31 Ağustos 2019 Cumartesi

DİVAN ALTI









DİVAN ALTI


Nasıl yabancılaşıyor insanlar? / hiçbir şey olmamış gibi / unutmak değil, başka bir şey bu
                                                                                                                                                                                                                                                                                                     C.Süreya

Bir terlik geldi kafama, saklandığımı sanıyordum oysa ben. Babaannem sinirli sinirli bağırdı terliğin ardından, çık dışarıya da arkadaşlarınla oyna, burada kocakarıların laflarını dinleyeceğine.

Oysa tatlı tatlı konuşuyorlardı mahallenin kadınları, ben de zevkle dinliyordum onları divanın altından. Dışarısı cehennem gibi sıcak, divanın altı ise oh mis,  püfür püfürdü. Hiç de iç açıcı değildi gerçi konuştukları konular.  Yaşlı olanların ölüme ait söyledikleri korkutuyordu beni, Azrail kime benziyordu acaba, sırat köprüsü boğaz köprüsü kadar sağlamdır inşallah gibi gibi sorulara da cevap bulamıyordum kendi kendime. Çok günahım var mıydı acaba? Geçen gün Müşerref Teyzeme dil çıkarmıştım, bir de anneme yalan söyledim yemeğimi bitirdim diye… Eyvah, günahlarım da gittikçe artıyordu. Beni alırlar mıydı ki cennete?

Babaannem kulağımdan tutup attı beni sokak kapısından dışarı, git de çocuk olduğunu hatırla biraz, dedi bana. Oysa daha Müşerref Teyze’nin kocası ile ilgili konular açılmamıştı bile, ayıplı fıkralarından da anlatmamıştı daha.  Sokağa çıksam da oyun oynamaktan zevk almıyordum ki, bütün çocuklarla aram bozulmuştu. Sokağa yeni taşınan bir aile vardı, bir de oğulları. Adı İshak’tı, ne biçim isim bu dediler, önce. Sonra evlerde dedikodu kazanı kaynamaya başlayınca da, bizden değilmiş onlar, dediler,  İshak’ı oyunlarına almadılar. O oynamazsa ben de oynamam deyince, beni de oynatmadılar. İshak, ne kadar da uysal bir çocuktu aslında, hiç küfür etmez, hemen boynunu bükerdi, onu üzdüklerinde. Bir keresinde bana, ben alışkınım, sen üzülme, demişti. Gayri Müslüm, ne demek diye sordum büyükanneme… Karışma her şeye, dedi büyükannem. Sen arkadaşlarınla da oyna, İshak’la da oynarsın arada bir canım, deyiverdi. İshak elinde paslı bir çivi atardı çamurlara büyük bir hırsla, kendisini oyuna almayan mahalle çocuklarına baka baka.  

Bütün mahalle uzaktan dikizliyordu resmen İshak ve ailesini. O sıcacık mahalleli hemen maskelerini takmışlar ve gayet seviyeli ve mesafeli soğuk insanlara dönüşmüşlerdi, bir hoş geldin’e bile gitmemişlerdi yeni komşulara.  Bütün insanlara, dilencilere, eskicilere bile iyi davranan, onları bahçeye davet edip, ağacın altına oturtup, dinlenin biraz,  diyen ve de limonata, kurabiye ikram eden babaannem bile.

İshak ile arada onların bahçesinde buluşurduk, onunla sohbet etmek çok hoşuma gidiyordu. Bizim dinimiz farklı olduğu için, bizi sevmiyorlarmış galiba dedi bir gün bana. Çok ilginç geldi bana. Hayvanları nasıl da seviyorduk, onların dinleri hangisiydi acaba? Ya onların da farklıysa, sevmeyecek miydik artık kedileri, köpekleri? Babaannemin dediği gibi büyüyünce anlayacaktık kimin kimi neden sevmediğini?


İshakların evi yanımızda, Müşerref Teyzenin ki karşımızda. Müşerref Teyze’nin evinde ne yaşanıyor görebilirdiniz. Perdelerini hiç çekmezdi.  Görmeseniz bile anlatırdı zaten her şeyini. Kocaman memeli, palamut etli, saçları hep topuz kafasının tepesinde. Ayıplı fıkralar anlatırdı, ben çoğunu anlamazdım. Babaannem sus sus çocuk var, anlatma, der, beni sokağa atıp, tiz kahkahalarla dinlerlerdi Müşerref Teyze’nin fıkralarını.

