RÜZGÂRLI ŞEHRİN KADINLARI
Feribot limana yanaşırken şehrin siluetine bakıp, ‘Küçük
İstanbul olmuş,’’ dedi dudaklarını bükerek. Şehrin toprağı alt üst edilip demir
çubuklar dikilmiş, yeşilin her tonu silinip beton dökülmüştü ruhuna. Ne
çabuk geldik. Yıllar önce, Yeşil Ada vapuruyla dört buçuk saatte gitmiştik. Karaya
adımını atar atmaz kuvvetli bir rüzgârın dağıttığı kızıla yakın dalgalı saçlarını
toparlamaya çalışırken çantasında telefonu titredi. ‘’ Ne olur affet beni. Biliyorum hatalıyım. Ama seni seviyorum,’’
yazıyordu ekranda. Boynundaki şal desenli saks mavisi ipek fuları havalanınca peşinden
koştu, küçük kızı elini sıkı sıkı
tutarken yetişemeyeceğini düşünüp vazgeçti. Fuların mavisi denizin mavisine
karıştı.
Şehrin simgesi tarihi pembe iskele binası safir bir kolye
gibi karşısına çıkınca sıkıntısı biraz dağılır gibi oldu. Ama az ileride
doldurulmuş sahili, şehrin memur kesiminin ve tüccarlarının müdavimi olduğu
Şehir Kulübünün denizden iyice uzaklaştığını gördü. Suratı asıldı, üzüntüyle başını salladı. Oysa bu küçük kentte deniz, kulübün yüksek
ayakları altına usulca sokulur şehrin son dedikodularını dinlerdi. Yeşil bodur ağaçların altındaki gazinolar -
Gazino, deyince küçük çay bahçelerini şarkılı türkülü sanırdı dışardan gelenler-
yıkılmıştı. Cumhuriyet Meydanı’nın küçük paket taşları sökülmüş, yerlerini
granit mermerler almıştı. Çevresinde çocukların öbekleştiği pamuk helvacıdan
yayılan yanık şekerle seyyarda satılan lahmacun kokusuysa aynı kalmıştı.
Bu kokular onu çocukluk günlerine götürdü. Sek sek
oynayanlar, istop diye bağıranlar, yakan topa takım kuranlar. O da ikili ipin
ortasında beline kadar uzanmış saçlarını havalandırıp bir sağa bir sola
atlıyordu. Birkaç delikanlı da bahçe
duvarına yaslanmış izliyor, laf atıp sataşıyorlardı. Annesinin sesi sokakta
yankılanınca yüzünü buruşturmuştu.
‘’Jale, kimden izin alıp çıktın sokağa?’’
‘’Ama anne, herkes sokakta,’’
‘’Çabuk eve, gelmeyeyim şimdi aşağıya,’’ Çocukların acıyan
bakışları arasında bahçeye girerken karşı evin penceresinden yarı beline kadar
sarkmış İffet teyze: ‘’Orospu mu yapcan
bu kızı Havva, ne bu kısacık kırmızı
şort üzerinde, ’demişti.
Eve girdiğinde annesi ateş saçan gözleri ve elinde makasla
bekliyordu kapıda. Kızının uzun dalgalı
saçlarını dolayıp bir tutam kesti. ‘’
Anne, yapma, ne olur!’’ ‘’Koca
memelerinle ip atlıyorsun hala. Bir daha o şortu da sakın giyme.’’
Kız, ‘’Erkek çocuğuna benzedim ya… Neden kestin ki? Esir miyim ben bu evde? Eğlenmek yasak mı
bana? Zeytin ağacını, dalındaki salıncağımı bile kesip attın,’’ diye ağlaya
ağlaya odasına koşmuştu.
Zeynep’i Atatürk Heykeli’nin önünde görünce el sallayıp
hızlandı. Kalçaları genişlemiş, uzun boyu kısalmıştı sanki. ‘’Ahh, ne kadar
özlemişim, ‘’deyip kucaklaştıktan sonra Zeynep küçük kızın çenesini kaldırıp, ‘’ Aynı küçük Jale, kıvırcık kızıl saçlar.’’ Arkadaşının
elinden valizi zorlayarak aldı, ‘’Önce bir çay içelim mi Uğrak ’ta? ’’dedi.
