyha’ya getirince, “bana bak sen beni ne sanıyorsun” diyen abiden suratına yumruğu yedi.  Artık yamuk da bir burnu vardı;  o ışıl ışıl parlayan kömür karası gözleriyle Züleyha ona hiç bakmazdı.  Yolunu gözlemeyi bıraktı, yüreği sızım sızım sızlasa da aşkını kalbine, kendini de babasının tozlu zücaciye dükkânının içine gömdü. Aylar sonra bir arkadaşlarının düğününde tesadüfen aynı masaya düştüklerinde, içinden “ kötü talihim, tüm bunlardan sonra mı bir araya getirdin bizi,” diye söylenirken ne yapacağını şaşırmış haldeydi.  Eli ayağına dolaştı, beti benzi attı; kalkmak için hareketlendiğinde arkadaşları engel olunca oturup kaldı. Kızın da suratı iki karış, gözleri ise hep dans eden çiftlerdeydi. Rıfkı onun mutsuz yüz ifadesinin, herkes eğlenirken masada üzgün oturmasının suçunu kendinde bulunca gece boyunca vicdanen çok huzursuz oldu.  Yorgun piyanist akortsuz bir biçimde “ başkası olma, kendin ol. Böyle çok daha güzelsin…” diye sesini Tarkan’a benzetmeye çalışarak şarkısına başladığında masadakiler kendilerini piste atınca ikisi kaldılar.  Orta yaşlardaki şarkıcı gırtlağının son gücünü kullanarak bağırıyordu , “ ya gel bana sahici sahici, ya da anca gidersin.”  Adamın sesi ve şarkının sözleri kulaklarını tırmalıyordu. Elinde kalan bir parçacık cesaretini toplayarak kızın yanındaki sandalyeye oturdu ve gözlerinin içine bakıp,  “ Züleyha, senden yaptığım bütün saçmalıklar için özür diliyorum. Ama bir türlü cesaret edip, “ sana ilkokuldan beri aşığım” diyemedim. Korkak, beceriksiz, sünepe adamın tekiyim ben. Arkadaşlarım gibi cesur olmaya, onlara benzemeye çalıştım. Yoksa şiir yazmak kim, ben kim? O etkileyici sözler, o aşk dolu dizeler,  hepsi, hepsi onlarındı. Babamın zücaciye dükkânında senin sokaktan gelip gidişini gözlemekle geçti ömrüm. O tozlu avizelerin, fincanların arasından çıkıp gidemedim, bu küçük kasabamızı terk edemedim, seni bir daha göremezsem, diye. Bu yüzden de ne bir diplomam oldu, ne evim, ne arabam. Neyime güvenip gelecektim ki sana. Sen benim gözümde krallara layıksın, saraylara yakışırsın Züleyha. Affet beni ne olur?  “deyip kalktı sandalyesinden, boynu bükük bir halde masaların arasından kapıya doğru ilerledi. Oyun havalarına geçmişti pisttekiler. Züleyha şaşkın bakakaldı arkasından. Ayağa kalkıp “ Rıfkı” diye seslendi.  Ama salona yeni gelen davulcu tokmağını öyle bir indiriyordu ki, kalbinde gümlüyordu adeta. Koştu arkasından; koluna dokundu, “Rıfkı,  bak düğün pastası geldi, hem de kirazlı, sen seversin,  tadına baksaydın hiç olmazsa,” diyerek elindeki bir dilimi uzattı.

9 Nisan 2022 Cumartesi

 




ZEUS, ATHENA, HAVVA VE DİĞERLERİ…

Pencerenin buharını silip sokağa göz atıyorum,  önce mor gözümü sonra da diz boyu engelleri görüyorum. Çatımdan sarkan mızrak gibi buzlar cama değiyor.  Dışarısı çok soğuk ve ben evin içinde titriyorum. Toprak Ana beyaz bir örtü ile korumaya almış kendini. Valizim kapının hemen yanında.  Adını Zeus taktığım kocam içeride çığlıklar atıp çocuğunu kafasından doğurmaya çalışıyor.

Kehanete göre bilge Tanrıça Metis’in baş tanrı Zeus’tan bir kız çocuğu olacak ve bir daha hamile kalırsa dünyaya getireceği erkek çocuk ise Zeus’u tahttan indirecektir. Bunun üzerine Zeus tatlı sözlerle bilge tanrıça Metis’i baştan çıkardıktan sonra yanına yaklaşarak onu aniden yutar. Bir süre sonra Zeus, göl kenarında yürüyüş yaparken dayanılmaz bir baş ağrısına yakalanır ve kafasından tepeden tırnağa silahlı ve doğarken yeri göğü inleten bir nara atan Athena dünyaya gelir.  Zeus çok mutludur. Artık kadına özgü olan doğurganlığı onun elinden almış ve bir hayat yaratılmasında dişil özelliklerin hiç önemli olmadığını kanıtlamıştır.*

Athena’ya benzer şekilde erkek çocuk Dionysus da annesinden değil, Zeus’un vücudundan doğar. Rahim görevi gören bu kez Zeus’un bacağıdır. Ölümlü bir kadınla beraber olan Zeus, kadın hamileyken ünlü şimşekleri ile fetüsü kadının vücudundan ayırır ve kendi bacağına yerleştirir. Dionysus daha sonra buradan doğar. Kadının karnının yerini erkekte bacak ya da kafa alması, dişil özelliklerin yokken bile bir erkeğin “hayat” verebilme gücünü göstermiştir bütün dünyaya.