İshak’ın annesi ile bir tek Müşerref Teyze konuşurdu. Ben O kadını çok sevdim, o da benim gibi ezik biri, der İshak’ın annesine çaya giderdi. Ona kimse kızamazdı ama mahallede. O mahallenin neşesiydi, mahallenin hayat iksiriydi. Ben onun bu yeni komşularımızı diğerlerine rağmen sahiplenişini, onun ayıplı fıkralarını, bir de mor göz farını çok severdim. Mor bu senenin modası sanır, Müşerref Teyzem de modayı nasıl da takip ediyor, bravo, derdim. O mor gözlerinin altına da kıpkırmızı ruj sürerdi, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte. Mor farlarına dokunayım dedim bir gün, ahh, dedi. Babaannem yine kızdı bana, acıttın canını, dedi. Pencereden gördüklerimi hatırlayıverdim, kocasının tokatları, yumruklarının izleriydi gözlerindeki. Ağlayarak, niye kızmıyorsunuz Hamdi Amca’ya, dedim babaanneme. O da karı koca arasına girilmez, dedi.

Müşerref Teyzem ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi gelir, şen şakrak havasına bürünürdü. Bir gün eteğini açıp, kasığındaki kocaman çıbanını göstermişti bir kez, beni bu yüzden sevmiyor işte benim adam, demişti, hep bu çıban yüzünden, iğreniyor bundan, demişti.
Öyle bir mahalleydik işte. Yanımızdaki evde İshak’ın, anne beni oynatmıyorlar, neden ama neden, diye ağlamalarını duyar, karşı evde ise Hamdi Amca’nın karısını dövmesini seyrederdik. Alışmıştı mahalleli sanki olağandı yaşananlar.

Ta ki o sabaha kadar. O sabah daha horozlar ötmemişti, guguk kuşu pencereme konmamıştı daha, Müşerref Teyzemin bağırışları ile uyandık. Gitme Hamdi, bırakma beni, diye. Meğer Hamdi amca terk etmiş evi, seni boşayacağım, başka bir kadınla evleneceğim, demiş. Bütün gün mahalleli onu teskin etmeye çalıştı, sakinleştirmeye çalıştılar, geri döner bak üzülme diye diye… Kalbi kırık, gözü yaşlı kalıvermişti bir başına. Hiç anlamadım, oysa sevinmeliydi kurtuldu kendisini döven adamdan diye. Ne hareketli bir gündü, herkes geceye yorgun girdi, evine çekildi insanlar, kapılar kapandı, perdeler çekildi. İlk defa Müşerref Teyzem de perdelerini kapattı o gece, şaşırdım.

Ertesi sabah ne de güzeldi hava.  Bunaltıcı sıcaklardan sonra yağmur gelmişti sonunda. Biraz rahatlamaya ihtiyacı vardı mahalledekilerin, hem havalardan, hem de yaşananlardan sonra… Öğlen oldu, dikkatim karşımdaki evdeydi, perdeler açılmamıştı, bekledim bir süre daha. Yok, açılmıyordu bir türlü… Anneme söyledim, git başımdan işim var, dedi. Babaannem koştum, perdeler açılmadı, dedim. Anlamadı, ne perdesi, dedi. Müşerref Teyzemin, perdeleri hala kapalı, dedim. Allah, Allah, deyip, çıktı benimle sokağa. Çaldık kapısını, açan olmadı. Seslendik, ses veren olmadı. Komşulara seslendi babaannem, toplandılar kapının önünde. Mahallenin delikanlılarından biri yüklendi kapıya, açılıverdi kapı. Koşuşturdu kadınlar içeri. Ahh, kötü şeyler oluyordu belli ki, çocukları sokmayın sokmayın, dediler. Birisi aldı bizleri uzaklaştırdı evin yanından.