Balıkçıların ağları kıyıda renk renk dekor oluşturmuş, küçük
iskelenin ucunda olta atmış insanlar sessizce bekliyorlardı. Mendirekte yürüyüş
yapanlar, koşanlar, kayalarda kuytuya çekilmiş sevgililer, çekirdek çitleyenler…
Karşı kıyıdaysa hep eleştirdikleri körfezi zehirleyen, bacasından gökyüzüne
silik bir duman yükselen fabrika, limana yanaşmış dev şilepler. Zeynep ,‘’ Dalıp
gittin denize. Anlat bakalım. Nasılsın, Melih nasıl? Hiç haber alamadık senden?
Neden bu kadar uzattın arayı?’’ diyerek sessizliği bozdu.
‘’Okulun son gününü hatırladım,’’
‘ Ne çok gülmüştük.’’
‘’Tepe gazinosuna gitmiştik önce. Duruyor mu ki hala?’’
‘’Duruyor tabi ki. Gideriz en kısa zamanda,’’
‘’ Sonra da sahile kayıklarla dolaşmaya. Ama nereye gitsem o İffet teyze çıkardı
karşımıza. Hemen yetiştirmiş anneme.
Melih’le sarmaş dolaş görünce beni çıldırmıştı. Herkesin önünde, ‘Yürü eve,’
dediğini hatırlıyorum annemin. Hiç olmazsa dövmeye kalkmamıştı. Evde acısını
çıkarmıştı tabii,’’’
‘’Ama sen gittikten sonra içine kapandı. Kedilerden başka eve giren çıkan olmadı. Her
gittiğimde sayıları artıyordu, onlarla konuşurken buldum hep. Gelecektin be Jale? ’’
‘’ Kaç kere haber
gönderdim amcamla. ‘Gelmesin,’ demiş.
İnadını bilmez misin? Sadece okulu düşüneyim istedi. Birsine kapılmayayım
erkenden. Ama korktuğu başına geldi. Hayal kırıklığı yaşattım ona. ‘’
‘’O kestikçe saçlarını, sen rengini değiştirirdin,‘’
‘’Köprüde karşılaşmış iki keçiymişiz biz. Ben aklı bir karış
havada, özgürlük peşinde, büyük şehirler, renkli hayatlar. Ondaysa kızının
namusu, el alem ne der korkusu, gelecek endişesi. Kocasız kadın tabii ki,’’
Küçük kıza Süt Evi’nden iki top dondurma alıp Sevgi Yolu
denen trafiğe kapalı sokaktan yürüyerek geçmişten günümüze miras kütüphanenin
köşesinde durdular. Jale önünde uzanan dik yokuşa baktı. Bu şehrin yokuşları hayatı zorlaştırmaya
yeminli gibi dikilirdi karşınıza. Ara
sokaklarının hepsi denize çıkardı. Yağmur yağınca toz, toprak, köşelere saklanmış anılar, geçmişin
ayak izleri, çınarların gövdesinden kopmuş sarı yapraklar, tespih ağaçlarının meyveleri
sahile sürüklenirdi. İki katlı evler, sarmaşıklarla, akasyalarla süslenmiş
bahçe duvarlarıyla yokuşta birbirine yaslanır, ferforje pencerelerinden
saksılarda sarı, kırmızı, beyaz sardunyalar sokağı gözlerdi. Sabah erken
saatlerde bahçe kapılarından sabunlu sular köpük köpük denize doğru yol alır,
gecenin karanlığını çarşafla pencereden silken kadınların içi rahatlar,
kimileri kötü rüyalarını kimseye anlatmayıp dualar okur, ‘’Evlerden ırak,’’
diyerek dışarıya üflerlerdi.
‘’Aaaa! İffet teyzenin evi de yıkılmış. O sevimli eve nasıl
kıydılar ki? Bir çöpçü bütün iki katlı evleri süpürmüş beya!’’ Sonra da
gülerek, ‘’ Gördün mü adım atar atmaz başladım Bandırmalı olarak be, beya
demeye.’’
‘’Annen karşısına gelen her müteahhitle kavga etti.
