28 Aralık 2019 Cumartesi







AYNI ZAMANLAR…

1980'lerde yazmışım.  ’kocaman bir okyanusta ama küçücük bir gemideydim sanki. Dümende hep başka birileri, yol alıyorum dalgalarda. Zaman zaman değişiyor dümendekiler. O dümeni ele geçirmek ne kadar da zormuş, neden bu kadar zormuş ki? Benim gemimse bu küçücük gemi, bırakın bana dümenimi! Ama ya, başka bir gemideysem, yanlış bir gemiye binmişsem, ya bu küçük gemi benim değilse?’’
                                                                                                                            
Duygularımı, kimi zaman neşeyle, kimi zaman öfkeyle çoğu zaman da sorgulayarak yazdığım zamanlar. Küçük bir kızın kafasından geçen deli düşüncelerin beyaz sayfalara döküldüğü yıllar. Gemisinin dümenini aradığı, bulmaya çalıştığı yıllar.

Aldı mı ki dümeni eline acaba, kim bilir?

Kara kaplı ajandalara yazmışım, kimse okumasın diye de yeni alfabeler üretmişim. Korkmuşum ya okurlarsa, düşüncelerim ortaya dökülürse, çırılçıplak kalırsam diye. Anlamasınlar, bilmesinler, tanımasınlar…

Mesela 1997’lerde de  şöyle yazmışsındır. ‘’ ahh yıllar geçip gidiyorsunuz da, ben korkmuyorum ki yaşlanmaktan. Korkularım başka benim, sen nereden bileceksin ki. Daha çok kitap var okuyacak, daha çok şarkı var dinleyecek, daha çok film var izlenecek, daha çok çay içilecek arkadaşlarımla, daha çok kavga edip barışacağım Bülent’le, daha atomu anlatmam lazım öğrencilerime, daha saçlarım sarıya boyanacak, daha oğlumla sevgililerini konuşacağım. Daha yapacak çok iş var, bunları yapamamaktan korkarım işte’’

Şimdiki zamanlar, yine yazdığım zamanlar. Ama hem yazdığım hem de paylaştığımız zamanlar. Geçen zamanların kazandırdığı en güzel duygu, paylaşma duygusu.  Artık saklanmak istemezsin, açık vereyim istersin hatta. Zaaflarımız var bilin demek, arkandan gelen gençlere örnek olmak, korkmamalarını sağlamak istersin. Ne güzel, ohhh şöyle bir rahatlamak istersin.

2010' lu  yıllardan beri de sanal yapraklara yazmaya başlamışım, hepimiz birer şair, birer yazar, birer psikolog, birer gezgin, birer kırgın, birer sanatçı oluverdiğimiz zamanlar. Ben de dökülmüşüm birer birer sanal sayfalara, kimi zaman kızgınlıklarımla, kimi zaman umutsuzluklarımla, kimi zaman özlemlerimle, kimi zaman gururlarımla, kimi zaman Ada kokumla… Kimi zaman saçmalamışım, kimi zaman beklenmedik büyük laflar etmişim… Ama hep size güvenmişim, hiç pişman olup silmemişim, yok etmemişim.

Çünkü siz de paylaşmışsınız benimle. Kimi zaman açmışım sayfayı, hastane koridorlarında bir sedyede yatıyorsunuz. İhtiyacı var, demişiz hemen. Bilsinler istiyor zor durumda olduğunu, anlıyorsunuz, dua ediyorsunuz onun için.

Kimi zaman açmışsınız kapıyı, karşınızda kanadı kırık bir kelebek. ‘’ Evimizdeki saksı kırıldığında annem, çok yazık oldu, dedi. Testimiz kırıldığında babam, ne kadar güzel bir testiydi, dedi.  Kalbim kırıldığında kimsecikler bir şey demedi’’( FÜRUĞ FERRUHZADE.)  Gel de üzülme, kim kırdı seni, boş ver arkadaşım geçer nasıl olsa, dersin, duyar mı ki seni arka kapıda?