Afroditin köpüklerden doğması, Havva’nın günahkâr olması, nefsine hakim olamayıp Adem’i kandırması ve insanlığı cennetten kovdurması, Pandora’nın kendisine emanet edilen kutuyu arzularına sahip çıkamayarak açması ve kötülüklerin dünyaya yayılması, Hera adlı tanrıçanın aldatıldığında sinirlenmesi, Afrodit’in âşık olduğu erkeğin arkasından ağlayarak ona gitmemesi için yalvarması… Çünkü onlar Tanrıça dahi olsalar öncelikle birer kadındır ve kadın ‘zayıf’ olmak zorundadır.

Pencereden bakıyorum diz boyu kar. Hırsla yağıyor gökyüzü yeryüzüne. Toprak ana sarınmış beyaz bir kürke. Valizim kapının hemen yanında. İçeride bir adam hala savaş naraları atarak kafasından doğurmaya çalışıyor insanı. Aklımda binlerce yıl öncesinin tanrıçalarıyla; Havva’yla, Pandora’yla, Athena’yla açıyorum kapıyı; kar yığılıyor içeriye. Ayaz bir tokat gibi suratıma çarpıp, kuzey rüzgârı jilet gibi kesiyor. Direnip gömülüyorum karlara. Toprak Ana’ya ulaşmaya çalışıyorum. Rahmin sıcaklığına, ruhun kutsallığına, doğa ananın gücüne, karşılıksız sevgiye…

Doğurganlığı bile tekeline alıp tanrısal gücünü perçinleyen Zeus’un torunları tarımın da keşfinden sonra her mevsim ayrı ürün veren toprak anaya da ihanete başlayıp onu da köle haline getirmiş, bağrına betonları dikmiş, buğdayın özü makinenin acı çığlıkları arasında biçilmiş,  bembeyaz pamuklar kozalarından çıkmaya korkmuş, yaprakları lekeli gelincikler boyunlarını bükmüşler. Doğurganlığı ele geçiren ama bununla da yetinmeyen Zeus aynı zamanda can alıcı, yok edici bir tanrıya dönüşüp kadından intikam alma kodlarını nesilden nesile milyonlarca yıldır aktarmış.

Dışarısı öyle soğuk ki, ama oralı olmuyorum. Gözümün moru soğuktan parmak uçlarıma kaymış ve bu defa moru çok seviyorum. Şehrin küçük evlerinin damlarından, pencerelerinden sarkan buz kütleleri güneşle erimeye başlıyor. Issız ve sessiz sokakta kayıp düşüyorum. Kalkma hamleleri yaparken bir elimden Havva, bir elimden Pandora tutup yardım ediyor. Birlikte yürüyoruz, soluk soluğa, düşe kalka...

*İnternet,www.yenidüzen.com

2 Nisan 2022 Cumartesi

 





TRENİN PENCERESİNDEN BAKAN İKİ KADIN

Benzin zamlarından sonra çok talep görmeye başladı tren. Memleketimden bir avuç insan, sınırları demirden, pencerelerden oluşan hareketli bir vatandaydık şimdi.  Hepimiz farklı, hepimiz başka. Bavuluna yer bulamayan kadının ses tonunu duyduğumda  asla haksızlığa tahammülü yoktur, diye düşündüm. Ya da tren 2 dk. geç kalınca sinirlenip hiç suçu olmayan görevliye bağırıp çağıran adamı ya da yanına erkek oturdu diye olay çıkaran teyzeyi… Bu kavgaları veren halkın haksızlıklar karşısında  susmayacağını düşünüp içim rahatlar gibi oldu, ülke adına, dünya adına. Ama sonra büyük resim geldi aklıma. O adam ülkenin geleceği ipotek altına alınırken susar, o kadın çocuğuna pirzola alamazken sesini çıkarmaz, o genç iş bulamazken sorgulamaz. Yerdeki karıncaya gücü yetenlerle; ülke soyulurken sessiz kalanlarla aynı vagondaydık işte.  

Şerit gibi gözümün önünden geçiyor yaprakların arasına saklanmış minik evler. Demir yolunun iki yanı beyaz papatyalarla bezenmiş. Şehirlerse her zamanki gibi uzaktan gösteriyor kendini göğü delen binalarıyla. Protez ayaklar üzerinde devasa viyadükler ,-ama yollar yaptı-sözüyle karşımda. Doğayla insanın kültürleşme mücadelesi biter mi ki?  Kimi zaman yemyeşil cennet çayırları kimi zaman suya hasret kuru toprakları delip geçmekte demir yığını. Güneş tam üstümüzde; bazen de tavşana benzeyen bir bulutun arkasına saklanıyor, trenle oyun oynuyor neşeli neşeli. Bir sıcak terler döküyorum, bir üşüyorum. Beşiğimi sallıyor bir hoyrat el. Uyku iyice sızıyor bedenime, gözlerim ağırlaşıyor. Ada’ya verdiğim defter geliyor aklıma. “ Bunu mektup defteri yapalım Ada,” diyorum. “ mektup nedir?”  “Özleyince mektup yazılır,” diyorum. Anneannesine mektup yazıyoruz beraber. “Şimdi beni görecek mi ananem,” diyor. Cem yılmaz geliyor aklıma. Çok gülüyorum.