Aracıları kovdu evden. ‘Ben ölene kadar o kibrit kutularına girmem. Hiç uğraşmasınlar,’
deyip evi yıktırmadı.’’
İlk sallantıda birbirine kavuşacak şekilde gökyüzüne uzanmış
beton bloklar arasında yokuşu nefes nefese bitirip köşeyi döndüler. O bitişik
nizam çok katlıların arasında piyanonun tuşlarına basılmış da bir tanesi takılı
kalmış gibi bir boşluk çarptı gözüne. Şehre
dair hayal kırıklıklarını silip atan nağmeli, bülbül şakıması geldi kulağına. Bahçenin içinden kırmızı kiremitleri
görünüyordu, kış gecelerinde dumanı tüten bacası.
‘’Melih niye gelmedi
Jale?’’
‘’Orası uzun hikâye be Zeynep. Bankada usulsüz işlere
karışmış. O işten atılınca ben çalışmaya başladım. Lise diploması da işe
yaramıyor ki artık. Tekstil atölyesinde gece gündüz gömlek diktim. Kol ağızlarını,
yakalarını kolaladım, ilik açtım, ütü yaptım saatlerce. Sabahla akşam karıştı.
O bu arada başka birini bulmuş biliyor musun? Çok yoruldum, çok. Kalabalıktan,
trafikten, Melih’ten…‘’
Telefonu çaldı yine acı acı. Çantasını işaret etti, ‘’Şimdi
de yine eski Melih. Döneyim, affet, diye yazıp duruyor,’’
‘’Ne yapacaksın?’’
‘’Bilmem ki? Hatalarımın bedelini ödeyeceğim önce herhalde. ‘’
Bahçe duvarı yine sarmaşıklarla kaplı, aralarından kırmızı
borazan çiçekleri biraz sonra orkestraya katılacak gibiydiler. Küçük kız
külahını ters çevirip ucunu ısırdıkça, dondurma parmaklarına bulaşıp elbisesine
akıyordu.
Melih’in duvardan
atlayıp bahçeye girmesi gözünün önüne geldi. Arka tarafta heyecan dorukta birbirlerine
sokulup koklaşıyor, cilveleşiyorlardı. Annesinin tazı gibi takipte
olabileceğini hesaba katmayan kız ne yapacağını şaşırmış, sevgilisi bundan
istifade hızlıca gözden kaybolmuştu.
‘’Sana bu çocukla görüşmeyeceksin, demedim mi? Bir de eve
almış, adımı çıkaracaksın benim de godoş, diye,’’
‘’Neden görüşmeyecekmişim? Seviyoruz birbirimizi.‘’
‘’Seviyormuş. Kızım önce geleceğini kurtar. Bak, başımızda
erkek olmayınca nasıl zorlandık. Âşıksa
bekler seni. Üniversiteye gidip meslek sahibi olmadan asla izin vermem
evlenmene. Aklını başına topla, yoksa… ‘’
‘’ Yoksa ne? Sen toplamışsın da ne olmuş? ‘’
‘’Neler diyorsun sen, ne saçmalıyorsun?’’
‘’Sevdiğin gençle kavuşamadın diye, beni de engelliyorsun. Kıskanıyorsun
değil mi? Anlattı bana teyzem hepsini.
Baban vermemiş sevdiğine. Çocuk sana, ‘Kaçalım’ demiş. Saatlerce beklemiş köyün çıkışında.
Gitmemişsin. Sonra da babamla evlendirmişler. Köy meydanındaki zeytin ağacında
asılı bulmuşlar bir sabah. Ama ben senin gibi yapmayacağım. Aşkımın peşinden
gideceğim,’’ deyince kadın pişmanlıkla
hüzün arasında gelip giden nemli gözlerle sessizce girmişti içeri.