Kimi zaman dünyanın öbür ucunda kaplumbağalarla yüzüyor birisi. Masmavi kumsallarda. Gülüyor, bilirsiniz ki mutlu o an. Siz de gülüverirsiniz anlamadan. Tabi ki dersiniz, ah ben de gidebilsem. İnsanız yani, özenmek günah mı?   ‘’Dostun üzüntüsüne acı duyabilirsin. Bu kolaydır, ama dostun başarısına sempati duyabilmek sağlam bir karakter gerektirir. ‘’ (Oscar Wilde)… demiş ya. Bizde sınamış oluruz kendimizi işte böylece.

Kimileri de alıştırıyor sizi güzel sözlere, bazen öfkeli günlere, bazen neşeli resimlere, bazen lezzetli tariflere.  Sonra birden yok oluvermiş, hiç hesap vermeden çekip gidivermiş.  Merak ediyorsunuz? Ne oldu ki diye, türlü türlü senaryo uyduruyorsunuz. ‘’ Bayım bu gidişleriniz beni şair, sizi şiir yapacak’’ Didem Madak gibi şiir yazmak istiyorsunuz.

Aynı gerçek hayattaki gibi. Gitmek isteyeni tutamıyorsunuz. Bütün romanlar yabancının şehre gelmesiyle başlar, bütün öyküler sevgilinin gitmesiyle bitmez mi?



Hep bir yolculuk işte yaptığımız aslında. Bazen başka iklimlere, bazen başka vadilere… Kimi gidecek, kimi gelecek, her an yeni bir öykü gelişecek yanı başımızda. Aktörler değişecek, duygular değişecek, mekânlar kayacak altımızdan, küçücük gemimiz su alacak bazen, bazen dümen başka ellere geçecek… Hep beraber sürüklenip duracağız fark etmeden. Elimiz mahkûm,  aynı zamanların insanlarıyız. Aynı okyanusta, aynı atmosferde, aynı 1,2, 3, 4 ten oluşan zamanlarda. Yılları kovalıyorsak hepimiz kovalıyoruz, akşamlar çabuk oluyorsa hepimize çabuk oluveriyor. Aynı havayı soluyoruz, sana daha temiz hava yok bu zamanda. Yıl 2020 mi olmuş, hepimiz bu 2,0,2,0 dayız, şu anda, tam da burada, bu sayfada...

‘’ŞİMDİ VE BURADA olmanın kederine karşı çıkmadım
Dünyada iki kapılı bir han gibi durmanın,
Buraya böyle gelmiş olmanın, geçene yol açmanın ki içinden rüzgâr geçirmenin
Ne büyük güç istediğini anladım, 
durmanın ne büyük sabır…
İçimde yeryüzü konuştukça anlıyorum ki, 
bölünmüş bir hatırayım ben
Dünyaya dağılan
Ve şimdi biliyorum neden,
Yaş akıyor, atımın sol gözünden… ‘’BİRHAN KESKİN


15 Aralık 2019 Pazar

YIKILMADIM, AYAKTAYIM: BERLİN










YIKILMADIM, AYAKTAYIM: BERLİN

Berlin’e yolculuğumuza Bandırma’dan başlarsam sayfalar gerekebilir. Zira aklı olanın yola çıkmayacağı, sisin yeryüzünü kapladığı, bir adım ilerisinin görülmediği ama bizim çıkmak zorunda olduğumuz bir geceydi. Yan Koltukta aklımdan ne senaryolar ürettim bir bilseniz.  Walking Dead ya da Fredy’nin Kâbusları yanında hiç kalır … Sabiha Gökçen'e ulaştığımızda ohhh çektim derinlerden. Arabadan indiğimde boyun kaslarım tutulmuş, bütün sinirlerim gerilmişti. Ne geceydi ama. Macera mı işte, daha ne istiyorsun yani…