Yanına otururken, iyi yolculuklar, deyip cevap alamadığım genç kızın gözleri dışarıya sabitlenmiş.   Telefonla konuşuyor arada. “Ne diye doğuruyor bu berbat dünyaya o çocuğu,” diyor karşı tarafa. Hep saçlarının kırıklarıyla oynadı yol boyunca. Bir leylek sürüsü trene eşlik edince bağırdım farkında olmadan, “bak bak gördün mü?”  “Yoo,yoo, “ dedi saçlarını elinde bükmeye devam ederek. Pencere kadınları gibiydik ikimiz de.  Gözlerimiz dışarıda, aynı filmin karesinde ama kafalar başka yerlerde… Onun ki içine içine bakıyordu. “Keşke görseydim, ”dedi biraz sonra mırıldanıp, hiç okuyamadığı kitabın kapağını açtı, ilk sayfadaydı. Sonra kapattı, ayaklarının dibindeki ağzı açık çantaya atar gibi bıraktı.  “Bütün güzellikler kaçıyor benden,” derken gözleri buğulanmıştı. Uzun kumral dalgalı saçlarının uçlarını büküp ağzına soktu. Nefes almadan bekledim, devam eder mi, diye. Sustu yine. Kulaklıklarımı taktım. Biraz müzik iyi gelecek. Anlatsa dinlerdim. Yabancıya daha kolay anlatılır ya dertler. Ama gençler daha ketum. Ancak belli bir yaştan sonra tutulmuyor birikenler. Döküveriyorsun ortaya. Ama şimdi…”Boşver, üzülme. Daha ne güzellikler  çıkacak bak şimdi karşımıza.  Yeter ki geçtiğimiz yollara odaklanalım. Ooo ben neler kaçırdım kim bilir, bak bak, göremedik yine pembe tütülü ağaçları”  Bir sonraki istasyona yaklaşırken hareketlendi, eşyalarını toparlayıp kalktı, birkaç adım uzaklaşmıştı ki ani bir hareketle  geri döndü. “ iyi yolculuklar, kaçırmayın manzarayı,”  diye seslendi.  “Sen de kaçırmayacaksın ama söz ver,”  dedim. Şarkılar kulağımda, nihavent makamında…

Uzun bir yolculuktu. Bir ara derin bir aldatıcı sessizlik kapladı vagonu. Yeryüzü durağandı da, biz hızla hareket eden başka bir dünyadan bakıyorduk manzaraya… Acı acı bağıran, telaşlı düdüğün sesini her duyduğumda heyecanlandım, trenini kapısına koştum; iniverecek gibi. Bundan sonraki istasyon neresi acaba? Biraz mola vermek istiyor insan. Arada dinlenmek, sakince yaşamak.  Ne bu heyecan yahu. Varacağın nokta belli zaten. İçine sindir şu yolculuğu. Trenin yakıtı bitene kadar gitseydik… Tekrar baştan başlasa yolculuk aynı yolları bir daha gidip gelsem değişir miydi acaba gördüklerim. Leylekleri gördüğümdeki heyecanım, Ada’nın kurabiyelerini yerken aldığım tat. Kondüktör yeni binenlerin biletlerini kontrol ederken  “affedersiniz. Bir şey soracaktım da,” diye seslendim. Yanıma geldi.   “yolculuğa tekrar baştan başlamamız mümkün mü acaba? “ dedim.  Koşar adımlarla uzaklaşırken başını iki yana sallıyordu.

5 Şubat 2022 Cumartesi

 




RÜZGÂRLI ŞEHRİN KADINLARI

Feribot limana yanaşırken şehrin siluetine bakıp, ‘Küçük İstanbul olmuş,’’ dedi dudaklarını bükerek. Şehrin toprağı alt üst edilip demir çubuklar dikilmiş, yeşilin her tonu silinip beton dökülmüştü ruhuna.  Ne çabuk geldik. Yıllar önce, Yeşil Ada vapuruyla dört buçuk saatte gitmiştik. Karaya adımını atar atmaz kuvvetli bir rüzgârın dağıttığı kızıla yakın dalgalı saçlarını toparlamaya çalışırken çantasında telefonu titredi. ‘’ Ne olur affet beni.  Biliyorum hatalıyım. Ama seni seviyorum,’’ yazıyordu ekranda. Boynundaki şal desenli saks mavisi ipek fuları havalanınca peşinden koştu,  küçük kızı elini sıkı sıkı tutarken yetişemeyeceğini düşünüp vazgeçti. Fuların mavisi denizin mavisine karıştı.

