15 Mart 2019 Cuma

GÖZYAŞI'NIN TADI



GÖZYAŞI’NIN TADI

İnsanlıktan umudu kesmek çok kolay değil mi? Şöyle etrafa bir göz atmak yeterli olacaktır bunun için.  Şiddet ve nefretle yıkanmış bir canlı türü var sanki karşımızda, yanımızda ve de içimizde. Geçmişten günümüze, ne zaman temizmişiz acaba diye bakıyoruz da bulamıyoruz bir türlü.

Tarih yazmış insanoğlu, yazmış da matah bir şey gibi övünüyor bir de, kanla yazdık diye. Tarih kanlı savaşlar, kanlı devrimler, kanlı katliamlar ile dolu.

Barış kandan sonra gelen kuşun ağzındaki bir zeytin dalı…

Ülkeler kanlı düşman olmuş, aynı ülkenin insanları nefret etmiş birbirinden, bu nefretle kan dökmüş.. Dinleri tek tanrı indirmiş de, Tanrıyı bile dinlememişler, birbirlerine kıyasıya girişmişler din uğruna.

Masum insanlara saldırmak hep en kolayı, kalleşçesi olmuş. İnsanları evlerinden toplamışlar başka bir ırktan olduğu için, Yahudilerin nasıl fırınlarda yakıldığını filmlerde dehşetle seyretmiş, sonra da kendi ülkesindeki insanlarına bomba yağdırmış bu insanoğlu. 

Kapısına işaret koymuş komşusunun, yakılacaklar, yok edilecekler burada diye de hiç utanmamış. 

Masum çocukların tepesine atom bombasını atmış zamanında büyük ülke Amerika, değişir mi, insanoğlu değişir mi ki ülkeleri değişsin. Sonra da AFGANİSTAN, Irak, İran, Suriye, Vietnam… Sırayla bombalamış da tatmin olamamış, sırada ki sırada ki diye seslenmiş…

Nefret dolu söylemlerle yapılan siyasetin kucağında yaşıyor dünya ve insanoğlu. Zorla bizi bizden nefret ettirmeye çalışan muktedirlere boyun eğiyoruz. Biz nefret edersek birbirimizden, onlar bizi daha çok sevecekler, biz birbirimizi öldürdükçe onlar daha çok var olacaklar. Ama hep aynı oyuna geliyoruz.

Şiddetle yaşamak zorundayız artık anladık bunu, değişmiyor dünyanın politikası. Bu gün bana, yarın sana. Kurtulan, bulaşmayan yok bu pis oyunlara.

Peki, ama Kimin şiddeti daha çok acıtıyor ya da kimin acısı daha fazladır acaba? Ölçüsü olabilir mi acının?

11 Eylül saldırılarında babası ölen çocuğun acısı ile bu gün Yeni Zelanda’da babası öldürülmüş bir çocuğun acısı farklı mıdır ki?

Müslüman’ın, Hristiyan’ın acısı farklı mı oluyor ki?

Çocuğunu kaybeden bir Kürt anne ile bir Türk anne’ nin acısı farklı mıydı ki? Akıttıkları gözyaşı farklı mı ki?

Oysa gözyaşının tadı hep aynı değil mi, biraz ıslak, biraz da tuzlu.



8 Mart 2019 Cuma

BIRAK, GİTSİN...








BIRAK, GİTSİN…   
       
Sana ihanet etmek gibi bir şeydi evden dışarı adım atmak. Sen, aniden, bize veda bile etmeden gittikten sonra, çıkamaz olmuştum sokaklara. Senin alamadığın nefesi solumak bana ağır geliyordu. Güneş doğunca perdeleri çekiyordum, yaşama hevesi verir ya güneş , ben istemiyordum. Dışarıdan kuş sesleri gelince pencereleri kapatıyordum, beni kandırmasınlar, dışarıya çağırmasınlar diye. Kalbim kırıktı, küsmüştüm dünyaya.

 Çok kızgındım sana, hem de çok fazla. Kuralı bozmamıştın sen de,  çoğu erkek gibi erken gittin ne yazık ki başka dünyalara. Oysa bütün yükü kadınlar çekiyor denir hayatta, daha çabuk yıpranan, daha çok ezilen kadındır denir ya. Pes eden ise erkekler oluyor genelde, ben oynamıyorum deyip, çekip gidiyorlar nedense.

Sen gittikten sonra, senin bıraktığın yerden devam etmeye çalıştım yaşamaya. Senin yarım bıraktıklarını devam ettirirsem yaşatırım seni bu evde, bu dünyada sandım.