Berlin Shcönefeld Hava Limanı, küçük bir alana sahip. Ama Berlin’e çok uzak. Hiç sorun değil, zira öyle bir ulaşım ağı var ki ulaşamamak diye bir şey olamaz. 1900’ler de ulaşım ağı kaplamış Berlin’i. Demir ağlarla ördük, lafı, sanki onlar tarafından yazılmış gibi geldi bana. Sbahn, Ubanh, tren… Bilet makinaları her yerde ve de Türkçe dil seçeneği de cabası. Ohh ne rahat…
Örneğin bu köprü Spree nehrinin üzerinde çift katlı bir köprü ve üzeri yine demir ağlarla kaplı. Demiştim size. Müthiş bir ulaşım ağı, söz konusu. Ayrıca köprünün mimarisine değinmiyorum bile, zaten görüyorsunuz muhteşemliğini. OBERBAUMBRÜCKE 




 Ulaşım ağı süper  ama biz şehri keşfedelim diye yürüdük tabi ki. Hem de ne yürümek. Günde 20 bin civarı adım ataraktan, Bülent Çinko bu, yürütüyor vallahi. (Ama hakkını yememem lazım,acayip harita okuyor. Ben boşuna harita müh. seçmedim evlenirken, işte bedava rehber. ) Trafik lambalarında yaya ışığı yanınca AMPELLMAN çıkıyor karşınıza. Sokakları yayalar için daha güvenli yapmaya dikkat çekme fikrinden doğmuş. YA BUNLARIN İŞİ Mİ YOKMUŞ, NELERLE UĞRAŞMIŞLAR KARDEŞİM. Küçük figürlere sevimli simgelere anlamlar yüklemişler bu şehirde. Ampelman adına bir sürü satış mağazası bile var.



Berlin’e kasvetli, gri demişler, sanki zavallı şehrin suçu. Güneş çıktı mı şehir aydınlanıveriyor, parklar cıvıl cıvıldıyor.  Baharda hayal ediyorum buraları. O kadar devasa ağaçlarla kaplı ki yollar, bulvarlar. TEEGARDEN parkı, 210 hektarlık alanı ile şehrin akciğeri olmuş. 


1830’lu yıllarda yapılmış, II. Dünya savaşında ağır hasar almış, ağaçlar yoksul kalan halk tarafından kesilmiş yakmak amacıyla. Ama Almanya’nın dört bir yanından gelen bağışlarla 1949 yılında kaybettiği dokusuna tekrar kavuşmuş. 
Zafer Anıtı ( Victoria Coloumn,  Danimarka, Fransa ve Avusturya Zaferlerini simgeliyormuş) ve Hayvanat Bahçesi'ni( zoologischer garten) Barındırıyor içinde.


Yanında federal  Parlemento Binası...


HOLOSCAUST ANITI… Atalarının işledikleri suçlar torunlara miras kalır mı? Bunu en iyi Alman halkı bilir herhalde. Bütün insanlık yaşamış kıyımı, bütün insanlık yapmış kıyımı. Yapmadım diyen yalan söyler. Savaş, şartlar bunlar masal kısmı… Yüzleşmişler işte, yaptık demişler, her gün de yüzleşiyorlar… Sözde Düzenli olan bir sistemin insanlık bağının kopuşunu simgeliyor bu yanyana dizilmiş kütleler. Burada gezerken Anne Frank'ı düşündüm. Kendimi onun yerine koydum. Bir odaya saklandığımı ve her an yakalanma  ve toplama kamplarına götürülme korkusuyla yaşadığımı düşledim. 





Karşısında BRANDENBURG KAPISI. (1788- 1791)  Öyle ki kapının üzerindeki atlı heykeli, Napolyon şehri alınca Paris'e taşıtmış, ama şehir geri alınınca tekrar  Berlin'e taşınıp kapının üzerine yerleştirilmiş. 