Öğrendik Müşerref Teyzemi gömdükten sonra, okuma yapılır ya, ben yine girdim bir divanın altına, dinledim mahalleli kadınları. Müşerref Teyzem, kocası terk edince, o kasığındaki çıbanı jiletle kazımaya kalkmış, senin yüzünden, senin yüzünden diye diye, kan kaybından ölmüş…

Çocukluğumun mahallesindeki ötekiler. Müşerref Teyzem ve İshak arkadaşım… Onlar sessizce çığlık atarlarmış gözümüzün önünde, kulağımızın dibinde, duymazmışız bir türlü... Şimdi de farklı mı acaba?  Herkes perdelerini çekiyor, herkes öteki şimdi. Tek fark,  ben artık divan altlarına saklanmıyorum, zira o somyalı divanlar yok artık evlerde… Olsaydı kim bilir belki de…



                                             

10 Ağustos 2019 Cumartesi

KAZ DAĞLARI






KAZ DAĞLARI: ÖLÜLER ALTIN TAKMAZ 



Bandırma’nın tertemiz havasından, altın kumlu Livatya plajından yola çıktım, çocukmuşum, üzerimde Erhan Kıvanç Amca’nın çocuk mağazasından alınmış turuncu mayom var. Islak mayomla koşuyorum, Erdek körfezine doğru. Kıyılar bomboş henüz, Erdek denizinin içindeki kumları bile tek tek sayabiliyorum, o kadar temiz, oradan atlıyorum karşı kıyıya, Kaz dağlarına doğru koşuyorum. Annem arkamdan bağırıyor, üşüteceksin, hasta olacaksın, diye.

Hava misss, o kadar koşuyorum ama bir tek ter damlası yok çocuk bedenimde…
Ulaşıyorum hedefime. Dağlarda gökyüzünü göremiyorum, metrelerce göğe doğru uzanan dallar kenetlenmiş birbirine, engelliyor güneşin girmesini… Müthiş bir gölge, serin mi serin. Üşüyorum gerçekten de.
Buz gibi akıyor sular, kana kana içiyorum , kirli mi ki diye hiç düşünmeden.  Bir arkadaş daha geliyor yanıma. Minicik bir karaca su içiyor benimle beraber, korkmuyor benden, daha tanımamış insanoğlunu. Paylaşıyor benimle suyunu. Yüzlerce değişik kuş melodisi kulağımda, değişik değişik besteler yapıyorlar, mutlular belli ki… Oksijen fazlalığından bayılmışım oracıkta.
Uyandım. Ne yazık ki hepsi birer düşmüş, yastığım sırılsıklam, terden. O kadar nemli ki hava nefes alamıyorum. Bu gün 5 Ağustos Pazartesi, bir yolculuğumuz var. Türkiye’nin ciğerlerine ve Dünyanın ikinci oksijen deposuna doğru.
Daha yola çıkar çıkmaz asit fabrikasının kırmızı dumanları ne yazık ki ilk gördüğümüz. Bandırma’nın üzerini kırmızı bir bulut gibi kaplamış. Arkadaşım başlıyor öksürmeye, nefes alamıyor. Yıllardır zehir solumamıza sebep bir fabrika. Tarım bitti, deniz bitti, balık bitti, kanser vakaları en çok görülen şehirlerin başında geliyor Bandırma. Biz Kaz Dağlarına doğru gidiyoruz. Kendi memleketimize hayrımız dokunmamış insanlar olarak yoldayız. Burası elden gitti, hiç olmazsa orasını kurtaralım mantığı ile.


Hiç beklemiyorduk bu kadar kalabalığı. 10 binler kelimesi az. Ülkenin her tarafı kopmuş gelmiş, koşmuş gelmiş. Son çare gibi görmüşler sanki,  onlarda kurtaramamışlar kendi bölgelerini. Trabzon da Uzun göl bitmiş, Rize sel sularına kapılıyor ara ara,  Hasankeyf sular altında, Karadeniz Hess çöplüğüne dönüşmüş, fay hatları üzerinde nükleer santraller… AHH hep şu Kanadalılar, Amerikalılar…
Köprüler, havalimanları, gökdelenlere de bayılıyoruz bu arada.  Küçücük şehirlerde caddelere sığmayan cipler. Elimizde cep telefonları, bir de kızıyoruz baz istasyonlarına,   Ahhh suçlu kim acaba?