Okuduğun ama bitiremediğin, yarım kalan kitabını aldım elime önce, ayıracını koyduğun yerden açıp başladım okumaya. Polisiye bir kitaptı, Sherlock Holmes'un peşinde koştuğu seri bir katil, genç kadınları öldürüyordu. Kıyamadım öldürülen kadınlara. Hep kadınlar mı cezalandırılacaktı bu hayatta ? Canım sıkıldı, beğenmedim kitabı da, kitabın sonunu da.

Günlerce dinledim en sevdiğin müziklerini. Geceler boyu sen dinlerdin ya, şimdi de ben dinledim senin gittiğin günden beri. En çok tıkladığın AMY olmuş you toube’da.  Hiç fark etmemiştim Amy Winehouse’ yi bu kadar çok dinlediğini. Kıskandım onu senden, biliyor musun? Çok şaşırtmıştın beni. Seninle hiç bağdaşmıyordu Amy. Uçlarda yaşayan bir kadındı o. Senin kadının ise sınırları, çizgileri içinde yaşayandı, çizilen çemberin dışına taşmayan. Gel de takma kafaya şimdi. Öyle bir kadın mıydı yani hayalindeki, düşlerindeki. Ya ben, ya ben, ben miydim yoksa gitmene neden? Çözmeye çalıştım, gecelerce dinledim AMY’yi, şarkı sözlerini, dinledim de çözemedim.

Şövalene takılı kalmış, bitiremediğin resme göz attım, sonraki günlerde. Bir deniz kıyısında, sahile vurmuş bir sandaldı yarım kalan, martılar havada çizilmiş, uçabilmek için sıralarını bekleyen,  ama henüz daha yaratılamamış gibi, renksiz ve hareketsizdiler. Önce yeşillere, sarılara daldırdım ,sonra da sandala gelişigüzel vurdum fırçamı. Çatlak kısmını onardım boyalarla, tekrar dalabilsin diye mavi sulara. Martılara el attım sonra da. Özenle boyadım onları, uçları siyah- gri, canlanıverdiler birden.  Kimi açtı boydan boya kanatlarını, gidecek belli ki, aynı senin gibi, bazıları ise tereddütlü,  yaşamak ne güzel diye acele etmeden, çırpıyor gibi yapıyorlar kanatlarını.

Senin yarım kalmışlarını tamamlamaya çalışırken, kendim parçalara ayrılıyordum. Ben olmaktan uzaklaşıyor, sen olmaya başlıyordum yavaş yavaş. Korkuyordum kendimi kaybetmekten, korkmaya başlamıştım senin hayatını yaşamaktan.

Vazgeçmeliydim, sen gitmiştin, sevdiğin müzikler, kitaplar, resimler de seninle gitmeliydi. Ben senin müziklerin ile senin  Amy’ in ile senin martıların  ile senin Sherlock Holmes’un  ile yaşayamazdım. Seni özgür bırakmalıydım, sen özgür kalırsan ben de özgür olacaktım.

İşte tam bir yıl oldu sevgilim,  senin beni bırakıp ta gittiğin gün, 20 Şubat Çarşamba günü bu gün…
Kalemini bıraktı kadın elinden, özgürlüğüne bir adım atmak üzere kalktı sandalyesinden.

EVDEKİ tüm eşyalarını,  ona ait ne varsa, kitaplarını, CD’lerini, kıyafetlerini birer birer yerleştirdi kolilere, gönderdi bir yerlere.  Odalar boşalıverdi, ne kadar çok yer kaplıyormuşsun bu evde, ne kadar çok yer kaplıyormuşsun benim yüreğimde…

Eşyalar gittikten sonra kolilerce yük kalktı omuzlarından, hafifleyiverdi,  tuvaldeki martılar gibi uçuverecekti.

Mutfaktan kahve kokusu geldi burnuna, makine sesleniyordu, gel kahveni al diye. En sevdikleri filtre kahveydi ikisinin de.
İçeriden de Sezen bağırıyordu, Ama fazla da üzülme, hayat bitiyor bir gün, Ayrılıktan kaçılmıyor, Hem çok zor, hem de çok kısa macera bir ömür, Ömür imtihanla geçiyor

2 Mart 2019 Cumartesi

ÇARŞAMBA


                              




ÇARŞAMBA

Bir yazı okudum geçen gün gazetede.
 En yakınınızdaki 5 kişiye bakın, onların ortalamasısınız işte siz de, diye.

Amanın, içime bir kurt düşmez mi, Kimlermiş en yakınımdakiler acaba, başladım onları kafamda sıralamaya.

Dönem dönem değişirdi insanoğlunun yakınındakiler tabi ki. Bazen iş nedeni ile bazen oturduğunuz ev, hatta mahalle ya da okulunuz, gittiğiniz cafe, ruh halinize göre bile değişebilirdi en yakınınızdakiler.