Yapraklarını dökmüş bulvarda yürüyünce POSTDAMER PLATZ karşınıza çıkıyor. Sony Center gibi yapılarla hareketlendirilmiş. Berlin duvarının küçücük bir bölümü kalmış ve üzeri yapıştırılmış sakızlarla dolu.

Biraz ileride CHACK POİNT CHARLİE… Bölünmüş Berlin'de doğu, batı arasında geçiş noktası. Amerikan ordusu tarafından geçişleri kontrol altında tutmak için yapılmış. Her yerde, her dönemde Amerika, Amerika…


BEBELPLATZ , ismini ünlü sosyalist yazar August Bebel' den alan ve kitap yakılan meydan. Her dönem yakılmış kitaplar, ne ister insanlar şu kitaplardan, neden korkarlar cansız, kansız varlıklardan, bilemedim. Naziler 10 Mayır 1933'te kitap yakma ayini düzenlemişler bu meydanda. Daha 1821 yılında ünlü Alman Şair HEİNE '' Bu gün kitap yakanlar, yarın insan yakar'' demiş ya  kehaneti tutmuş. Yıllar sonra hem kendi kitapları yanmış, hem de binlerce insan yakılmış. Meydanın tam ortasında, şöyle bir plaka var.''  10 Mayıs 1933'te Nasyonal Sosyalist öğrenciler, yüzlerce özgür yazarın, yayıncının, filozofun ve bilimcinin eserlerini bu meydanın ortasında yaktılar.''


Plakanın yanında ise yakılan kitaplar için, üstüste dizilmiş amana meydan okuyan kitapları tasvir eden bir anıt yapılmış ve meydanın ortasında cam bir zemin bulunuyor. Aşağı doğru bakınca boş kütüphane rafları görülüyor. Ünlü İskenderiye Kütüphanesini hatırllıyorum, ünlü Bağdat Kütüphanesi. Yakılan, yıkılan kütüphaneler. Fahreneit 451 filmindeki gibi yakılan her kitabı unutmamak adına ezberleyen birileri olmuş mudur ki?





MÜZELER ADASI,  ayrılmak istemeyeceğiniz yerlerden.  BERGAMA MÜZESİ ise içiniz yakar. ALTES, NEUSES, BERGAMA müzeleri' de yanyana bir mücevher gibi dizilmiş.( BERGAMA ZEUS tapınağının kalıntıları 1870’lerde II. Abdülhamitin izniyle Prusya’ya götürülmüş. Şimdi başka ülkelere götürülmeden satılıyor memleket gerçi J  EEE geri alsak ya. Verirler mi hiç sana , her yıl binlerce turist ziyaret ediyor bu müzeyi. Bizim turiste falan htiyacımız yok gerçi, biz en en en büyük devlet miydik ki?)




BERLİNER DOM…15. yy'da yapımına başlanan 1905 de tamamlanan, KÖLN katedralinden sonra en görkemli katedral yapısı.


KAİSER WİLHELM KİLİSESİ…1943’TE bombardıman sırasında büyük bir kısmı yıkılmış. Sanki benim üstüme de bombalar yağıyor sandım bir an, insanlar kaçışıyor, yüzlerce yaralı, ölü,  sokaklarda. Ne acayip bir dünya, dedim. Yak, yık, öldür, yok et. Sonra tamir etmeye çalış...Kalpler tamir edilir mi hiç.  Neyse, bu kilisenin yanına 1961’de modern ibadet alanları inşa edilmiş. Petek görünümlü, vitray camlı…Ben hiç anlam veremedim. Hatta önce ,aa bunlar da şaşırmış bizim gibi, bu muhteşem tarihin yanına modern binaları kondurmuşlar ,dedim ki meğerse bilinçli bir yaklaşımmış. Eski kiliseye OYUK DİŞ, yandaki yeni binalara RUJ VE PUDRA KUTUSU, adını takmış Almanlar. Çok yaygınmış Berlin'de binalara isimler takmak. 