Şehrin simgesi tarihi pembe iskele binası safir bir kolye gibi karşısına çıkınca sıkıntısı biraz dağılır gibi oldu. Ama az ileride doldurulmuş sahili, şehrin memur kesiminin ve tüccarlarının müdavimi olduğu Şehir Kulübünün denizden iyice uzaklaştığını gördü.  Suratı asıldı, üzüntüyle başını salladı.   Oysa bu küçük kentte deniz, kulübün yüksek ayakları altına usulca sokulur şehrin son dedikodularını dinlerdi.  Yeşil bodur ağaçların altındaki gazinolar - Gazino, deyince küçük çay bahçelerini şarkılı türkülü sanırdı dışardan gelenler- yıkılmıştı. Cumhuriyet Meydanı’nın küçük paket taşları sökülmüş, yerlerini granit mermerler almıştı. Çevresinde çocukların öbekleştiği pamuk helvacıdan yayılan yanık şekerle seyyarda satılan lahmacun kokusuysa aynı kalmıştı.

Bu kokular onu çocukluk günlerine götürdü. Sek sek oynayanlar, istop diye bağıranlar, yakan topa takım kuranlar. O da ikili ipin ortasında beline kadar uzanmış saçlarını havalandırıp bir sağa bir sola atlıyordu.  Birkaç delikanlı da bahçe duvarına yaslanmış izliyor, laf atıp sataşıyorlardı. Annesinin sesi sokakta yankılanınca yüzünü buruşturmuştu.

‘’Jale, kimden izin alıp çıktın sokağa?’’

‘’Ama anne, herkes sokakta,’’

‘’Çabuk eve, gelmeyeyim şimdi aşağıya,’’ Çocukların acıyan bakışları arasında bahçeye girerken karşı evin penceresinden yarı beline kadar sarkmış İffet teyze:  ‘’Orospu mu yapcan bu kızı Havva,  ne bu kısacık kırmızı şort üzerinde, ’demişti.

Eve girdiğinde annesi ateş saçan gözleri ve elinde makasla bekliyordu kapıda.  Kızının uzun dalgalı saçlarını dolayıp bir tutam kesti.  ‘’ Anne, yapma, ne olur!’’  ‘’Koca memelerinle ip atlıyorsun hala. Bir daha o şortu da sakın giyme.’’

Kız, ‘’Erkek çocuğuna benzedim ya… Neden kestin ki?  Esir miyim ben bu evde? Eğlenmek yasak mı bana? Zeytin ağacını, dalındaki salıncağımı bile kesip attın,’’ diye ağlaya ağlaya odasına koşmuştu.  

Zeynep’i Atatürk Heykeli’nin önünde görünce el sallayıp hızlandı. Kalçaları genişlemiş, uzun boyu kısalmıştı sanki. ‘’Ahh, ne kadar özlemişim, ‘’deyip kucaklaştıktan sonra Zeynep küçük kızın çenesini kaldırıp,  ‘’ Aynı küçük Jale, kıvırcık kızıl saçlar.’’ Arkadaşının elinden valizi zorlayarak aldı, ‘’Önce bir çay içelim mi Uğrak ’ta? ’’dedi.

Balıkçıların ağları kıyıda renk renk dekor oluşturmuş, küçük iskelenin ucunda olta atmış insanlar sessizce bekliyorlardı. Mendirekte yürüyüş yapanlar, koşanlar, kayalarda kuytuya çekilmiş sevgililer, çekirdek çitleyenler… Karşı kıyıdaysa hep eleştirdikleri körfezi zehirleyen, bacasından gökyüzüne silik bir duman yükselen fabrika, limana yanaşmış dev şilepler. Zeynep ,‘’ Dalıp gittin denize. Anlat bakalım. Nasılsın, Melih nasıl? Hiç haber alamadık senden? Neden bu kadar uzattın arayı?’’ diyerek sessizliği bozdu.

‘’Okulun son gününü hatırladım,’’

 ‘ Ne çok gülmüştük.’’

‘’Tepe gazinosuna gitmiştik önce. Duruyor mu ki hala?’’

‘’Duruyor tabi ki. Gideriz en kısa zamanda,’’

‘’ Sonra da sahile kayıklarla dolaşmaya.  Ama nereye gitsem o İffet teyze çıkardı karşımıza.  Hemen yetiştirmiş anneme. Melih’le sarmaş dolaş görünce beni çıldırmıştı. Herkesin önünde, ‘Yürü eve,’ dediğini hatırlıyorum annemin. Hiç olmazsa dövmeye kalkmamıştı. Evde acısını çıkarmıştı tabii,’’’

‘’Ama sen gittikten sonra içine kapandı.  Kedilerden başka eve giren çıkan olmadı. Her gittiğimde sayıları artıyordu, onlarla konuşurken buldum hep.  Gelecektin be Jale? ’’

 ‘’ Kaç kere haber gönderdim amcamla. ‘Gelmesin,’  demiş. İnadını bilmez misin? Sadece okulu düşüneyim istedi. Birsine kapılmayayım erkenden. Ama korktuğu başına geldi. Hayal kırıklığı yaşattım ona. ‘’

‘’O kestikçe saçlarını, sen rengini değiştirirdin,‘’