Ama her daim değişmeyen, değiştiremediğiniz kişiler de vardı hayatınızda, örneğin aileniz, anneniz, babanız, kardeşleriniz ya da akrabalarınız. Kan bağınız bulunan kişileri seçme şansınız yoktur ya. Ama yine de görüşüp görüşmemek elinizdedir. İçiniz rahat edebilirse anlaşamadığınız kardeşiniz ya da vicdanınız elverirse anneniz ile dahi ilişkilerinizi sınırlandırabilirsiniz.

Kısaca, sizi duygusal ya da moda deyim ile mental olarak aşağılara çeken akrabalarınızdan da uzak durabilirsiniz.

Ben işte bunlara taktım kafayı bu yazıyı okuduktan sonra,  hımmm, duyar gibi oldum sizi, boşluktan dediniz değil mi?

Neyse, ben devam edeyim sizinle dertleşmeye.

Bu ara o kadar çok hastanelere gidip geldim ki. Haliyle hastalar, hasta yakınları, doktorlar en yakınımdakiler oluverdiler. Koridorlarda doktorun kapısını tutan fedailer hasta yakınlarıydı genellikle, iyi geçinmeliydik kendileri ile onları aşıp geçmek çaba isterdi polikliniğe. Vallahi doktorları bile geçirmeyenler vardı. Hoop sıranı bekle, diyerekten.

İşte oralarda dertleştiğimiz bir amca kendilerine sıra gelince, seslendi koridorun öbür ucuna,
Başçavuş, baş çavuş, gel sıra bizde diye. Kelli felli bir çavuş beklerken, bastonuyla, karısı gelmez mi?
Ben ona başçavuş, derim dedi yaşlı arkadaşım ben şaşırınca…

Bir ara artık en yakınlarımdan olan doktorumuz da, hastaların çat kapı odaya girmelerinden bıkınca,   çıkıp kapıya, giderim ha, oynamam ha, deyince, bekleyenler hep bir ağızdan bağırdılar, gitme, gitme, kal bizimle diye…



Hastane Koridorlarında tanıştığım ve yakın arkadaşım oluveren Balıkesir Yörüklerinden şeker mi şeker ablam, doktorunu beklerken, bir yandan da elinde şeker ölçüm aleti ile sırada bekleyen diğer hastaların şekerini ölçüyordu büyük bir hevesle. Hayali hemşire olmakmış, olamayınca kendini gönüllü olarak hastane koridorlarında şeker ölçmeye adamış ve sağdan soldan çağırıyorlardı da kendisini,  sırada doktor bekleyen hastalar, benimkini de ölçüver diye…

En en yakınımdaki kişi sıralamasında en önemli kişilerden birisi  ise annemdi tabi ki her zaman, her şartta ve olayda.

O gün, hastaneden, tahlil, mr, tomografi sonuçlarını alıp da, müjde anneciğim, bir şeyin yokmuş deyince, aaa hiç mi yokmuş yani bir şeyim deyip hayal kırıklığına uğrayınca, dur bakalım, daha Bursa’ya gideceğiz bak,  çıkar belki bir şeyler, dedim ona…

Zor attım kendimi eve, hastane ortamından sonra ev gibisi var mıdır?

Girer girmez eve, bir koku geldi burnuma,  buram buram etanol kokusu galiba, baktım bizimki tezgâha kurmuş çilingir sofrasını, formülünü de hazırlamış. Başlamış demlenmeye…
Aaaa, bu gün Çarşamba mı dedim, ona. Çarşambaları yapacaktı formül uygulamalarını  kendisi, öyle karar vermişti.
Evet, Çarşamba bu gün dedi. Oysaki Salıydı. Ama Salı daha bu gün, dedim.
Bana her gün çarşambaaaa, dedi. .



Bıraktım onu mutfakta, bulaşmadım kendisine, zira her daim en yakınımdakiydi kendisi...

Geçtim salona,  televizyonun kumandasına uzanıp açtım ekranı, 16 yıldır beraber olduğum diğer erkek de ekrandaydı, en yakınım gibi olmuştu artık o da. Sayın Cumhurbaşkanım , hep ekran aracılığıyla salonumuzdaydı zira.
Elinde çay poşetleri, atıyordu etrafa. Bir taraftan da, marul da var, patlıcan da gel vatandaş gel diye bağırıyordu.  Kim ki tanzim kuyruklarına girip patlıcan almaya, kafası tez vurula, gibi bir de  Tanzimat fermanını duyuruyordu halka.

Sevgili arkadaşlarım, bu ara en yakınlarımdakiler böyle ve ben de onların ortalamasıyım işte.

Bu ortalama ruh hali ile seslendim mutfağa. Bana da bir formül yap, ama yanına buzdolabından soğuk bir şalgam suyu, bol acılı, lütfen dedim kocama.

Yani anlayacağınız, bize her gün Çarşamba…