Yıllar önce küçük bir çantayla çıktığı bahçe kapısına
geldiklerinde Zeynep’e, ‘’ Söylemedin değil mi?’’ dedi. ‘’ Yok, yok
tembihlediğin gibi,’’ deyip ayrıldı arkadaşı. Yeşil boyalı, menteşeleri hafif paslanmış
kapıyı yavaşça itti. Bir zamanlar, köşke benzettiği iki katlı şeker pembesi evi,
içinde kırmızı balıkların yüzdüğü havuzlu bahçesi, şimdi anılarını bile alamayacak kadar küçük
geldi gözüne. Merdivenin ilk basamağında oturan annesi ucu aslanlı bastonuyla
tavuklu makarnayı paylaşamayan kedileri hizaya sokmaya çalışıyordu. Ah annem. Hep dik kafalılar buluyor seni de.
Yaşlı kadın başını kapıya çevirdi, gözlerini kısarak geleni tanımaya çalıştı;
genç kadını ve dudakları çikolataya bulaşmış küçük kızı görünce bastonunu
düşürdü, başörtüsünden çıkan saçlarını toparlamaya çalıştı,‘’ Bandırmanın
poyrazı. Ah, Bandırma’nın rüzgârı. Bu gün deli gibi esti, biliyordum bir şeyler
karıştıracağını,’’ deyip kireçlenmiş dizleriyle
iki büklüm kalkmaya çalıştı. Jale, ‘’Kalkma anne, kalkma,’’ ’ deyip kızını
yaklaştırarak, ‘’ Bak, bu Esra,’’ dedi. Küçük kız yaşlı kadının yanına oturup
kedileri sevmeye başladı. Jale fıskiyesi hafif paslanmış havuza, durgun suya bakarak, ‘’Ne çok kırmızı balık
vardı,’’ deyip parlak yeşil oval yapraklarla kaplanmış zeytin ağacına doğru
yürüdü, pütürlü gövdesine dokundu. ‘’ Zeytin büyümüş ama çiçekler kurumuş,’’ Yaşlı
kadın bahçeyi çevreleyen yüksek binaları göstererek, ‘’Zeytini güneş alan tek yere ektim,’’ Sonra aceleyle: ‘’Aç mısınız, hemen çay koyayım. Dolapta
yeni aldığım kelle peyniri var. Yanına da Hacı Yusuf’tan simit alırsın bir
koşu. Esra da sever değil mi? ’’
‘’Bir bizim ev kalmış, ayrık otu gibi. ‘’
‘’Yolup dururlar o
yüzden de baş edemezler işte. Yıktırır mıyım hiç, avuçlarını yalarlar.’’
‘’Rahat ederdin, bahçe derdi yok, sıcacık odalar, asansör,
balkon…’’
‘’Kuş gibi tüneyip, ötüşüyor zavallılar be kızım,
baksana. Karnı acıkmış şu kedilerin gece
miyavlamalarını duyarlar mı? ‘Bozaaa, ’diye
bağıran Mevlut’un sesini bilmiyorlar bile. Hem sen gelip de bulamazsan diye
elletmedim taşına, tuğlasına. Artık ne istersen onu yaparsın,’’ deyip kızının
feri sönmüş gözlerine bakarak,’’ Yalnız mı geldin?’’ diye ilave edince Jale
toparlandı, ‘Ben gidip simitleri alayım bir an önce, kalmazsa sonra, ‘’ deyip
fırladı.
Ertesi gün genç kadın
kucağında küçük bir kasayla girdi bahçeye. Zeytinin dalına ip atmaya çalışan annesini
görünce yere bırakıp, ‘’Dur, bekle,’’ diyerek salıncağı kurmasına yardım
etti. Sedirin sarı minderini alıp
yerleştirirken kızı başında zıplayıp, ‘’ Hadi anne, çok yükseğe taa bulutlara
kadar uçur ama beni, ’’ diyordu. Yorgun düşen yaşlı kadın sedire oturunca Jale
kasanın içindekileri çıkardı: ‘’ Bak anne, haseki çiçeği, çuha çiçeği, yalancı
keçisakalı. Yeni fideler aldım bahçeye. ‘’ Cebinde ısrarla çalan telefonunun da
sesini kapatıp masanın üzerine bıraktı.
‘’ Güneş de yok ki be kızım, nasıl boy atacaklar? ’’
‘’Merak etme sen. Bunlar güneş istemeyen çiçekler.’’
Not: Bu öykü Yegane Kitap tarafından yayınlanan "KENT ÖYKÜLERİ" kitabında yer almıştır.