‘’Köprüde karşılaşmış iki keçiymişiz biz. Ben aklı bir karış havada, özgürlük peşinde, büyük şehirler, renkli hayatlar. Ondaysa kızının namusu, el alem ne der korkusu, gelecek endişesi. Kocasız kadın tabii ki,’’

Küçük kıza Süt Evi’nden iki top dondurma alıp Sevgi Yolu denen trafiğe kapalı sokaktan yürüyerek geçmişten günümüze miras kütüphanenin köşesinde durdular. Jale önünde uzanan dik yokuşa baktı.  Bu şehrin yokuşları hayatı zorlaştırmaya yeminli gibi dikilirdi karşınıza.  Ara sokaklarının hepsi denize çıkardı. Yağmur yağınca toz,  toprak, köşelere saklanmış anılar, geçmişin ayak izleri, çınarların gövdesinden kopmuş sarı yapraklar, tespih ağaçlarının meyveleri sahile sürüklenirdi. İki katlı evler, sarmaşıklarla, akasyalarla süslenmiş bahçe duvarlarıyla yokuşta birbirine yaslanır, ferforje pencerelerinden saksılarda sarı, kırmızı, beyaz sardunyalar sokağı gözlerdi. Sabah erken saatlerde bahçe kapılarından sabunlu sular köpük köpük denize doğru yol alır, gecenin karanlığını çarşafla pencereden silken kadınların içi rahatlar, kimileri kötü rüyalarını kimseye anlatmayıp dualar okur, ‘’Evlerden ırak,’’ diyerek dışarıya üflerlerdi.

‘’Aaaa! İffet teyzenin evi de yıkılmış. O sevimli eve nasıl kıydılar ki? Bir çöpçü bütün iki katlı evleri süpürmüş beya!’’ Sonra da gülerek, ‘’ Gördün mü adım atar atmaz başladım Bandırmalı olarak be, beya demeye.’’

‘’Annen karşısına gelen her müteahhitle kavga etti. Aracıları kovdu evden. ‘Ben ölene kadar o kibrit kutularına girmem. Hiç uğraşmasınlar,’ deyip evi yıktırmadı.’’

İlk sallantıda birbirine kavuşacak şekilde gökyüzüne uzanmış beton bloklar arasında yokuşu nefes nefese bitirip köşeyi döndüler. O bitişik nizam çok katlıların arasında piyanonun tuşlarına basılmış da bir tanesi takılı kalmış gibi bir boşluk çarptı gözüne.  Şehre dair hayal kırıklıklarını silip atan nağmeli,  bülbül şakıması geldi kulağına.  Bahçenin içinden kırmızı kiremitleri görünüyordu, kış gecelerinde dumanı tüten bacası.

 ‘’Melih niye gelmedi Jale?’’

‘’Orası uzun hikâye be Zeynep. Bankada usulsüz işlere karışmış. O işten atılınca ben çalışmaya başladım. Lise diploması da işe yaramıyor ki artık. Tekstil atölyesinde gece gündüz gömlek diktim. Kol ağızlarını, yakalarını kolaladım, ilik açtım, ütü yaptım saatlerce. Sabahla akşam karıştı. O bu arada başka birini bulmuş biliyor musun? Çok yoruldum, çok. Kalabalıktan, trafikten, Melih’ten…‘’

Telefonu çaldı yine acı acı. Çantasını işaret etti, ‘’Şimdi de yine eski Melih. Döneyim, affet, diye yazıp duruyor,’’

‘’Ne yapacaksın?’’

‘’Bilmem ki? Hatalarımın bedelini ödeyeceğim önce herhalde. ‘’

Bahçe duvarı yine sarmaşıklarla kaplı, aralarından kırmızı borazan çiçekleri biraz sonra orkestraya katılacak gibiydiler. Küçük kız külahını ters çevirip ucunu ısırdıkça, dondurma parmaklarına bulaşıp elbisesine akıyordu.

 Melih’in duvardan atlayıp bahçeye girmesi gözünün önüne geldi.  Arka tarafta heyecan dorukta birbirlerine sokulup koklaşıyor, cilveleşiyorlardı. Annesinin tazı gibi takipte olabileceğini hesaba katmayan kız ne yapacağını şaşırmış, sevgilisi bundan istifade hızlıca gözden kaybolmuştu.

‘’Sana bu çocukla görüşmeyeceksin, demedim mi? Bir de eve almış, adımı çıkaracaksın benim de godoş, diye,’’

‘’Neden görüşmeyecekmişim? Seviyoruz birbirimizi.‘’

‘’Seviyormuş. Kızım önce geleceğini kurtar. Bak, başımızda erkek olmayınca nasıl zorlandık.  Âşıksa bekler seni. Üniversiteye gidip meslek sahibi olmadan asla izin vermem evlenmene. Aklını başına topla, yoksa… ‘’

‘’ Yoksa ne? Sen toplamışsın da ne olmuş? ‘’

‘’Neler diyorsun sen, ne saçmalıyorsun?’’

