FIR FIR MARTI
Bu sene çok yengeç var kıyılarda, her taşın altında bir
kırmızı kıskaç görebilirsiniz. Onları gören sadece biz değiliz, asıl takipçileri ise martılar, özellikle bizim
çınar altının fırfır martısı. Kayalıklara konup, havalara, sağa sola bakar
gibi yapıp kandırıyor bizi. Bir bakarsınız, gagasında bir yengeç. Ne zaman
hedefledi, ne zaman kilitlendi, ne zaman avladı? Hiç anlayamazsınız. Sonra da pır
uçar gider. Biz fırfır martı’nın damarlarında asil bir kanın aktığına inanıyoruz.
Neden mi, anlatayım. Bizimki ağzında yengeç menüsü ile koyun en görkemli
teknesine konup akşam yemeğini yer. O
kayıkçı sandallarına, minik botlara
dönüp bakmaz bile.
Babaannem de bizim kökenimizin saraylı olduğunu söylerdi. Annem
de inanmış babaanneme, sizin soyunuz asil, der durur bize. Bense şüpheliyim bendeki asil kandan. Çünkü
Erdek’te nerede sokak aralarında küçük tabureli çay ocakları var beni mest eder.
Eskinin iskemleleri, mavi minik tabureler. Simit, çay, peynir. Kasılmamış sohbetler.
Hele ki sahiller, sahillerdeki insanlar. Bir şort, bir
terlik, terletmeyen tiril tiril çiçekli kırmızı bir emprime üzerlerinde. Sade, yalın,
herkesle bir, herkes benzer birbirine. Aynı
yerde denize girenler arasında hemen sohbetler kurulur. Nerelisiniz? Bir süre
sonra ise koyulaşır. Nerede
kalıyorsunuz? Sonra da kıvam alır bir nevi. İçler dökülmeye başlanır. Daha ilk
tanışmada yıllardır kocasının ne kadar huysuz bir adam olduğunu anlatıverir
karşındaki. Ailesi ile kırgınlıklarını
sayıverir bir bir. Diğeri öfkeyle
anlatır kardeşinin ona yaptığı haksızlıkları.
Kimileri ise övünür çocuklarının başarısıyla. Onun çocukları en
mükemmel, en başarılı, en vefalı olandır.
Bir keresinde mavi saçlı bir kadınla denk geldik beach’de. Hayranlıkla,
ne güzel saçlarınızın rengi, dedim. Gökyüzü gibi, deniz gibi. Anlatıverdi bana
yaşadığı hastalık dönemlerini. Ölümün kıyısından döndükten sonra bazen mor,
bazen mavi saçla gezdiğini söyledi ve
ilave etti. Daha öncesinde kendimi hiç
sevmiyormuşum, Fark ettim ki ben hep
başkalarını sevmeye çalışırken kendimi unutmuşum. Bedenim bana küsmüş ve
hastalanarak dikkatimi çekti ancak, deyince kendimi düşündüm bir an. Ben
seviyor muydum ki, kendimi? Ya da kendimizi sevmeyi öğrettiler mi bize? O an ellerim istemsizce saçlarımı okşuyordu,
sev bedenini, sev kendini, diyordu tanıdık bir ses.
Dünya bir hikaye ile değişir mi, değişir belki de.
İnsanlar içindekilerini sahilde yeni tanıştığı insanlara
döker. İçini boşaltır, karşısındakinin yargılamayacağını bilir. Ayıplanmayacağını hisseder. Kendisi bile şaşırır dürüstlüğüne. Kalbinde
taşıdığı ağır melankoli hafifler, hafifler. Tam , pardon adınız neydi, diyemeden bizim
fırfır martı gibi kanatlanıp uçuverir.
Oturup bir kıyı kahvesine
Dalgaların sesini dinlesem
Bütün dostlarımı, sevdiğim bütün kızları
Çağırsam bir yerlerden
Gelseler. Karşımda dursalar. Gülümseseler.
Onlara, mutluyum desem
Desem, bir daha kederli göremezsiniz beni!
Bu denizin kıyısındaki çakıltaşlarını
Maviye boyamakla geçecek ömrüm
Martılara ekmek atmakla,
Ve şiir yazmakla bir de… Ahmet Erhan