Çadırlarda gençler nöbette. Evlatlarını koruyor gibi sarmışlar ağaçların etraflarını. Siyasiler, köşe yazarları, sanatçılar orada.  Beraber olmanın, bir olmanın verdiği mutluluk var hepimizin yüzünde. Nazımın şiirindeki gibi, yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…
Sahnede Ataol Behramoğlu, konuşuyor, ardından andımızı okuyoruz hep bir ağızdan.
Ağaçların ayakları yok kaçmaya…
Elleri yok dövüşmeye…
Dilleri yok sövmeye…
O halde…
Kaz dağlarımızı biz savunacağız biz…
Bu dağlarda durursa kalbim bir gün…
Düştüğüm yere gömün…
Yüreğim dağ çiçeklerindedir.
Yürüyoruz çav Bella ile( Tunç Soyer’i anıyorum sık sık) bir şey yapmalı diye zıplıyoruz eller havada, kaptırmışız kendimizi. Karşımıza kim çıkarsa ezip geçeriz, o kadar kuvvetliyiz.


Yollar açılmış madene gidebilmek için, daha burada başlanmış ağaçlar kesilmeye, kocaman araçlar girebilsin derinlerine diye. Atılmış sağa sola çamlar, köknarlar… Acınası halde yatıyorlar yol kenarlarında… ( 2008’de kürsüde Orman Genel Md. yard. Kemal Kara, Ormanları koruyalım diyeceğine, madencilere diyor ki, şehirlerin kasabaların arka taraflarında, görünmeyen yerlerinde bu işleri yapmak varken… Gelin bu işleri önlerde değil arka taraflarda yapalım. Medya yol üstünü çeker, içerilere girmeye zahmet etmez… Bu zat, sonra emekli olup, Büyük Anadolu Ormancılık Şirketini kurup, maden, enerji ve inşaat şirketlerine ormanlık arazilerdeki faaliyetleri için hizmet sunmaya başladı)


Kestikleri ağaçları yol kenarına bırakıvermişler, saklamaya bile gerek görmemişler, yukarıdaki sayın müdürün dediği gibi, gizlenmemişler bile.
Bu arada konuşuyoruz Çanakkaleli yetkililer ile. Bu güne kadar neden ses çıkmadı, diye. Bizim mücadelemiz çok uzun süredir sürüyor, diyorlar.
(MHP ve CHP 2007’ den beri 5 kez üst üste projenin incelenmesi için araştırma önergesi vermiş. Ama 3 tanesi iktidar tarafından hiç dikkate alınmamış. Son önergeler ise TBMM’de görüşülüp AKP tarafından hep reddedilmiş.
2013’den beri Çanakkale belediyesi Bu konuyu belediye meclislerinde de olmak üzere gündeme getirip tartışmaya açtı. ALAMOS GOLD şirketinin ilk sunduğu ÇED raporu olumsuz bulunmasına rağmen sonraki günlerde hazırlanan rapor uygun bulunmuş)
15 bin ağaç kesilebilecek bölgede şimdilik 195 bin araç kesilerek arazide “rahat” bir çalışma ortamı yaratılmış, kullanmıyoruz siyanür diyorlar ya, hep böyle dediler. Peki, nasıl çıkarıyorlar altını topraktan. Eleyerek değil herhalde.
İçinde altın parçacıkları olan toprak siyanürle yıkanıyor, böylece altın toprağın içinde sıvı hale geliyor. Ardından toprağa klor gazı verilerek altının dibe çökmesi sağlanıyor. Dibe çöken altın kurutularak külçe haline getiriliyor. Böylelikle toprağın içindeki altın parçacıkları toplanıp alınıyor. Peki, siyanür ve klorla yıkanan toprak ne olacak?
Havasına, suyuna, taşına toprağına bin can feda sana …( Bahçeli’ye göre toprak olsun sadece, üzerinde 40 bin genç mi ölmüş, yüzbinlerce ağaç mı katledilmiş, O TUTTURMUŞ BİR beka DA BEKA)
( Kanadalı madencilik şirketi Alamos Gold CEO’su McCluskey,   madeni çıkarmak için kullanılacak siyanürün( YANİ KULLANIYORLAR ) çevreye sızmasının mümkün olmadığını iddia etti ve Ağaçları Alamos Gold şirketinin değil hükümet birimlerinin kestiğini (YANİ KESİYORLAR) belirten McCluskey, “Bunun için parayı önceden ödedik. Anlayışla karşılamanız gerekir ki, ormancılık izinleri kapsamında, bu izinler için 5 milyon dolar ödedik, dedi. Sözcü com.tr. 7 ağustos)