‘’Sevdiğin gençle kavuşamadın diye, beni de engelliyorsun. Kıskanıyorsun değil mi? Anlattı bana teyzem hepsini.  Baban vermemiş sevdiğine. Çocuk sana, ‘Kaçalım’ demiş.  Saatlerce beklemiş köyün çıkışında. Gitmemişsin. Sonra da babamla evlendirmişler. Köy meydanındaki zeytin ağacında asılı bulmuşlar bir sabah. Ama ben senin gibi yapmayacağım. Aşkımın peşinden gideceğim,’’  deyince kadın pişmanlıkla hüzün arasında gelip giden nemli gözlerle sessizce girmişti içeri.

Yıllar önce küçük bir çantayla çıktığı bahçe kapısına geldiklerinde Zeynep’e, ‘’ Söylemedin değil mi?’’ dedi. ‘’ Yok, yok tembihlediğin gibi,’’  deyip ayrıldı arkadaşı.  Yeşil boyalı, menteşeleri hafif paslanmış kapıyı yavaşça itti.  Bir zamanlar,  köşke benzettiği iki katlı şeker pembesi evi, içinde kırmızı balıkların yüzdüğü havuzlu bahçesi,  şimdi anılarını bile alamayacak kadar küçük geldi gözüne. Merdivenin ilk basamağında oturan annesi ucu aslanlı bastonuyla tavuklu makarnayı paylaşamayan kedileri hizaya sokmaya çalışıyordu. Ah annem. Hep dik kafalılar buluyor seni de. Yaşlı kadın başını kapıya çevirdi, gözlerini kısarak geleni tanımaya çalıştı; genç kadını ve dudakları çikolataya bulaşmış küçük kızı görünce bastonunu düşürdü, başörtüsünden çıkan saçlarını toparlamaya çalıştı,‘’ Bandırmanın poyrazı. Ah, Bandırma’nın rüzgârı. Bu gün deli gibi esti, biliyordum bir şeyler karıştıracağını,’’   deyip kireçlenmiş dizleriyle iki büklüm kalkmaya çalıştı. Jale, ‘’Kalkma anne, kalkma,’’ ’ deyip kızını yaklaştırarak, ‘’ Bak, bu Esra,’’ dedi. Küçük kız yaşlı kadının yanına oturup kedileri sevmeye başladı. Jale fıskiyesi hafif paslanmış havuza,  durgun suya bakarak, ‘’Ne çok kırmızı balık vardı,’’ deyip parlak yeşil oval yapraklarla kaplanmış zeytin ağacına doğru yürüdü, pütürlü gövdesine dokundu. ‘’ Zeytin büyümüş ama çiçekler kurumuş,’’ Yaşlı kadın bahçeyi çevreleyen yüksek binaları göstererek,  ‘’Zeytini güneş alan tek yere ektim,’’  Sonra aceleyle:   ‘’Aç mısınız, hemen çay koyayım. Dolapta yeni aldığım kelle peyniri var. Yanına da Hacı Yusuf’tan simit alırsın bir koşu. Esra da sever değil mi? ’’

‘’Bir bizim ev kalmış, ayrık otu gibi. ‘’

 ‘’Yolup dururlar o yüzden de baş edemezler işte. Yıktırır mıyım hiç, avuçlarını yalarlar.’’

‘’Rahat ederdin, bahçe derdi yok, sıcacık odalar, asansör, balkon…’’

‘’Kuş gibi tüneyip, ötüşüyor zavallılar be kızım, baksana.  Karnı acıkmış şu kedilerin gece miyavlamalarını duyarlar mı?  ‘Bozaaa, ’diye bağıran Mevlut’un sesini bilmiyorlar bile. Hem sen gelip de bulamazsan diye elletmedim taşına, tuğlasına. Artık ne istersen onu yaparsın,’’ deyip kızının feri sönmüş gözlerine bakarak,’’ Yalnız mı geldin?’’ diye ilave edince Jale toparlandı, ‘Ben gidip simitleri alayım bir an önce, kalmazsa sonra, ‘’ deyip fırladı.

  Ertesi gün genç kadın kucağında küçük bir kasayla girdi bahçeye.  Zeytinin dalına ip atmaya çalışan annesini görünce yere bırakıp, ‘’Dur, bekle,’’ diyerek salıncağı kurmasına yardım etti.  Sedirin sarı minderini alıp yerleştirirken kızı başında zıplayıp, ‘’ Hadi anne, çok yükseğe taa bulutlara kadar uçur ama beni, ’’ diyordu. Yorgun düşen yaşlı kadın sedire oturunca Jale kasanın içindekileri çıkardı: ‘’ Bak anne, haseki çiçeği, çuha çiçeği, yalancı keçisakalı. Yeni fideler aldım bahçeye. ‘’ Cebinde ısrarla çalan telefonunun da sesini kapatıp masanın üzerine bıraktı.

‘’ Güneş de yok ki be kızım, nasıl boy atacaklar? ’’

‘’Merak etme sen. Bunlar güneş istemeyen çiçekler.’’

Not: Bu öykü Yegane Kitap tarafından yayınlanan "KENT ÖYKÜLERİ" kitabında yer almıştır. 

 

15 Ocak 2022 Cumartesi

 




ANNE,  DONDURMA ALIR MISIN BİZE?