EAST SİDE GALLERY' de 1961’den 1986’ya kadar Almanya’yı ikiye bölen Duvar’ın kalıntıları sizi karşılıyor, hem de o soğuk, o gri, o askerlerin, tel örgülerin ardından, renklerle bezenmiş, o acıların ardından insanoğlunun dayanma gücünü anlatıyor. 20' den fazla ülkeden gelen 105 sanatçının çalışmaları yer alıyor. Tabi ki daha çok özgürlük ve barış temalı resimler…


ALEXANDER PLATZ,  sosyal açıdan hareketli, Berlin’in merkezlerinden ille de uğramak gerekiyormuş. 1989 yılında 1 milyon kişiden fazla kişinin doğu Alman Hükümetini protesto ettiği meydan.365 metrelik en yüksek yapı simge yapılardan. Kuleye çıkıp tüm Berlin’i seyretmek mümkün. Ben seyretmedim, doğrusu...


KRAUZBERG, küçük İstanbul.  Türkler her yerde. İstanbul pazarı, Karadeniz Balıkçısı,  Antep Baklava… Demleme çay…Killa Hakan'da burada.   Kruezberg’de doğmuş büyümüş. Getto hayatı yaşamış, suça karışmış, sokaklarla erken tanışmış, cezaevlerinde geçirdiği zamanlarda derdini şarkı sözlerine dökmüş. Türkçe rap yaparak ününü Avrupa’ya taşırmışsa da hala kendisi Kruezberg’de yaşamaktadır. Biz tanımak istedik aslında da yeterince arayamadık galiba. 


MUSTAFA's GEMÜSE' nin döneri internette bir numara. Nerede ne yenir yazdığınızda Mustafa çıkıyor karşınıza. Soğuk demedik,  uzak demedik, gittik bulduk. Bu havada kuyruk mu olurmuş canım, dedik, yanıldık. Kuyruk vardı gerçekten. Bir de baktım tavuk dönermiş hem de. Sebzeli, ekşi soslu bir döner ekmek...


NOEL PAZARLARI, her meydanda, süslenmiş, rengârenk minik kulübeler, lezzet kokuları yayıyor etrafa. En çok da meşhur currywurst. ( Ben tabi ki yemedim. Sokak lezzetleriyle aram pek yoktur, söylemesi ayıp) Bütün insanların elinde ya sandwich olarak ya da kaplarda sosisli  atıştırmalık, yanında bu soğukta genelde glühwein denilen sıcak şarap. 



Demli sıcak bir çay yok mu buralarda?

YARIN: POSTDAM 

7 Aralık 2019 Cumartesi

ÇOCUKLARA VE KADINLARA ÖLÜM MÜ YAKIŞIR?







ÇOCUKLARA VE KADINLARA ÖLÜM MÜ YAKIŞIR ?

Gecenin öteki yarısında şeytan dürtüyor işte. Uzak durmak istesem de gündemden, olan bitenden şu parmaklar basıveriyor bilgisayarın tuşlarına, twitter pat diye karşımda. Kulağımda İlkay Akkaya,

Bilemem nereye sürüldüğümü bekleme
Belki kaybolup gidecek bu yürek
Karla kaplı yüreğimde
Hüzne doğan kır çiçeğim, diyor

Kapatsam ya müziği, okumasam ya yazılanları, göz atmasam ya fotoğraflara. Ne kaybederim ki, hiç olmazsa umutlarım kalır bana, gece uykuma dalarım rahatça.