Madene geliyoruz. Bir kadın bağıra bağıra ağlıyor. Bazıları ise için için. Kimileri oturmuşlar çorak tepelerin kıyısına. Yazıklar olsun, Altın’da boğulun, diyorlar. ALTIN’DA KALIN DİYE diye… Bir tümör gibi o çorak vaha, yeşil örtünün yanında. Geç kalınmış bir hasta… Deniz kıyısında bir ağacın gölgesi için kavga eden insanları hatırlayınca 195 bin ağacın kesildiğini tahayyül edemiyor insan. Hepsinin kökleri sanki birer birer dolanıyorlar boğazlarımıza? Neredesiniz siz, nerede kaldınız, diye bağırıyorlar bize…



(CHP Çanakkale Milletvekili Özgür Ceylan, konuyla ilgili Meclis Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, “Vicdanlarınız kabul ediyorsa söyleyecek hiçbir sözüm yok. Alamos Gold buradan 2 bin 400 ton altın çıkaracak, bunun sadece yüzde 4’ünü devlete bırakacak, kalan altını alıp gidecek ve bir kentin tek içme suyu havzası ile tarım alanlarını zehirleyecek, havasını kirletecek” ifadelerini kullandı. Doğu Biga Madencilik şirketi yüzde 100 Alamos Gold şirketine ait. Tehlike tek bir yerle de sınırlı değil. Kirazlı projesinin yanında Ağı Dağı ve Çamyurt projeleriyle birlikte şirketin üç alanda altın ve gümüş madenciliği yapma ruhsatı var.)


Tabiata zarar vermeyecek, siyanür gibi zararlı etken kullanılmayacak, işimiz bitince yeşillendireceğiz... diyorlar ya… Anlamıyorlar. Sayıdan ibaret değil ki bu katliam. Sen 15 bin yerine 195bin canı öldürmüşsün, ya o kadar değil ki,



 Hani üzerinde yaşayan ibibikler, serçeler, alaca baykuş, hani ak karınlı ebabil, kukumav kuşu, sığırcıklar… Nerede tavşanlar, sincaplar yavruları… Açılan yollarda arabalar çarpmış Geyik yavrularına. Toprak yığınının altında kalmış bir keçi. Nereden su içecek karacalar, tilkiler, keçiler, ayılar, domuzlar…
Peki ya, sadece Kaz dağlarında yetişebilen, dünyanın hiç bir yerinde görülemeyen endemik bitkiler nerede yetişecek bundan sonra?



Arkadaşım diyor ki: Bir film vardı. Hatırlar mısın ki, Maymunlar Cehennemi… Hiç unutmadım ki, dedim. Özellikle son sahnesini.

Uzay aracıyla yeni bir gezegene indiğini düşünen astronot, gezegenin sahibi maymunlar tarafından esir alınır. Ama kaçıp da kumsalda özgürlük anıtı ile karşılaşınca anlar buranın dünya olduğunu‘’20. yy’den pişmanlık duymadan ayrılıyorum. Evrenin bir yerlerinde insandan daha iyi bireyler var’’ der astronot George Taylor der ve uzay aracıyla dünyayı terk eder.


Biz nereye gideceğiz ki, başlangıcımız burada, ama sonumuz nerede ve nasıl olacak acaba?