Siyah camlı otomobil, gece hiç dinmeden yağan yağmurdan kalan su birikintisine hızını kesmeden daldı, durakta bekleyenlerin üzerlerine çamurlu suları sıçratarak hala uyku mahmurluğu çekenlerin uyanmalarını sağladı.  Yarım saattir otobüsü bekleyen atkuyruklu erkek öğrenci arkasından okkalı bir küfür sallarken 4a numaralı otobüs nazlı nazlı yanaştı durağa.  Gülbahar önündekileri itekleyerek hamle yaptı, ama sağdan soldan kaynak yapanlar yüzünden ilerleyemedi bir türlü.  Şoförün, “ Arkaya doğru gidin kardeşim,” sözleri homurdanan otobüsün sesinde kayboldu, körüklü kapı umursamaz biçimde kapandı bekleyenlerin suratına. Otobüsün ardından, “ Durun, durun, binmem lazım, geç kalmamalıyım, servis beklemez sonra,” derken aklı bu iş uğruna evde yalnız başlarına bıraktığı iki çocuğundaydı.

 “Kızım, kardeşine dikkat et. Yemeklerinizi hazırladım. Sakın açmayın kapıyı kimseye.” 

“ Merak etme anneciğim. Peki, uslu durursak, dondurma alır mısın bize?”

“İşe başlayayım hele bugün. Ne isterseniz alırım.”

Sabırsızca ileri geri yürüyor, otobüsün geleceği yöne doğru bakıp, “Hadi gel artık, hadi,” diye söyleniyordu. Uzaktan 4a’yı görünce kalabalığı yararak, çevresindekilerin sitemli konuşmalarına aldırmadan öne geçip kendini içeri attı. Arkasındaki adamın çürük dişinden yayılan nefesinin kötü kokusu midesini kaldırdı. İtişmeler, kakışmalar arasında virajlarda sertçe savrularak gidiyorlardı. Ani bir frenle yalpaladı otobüs. Uyuklayan gencin üzerine düşerken, nefesi kokan adam tuttu kolundan. Otobüs hafifçe yanlayıp durduğunda, “ Ne oldu?” ,  “Kaza mı yaptık ?” sorularıyla yolcular öndekilerden bilgi almaya çalışıyordu. Gülbahar sıkıntıyla saatine baktı. Nereden çıktı bu kaza? Nasıl yetişeceğim şimdi? Asla beklemezler beni. Niye beklesinler ki. Yüzlerce işçi var sırada. “Kapıyı aç, inelim hiç olmazsa” diye bağırdı bir genç. “Derse yetişemeyeceğim bu gidişle.”

Şoför ’ün, “Bekleyin, yarım saate kadar sizi almaya gelecek başka bir otobüs,” sesi ile homurdanmalar da başladı. Gülbahar içini bulandıran ensesindeki kokudan kurtulma niyetiyle otobüsten inerek kaldırımın kenarına oturduğunda adam da peşinden inmiş, tepesinde dikilmişti. Başından iyice kaymış mendil başörtüsünü düzeltti;  kafasını kaldırıp ters ters baktı. Adam bir eli cebinde diğeriyle siyah, uzun, gür bıyıklarını burarak süzüyordu kadını.

Kocasının göğüslerine batan sert sakallarını düşünüp irkildi, pavyon mezesi kokan ağzıyla karısının memelerini öpmeye çalışırken sızar kalırdı adam. Kimi zaman çorbanın, bazen kadının soğukluğuna laf eder, basardı tokadı.  İki kere kaçma teşebbüsünde bulunmuştu.  Sabah çocuklarını alıp sokaklarda dolaşmış ama karanlık basınca evdeki kurda razı vaziyette geri gelip, dönmekte zorlanan paslı kilidi çevirerek hüzünle gıcırdayan kapıdan girmişti.

Gülbahar’ın otostop çekmeye başlayan genç çocuğa, “Yeni Bosna’ya nasıl gidebilirim başka türlü acaba?” diye sorduğunu duyunca bıyıklı yanına sokuldu.  “İsterseniz bir taksi çevirebilirim size.” Gülbahar kaçtı kalabalığın yanına. Saatine baktı, kendilerini Tekirdağ’daki fabrikaya götürecek olan servis çoktan kalkmış, gündelik alacağı yüz elli lira kuş olmuş, kanatlanıp uçmuştu.

O gece zil zurna sarhoş eve gelen kocasının vurmak için kalkan kolunu tutması kolay olmuştu. Yıllardır biriktirdiği öfkesinin gücüyle itti. Adam kafasını masanın kenarına çarpıp düşünce kanı yeşil halının üzerinde ilkbahar da açan kır gelincikleri gibi yayıldı. Alelacele bir çanta hazırladı; çocuklarını uyandırıp, “Nereye gidiyoruz anne? ” sorularının eşliğinde otobüs garajına doğru ürkmüş bir halde arkasına baka baka hızlıca yürüdü. İki bilet alıp bitkin bir şekilde koltuğa yerleşti;  buğulanmış camları avucunun içiyle sildi. Yolcuların sepetlerini, denklerini, yükledikten sonra karanlıkta hareket eden arabada, ter, ekşi çorap, ucuz altın damla kolonyası karışımı bir kokunun ağırlığı ve yerel ağızda söylenen yanık türkünün sözleri ile ağırlaşan gözleri kapandı. Yıllar önce bir kez babası ile geldiği halasının evine gidecekti.  Kocaman Boğa Heykeli’nin yukarıya doğru çıkan caddesinin üzerindeki bir apartmanının kapıcısıydı eniştesi. 