Daha ilk sayfada birinci fotoğrafta CEREN ÖZDEMİR. Dudakta hızma bu kadar mı yakışır bir insana. Ya o buğulu gözler, o sürmeli kirpikler. Allah övmüş yaratmış, denir ya. Ama ya ölüm, bu kadar mı erken, bu kadar mı hak edilmeyen. Ceren hiç tanımadığı bir mahlûk tarafından öldürülüyor. Ve Türkiye istatistiklerinde 2019 yılında öldürülen 431. Kadın olarak yer alıyor.  O öldürülürken muhtemelen kulaklarında kuğu gölü, ayak parmaklarında çalışmanın verdiği sızı vardı.  Kolay mı yetişir bir balerin sizce? Hele ki bizim ülkede, balerin olmayı istemek. Ne kadar da cesurmuş ve aykırı. Nereden bilecek ki bu ülkede ölüm arkasında, takipte.

Biraz aklım, biraz da uykum vardı, uçtu gitti ikisi de zaten.

Biraz daha iniyorum, Galatasaray yenilmiş, Emine Erdoğan kuyruklu elbisesi ile sallamış sarayı, Can bilmem ne hayranına, gel arka odaya, demiş, miş, miş…




Bu haberlerin hemen altında bir çift kara göz bakıyor bana. Çekik simsiyah çocuk gözler. Öyle güzel bakıyor ki dünyaya, dudakları yanaklarına doğru kaymış gülümsüyor babaannesinin kucağında. EFE imiş adı. İnsan olan inanamaz polis tarafından bir zırhlı araç ile ezildiğine ve de mahkemece suçlu bulunduğuna. Zırhlı araç ehliyeti var mı yok mu diye araştırılmayan, Efe’yi ezen polis memuru ise suçsuz. (kast yok deniyor) Gülümsüyor işte Efe, bilmiyor tankların, zırhlı araçların, silahların ne işe yaradığını. Niye bu şehirde, Diyarbakır’da  zırhlı araçların yüzlerce olduğunu. Belki de hayal kuruyor büyüyüp bir tankı kullanmak için. Savaşı daha öğrenememiş ki, daha çok küçük. Binlerce savaş kurbanı çocuk gibi eziliyor paletlerin altında.

Osman Kavala 764 gündür tutuklu, Selahattin Demirtaş cezaevinde nefes alamıyor, 

İzlanda başbakanı  ise,
"Milli gelirin ötesinde verilere ihtiyacımız var. Çocuklarımız 'Gezegeni neden kurtarmadın?' dediğinde. 'Kapitalist sistemi ayakta tutmaya çalışıyorduk' yanıtını vermek istemiyorum." diyor,


Ve bu haberin hemen altında kırmızı elma yanaklı bir kız çocuğu objektife gülümsüyor. Hep mi gülümser çocuklar, hep güzel şeyler mi düşünürler? RABİA NAZ için kaçıncı dava görülüyor mahkemede. Önce siyah bir araba çarptı, kaçtı diyorlar. Sonrasında ise polisler çatıdan atladı, diye ifade veriyorlar. Şüpheli ölümler arasında kalıyor Rabia Naz’ın ölümü. . Küçücük bir kız çocuğunun ölümünü bile aydınlatamıyor dünyaya meydan okuyan ülke. Sınır ötesine geçiveriyor kolayca da, minicik bir kızının ölümüne geçemiyor. Rabia Naz elinde, ‘’şair ceketli çocuk’’ kitabı ile poz veriyor, o da gülümsüyor biraz sonra öleceğini bilmeden… 

Şair ceketli çocuk Kazım Koyuncu ise o kitapta,  
‘’Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Don Kişotlara, ateş hırsızlarına, Ernesto “Çhe” Guevara’ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik.
Teşekkürler dünya.” Diyor.

Hiç kusura bakmasın, teşekkürler edemeyeceğim dünyaya Kazım Koyuncu gibi. Ben onun gibi kocaman yürekli bir şair değilim ki.

Uyku haram bize, gece de ilerliyor gittikçe, bu akrep yelkovanı ne kadarda hızla kovalıyor kardeşim. Yoruluyorum ben onları takip ederken, neyse ki yorgunluktan uyur kalırım belki de sabahın ilk ışıklarında.