BİR AĞAÇ GÖLGESİ











                             BİR AĞAÇ GÖLGESİ 


bir ömürlük misafir

İnsan değil de ağaç olsam
Dallarımın arasından rüzgâr esse
Yapraklarım, çiçeklerim meyvelerim olsa!
Mevsimleri yaşasam…
Köklerimle toprağın derinliklerine sarılsam.
Kuşlar konsa dallarıma, yuva bile yapsalar…
Böcekler, karıncalar yollansalar içime…
Çürütseler oralarımı,
Ballarım, sakızlarım olsa
Gövdeme bir insan yaslanıp uyusa…
Ben bunları hiç bilmesem, sadece ağaç olsam… Erkan Oğur

Kahraman olmak kolay değildir. Kahraman olayım, herkes yaptıklarımı görsün diye ortalarda gezerek kahraman olunmaz. Kahraman olmak sessizlik ister, sükûnet ve kararlılık… Yaptığınız işten eminseniz size ‘’deli, kaçık, uçmuş, sıyırmış’’ gibi sözleri etiketleyebilirler. Bu sizi ilgilendirmez ama. Aşağıdaki örneklerde olduğu gibi… İşte size birkaç kahraman…





Bir ailenin 14 çocuğundan biri olan Vincente.  Brezilya’da babasının çalıştığı çiftlikte büyüdü. Babasının toprak sahiplerinden emir alarak, kömür üretimi ve sığırları otlatacak alan açılması için ağaçları nasıl kestiğini izledi. Sonunda çiftlikteki su kaynakları kurudu ve bir daha geri gelmedi.
Vincente  otlatma için yerle bir edilmiş 31 hektarlık küçük arsada birkaç eşek ve küçük bir ekiple çalışmaya başladı.
Çiftçi ve mandıracı komşuları ona, "Salak mısın? Ağaç dikmek toprağı boşa harcamak demek. Gelirin olmayacak, ineklere ve ekinlere yerin kalmayacak" dedi. Ancak Vicente'nin bir hafta sonu eğlencesi olarak başlayan ağaç ekimleri, bir hayat tarzına dönüştü.
40 yıllık çalışmalar sonucu Serra da Mantiqueira ormanındaki arsada 50 bin ağaç kök saldı ve büyüdü.
Vincent şimdi 84 yaşında. "Ailemin kim olduğunu sorarsanız, 'tam da buradalar' derim. Tohumdan büyüttüğüm her bir ağaç, ailem" diyor. ( CNN Türk. 1.06.2017)



Genç Jadav “Molai” Payeng, doğaya biraz yardım etmeye karar verdi ve otuz yıl önce ağaç dikmeye başladı. Tohumları, Hindistan’ın Assam bölgesinde doğduğu yerin yakınında ıssız bir kum yığınına dikti. Jadav vahşi yaşam için bir yaşam alanı yaratmak ve ağaç kesen insanlara karşı gelmek istedi. Kaynak: National Geographic 
Jadav sonraki hayatını kendi ormanını inşa etmeye ve ağaç dikmeye adadı. 37 yıl boyunca neredeyse her gün, tohum ekti ve tamamen yeni bir ekosistem inşa etti. Ormanın şu an 1.360 dönümlük bir büyüklüğe yaklaştığı tahmin ediliyor. Karşılaştırma için, Central Park’ın sadece 778 dönümlük bir alana sahip olduğunu düşünün. ( rotka. Yaşam. 2017)




İhtiyar çiftçi, Burkino Faso'nun kuzeyindeki tarım arazilerinde uzun süredir devam eden çölleşmeyi durdurabilen kişi olarak biliniyor...
Bölgedeki toprak, uzun yıllar içinde aşırı ekim, aşırı otlatma ve aşırı nüfus yoğunluğu nedeniyle giderek sertleşmeye, verimsizleşmeye ve sonunda çölleşmeye başlamıştı...
Ulusal ve uluslararası araştırmacılar tarafından uzun yıllardır devam eden çalışmalar ise, toprağı kurtarmak için yeterli olmuyordu. Umutlar giderek tükenmekteydi.
Ta ki Yacouba Sawadogo adlı bir adam, 1980'li yıllarda ortaya çıkıp da, çölleşmeye karşı kendi geleneksel yöntemleriyle savaşmaya karar verene kadar. Yacouba'nın kullandığı teknikler oldukça eski ve garipti; bu yüzden bölgedeki çiftçiler tarafından alay konusu oldu. Fakat yıllar içinde fark edildi ki, Yacouba'nın inatla uyguladığı teknikler, ormanı yeniden var etmeyi, toprağı yeniden zenginleştirmeyi başarmıştı. Yacouba tek başına çölü durdurmuştu.