Belediye otobüsünden inen yolcular şikâyet ediyor, söylenip duruyorlardı kaldırımda. Bir an önce eve döneyim. Fakirin işi hep ters gider işte. Bakalım bir daha böyle bir fabrika işi karşıma çıkacak mı? . Çok zor artık.  Off Allah’ım, ne zaman işlerim rast gidecek benim? Şimdi yine gündelikçiliğe talim. Ters istikamete yönelerek sağ tarafı ezilmiş topuğuna basa basa yürüdü. Kalabalığa karıştı. Halasının kıt kanaat yardımları sayesinde eski, rutubetli, penceresinin yarısı sokağı gören bir bodrum katına yerleşmişti. Evde olduğu zamanlar cama başını yaslar, gelen geçenlerin ayakkabısına bakıp hayatları hakkında hikâyeler uydururdu. Boyalı, boyasız, dikişleri atmış, yumurta topuklu, sivri burunlu, rugan, mokasen ayakkabılar… Yatağına yorgun argın yattığında o geceyi hatırlayıp uykuları kaçsa bile bir dağın tepesinde kavuşabileceğini düşündüğü huzurla yaşıyordu bu loş evde.

Komşuları Gülbaharların evinde hiç hareket göremeyince meraklanıp, seslenmişlerdi önce. Kapıyı açan olmayınca hafifçe ittiklerinde kapı gıcırdayarak aralandı. Hafif bir inleme sesi geldi kulaklarına. İçeri girdiklerinde kafasının arkasından kan sızan adamı yerde yatarken buldular. Ameliyat sonrası sağ tarafına inen felç yüzünden yarım yamalak konuşarak, “ Beni o kaltak karı öldürecekti az daha, saldırdı bana,” demeye çalışsa da anlaşılamamıştı bir türlü. Adamın eziyetlerinden, mahallede çıkardığı kavgalardan bıkan, her zaman Gülbahar’a arka çıkan komşuları sustu. Her ay maaşını elinden alan, kolundaki bileziği zorla çıkarıp kumarda kaybeden adamın gözü yaşlı anası da “Su testisi, su yolunda kırılır,” deyip gelininin ardından gözyaşı döktü, dualar etti, işleri rast gitsin, diye.

Evinin sokağına girdiğinde pencereden bakan kızlarını gördü.  Kızıl saç örgülerini, çilli burunlarını cama dayamış gelen geçenin ayakkabılarını inceliyor, kadınların ipek çoraplarını hayretle birbirlerine gösteriyorlardı. Onları görünce içindeki sıkıntı dağıldı, yüreği şenlendi. O sırada kapıdaki zilleri inceleyip, bir şeyler konuşan iki polisi fark etti. Yoksa yoksa… Benim için mi geldiler ki? Ama kimse şikâyetçi olmadı, kaza diye kayda geçti diye haber gönderdiler. Anacığı bile şikâyetçi olmadı, demişlerdi.  Sende inandın, aptal şey. Ama inanırım tabii. Zavallı kadın. Neler çekti o hayırsızdan. Onu doğuracağıma taş doğursaydım, derdi.  Keşke imkânım olsa seni de getirsem buraya anam. Fakat söz veriyorum, güzel bir iş bulursam alacağım buraya… Eyvah, bekliyorlar kapıda. Offff ya! Bak işte, bırakmadılar peşimi. Polislere ne anlatacağını düşünerek kalp çarpıntıları eşliğinde ağır ağır yürüdü. Buraya kadarmış, elbet bir sonu gelecekti. Acaba uzaklaşsam mı görünmeden? Ama çocuklarım… Ne yaparım, onları kime emanet ederim ki? Yok, yok,  halam, halam bırakmaz onları… Kapıya doğru ilerleyip önlerine geldiğinde,  “Mehmet Durmaz burada mı oturuyor? Zilde adını bulamadık da,” sözlerini duyunca eli ayağı boşaldı, kapıya tutundu.  Sesi titreyerek, “ Ben de yeni taşındım, bilmiyorum. Yönetici dördüncü katta oturuyor. Ona sorabilirsiniz.”  İçinden derin bir ohh çekti, vücudunu esir alan gerginlik uçup gitti.  Ağır demir kapıyı itip merdivenlerden üçer beşer indi. Kilidin sesini duyunca sevinçle zıplayan çocuklarının, “ Dondurma aldın mı anneciğim?” çığlıkları arasında içeri girdi.   Durun, durun, bağırmayın. Ne yazık ki alamadım.”  İki kız çocuğu hayal kırıklığı ile susup, dudaklarını büktüler, küçük olanın gözleri sulandı, küskün baktı annesine.   “Almadım, çünkü pastaneye gidip yiyeceğiz dondurmaları,”  deyince,

“Yaşasın” sesleri yankılandı, “Ben çikolatalı yiyebilir miyim anne?” sorusu yayıldı apartman boşluğunda.