Ağaç uzmanı olduğunu söyleyen yaşlı adam, belediyenin evinin önünde bulunan 30 yıllık ağacını kesmesi sonucu bakın nasıl intikam aldı.
Yaşlı adamın belediyeden ‘ağaç’ intikamı!
Ağaçlar hem insanlar hem de doğa için çok önemli. Her ne kadar önem vermesek de onlar olmadan yaşayamayız. Kaliforniya'nın Redondo Beach ilçesinde yaşayan bir adam 30 yıllık ağacının kesileceğini öğrenince çok kızar. Yaşlı adam Redondo Beach, valisine bir mektup yazar. İntikamını çoktan akıllıca planlamıştır.
İşte yaşlı adamın valiye yazdığı o mektup:

Merhabalar,
Ben bir ağaç uzmanıyım. Yıllardır tarımla ilgilenir ve ağaçlarla ilgili kitaplar okurum. Bence dünyanın en güzel şeyleri. Bugün size ölüm, yaşam ve intikam ile ilgili bir hikâye anlatacağım. Üç yıl önce bugün Redondo Beach 30 yıllık biber ağacımın ölüm ilanını imzaladı.
Ağacı kesseler de kökleri çıktı. Bunu gören belediye kökler kaldırıma zarar veriyor diye bir de bana para cezası verdi. Clyde'ı çok seviyordum. Yaşlanıyorum ve ardımda bir şey bırakmak istiyordum. Ağacımla çok iyi ilgilendim. Onun küçük bir fideden ağaca evrilmesini hayretle izledim. Clyde oldukça sağlıklı bir ağaçtı. Belediye benim çocuğumu ellerimden aldı. Clyde'ın intikamı alınacak. Vali Steve Aspel. Çocuğumu öldürdünüz.
Bunun hesabını vereceksiniz. İki yıl yedi ay önce gizlice 45 sekoya ve 82 mamut ağacını belediyeye ait alanlara diktim. Bugün diktiğim bütün ağaçlar kök saldı. Belediyenin etrafında yeni ağaçlar fark etmişsinizdir. İşte onlar mamut ağacı. Daha da büyüyecekler.
Clyde'ı öldürdünüz. Bense onun yerine yüzlerce ağaç diktim. Birkaç sene içinde boyları 50-90 metreye varacak. 2.500 sene yaşayacaklar. Sadece birini kesmek size 1.500 dolara mal olacak. Sizin bana 3 yıl önce kestiğiniz gibi bunun faturasını da ben size kesiyorum. İyi günler dilerim. Belediyenin ağaçlarla çevrelenmesi ve Clyde'ın huzur içinde yatması dileğiyle.
…………………………
Dünyadan ilginç hikâyeler sundum size sevgili arkadaşlarım. Bizim çevremiz de de böyle yürekli insanların olduğunu biliyoruz.
Bizler Bandırma’da Çamlık alanına yüzlerce çam fidanı diken ve onları her gün kendi taşıdıkları pet şişeler ile sulayan kişileri bizzat gördük. Onlar su taşırken fidanlara, bizler kulaklarımızda müzik eşliğinde yürüyüş yapıyorduk, iyi ki burası var bir tek çevremizde diye…

Gittikçe ısınan dünyamızda belki de ileride ihtiyacını duyacağımız tek şey bir ağaç gölgesi olacak. Dallarından elma yiyebileceğimiz, üzerine bir salıncak kurup çocuklarımızı göklere yollayabileceğimiz, altına bir örtü yayıp piknik yapabileceğimiz, kovuğunda bir sincap ailesinin depoladıkları fındıkları kırarken çıkardıkları sesleri dinlediğimiz, bir saka kuşunun bazen keskin, bazen vurgulu ama rahatsız etmeyeyim der gibi nameli ötüşüne hayran kaldığımız, üzerine karıncaların yol yaptığı bir ağaç gölgesi…