28 Eylül 2019 Cumartesi

BÜKREŞ, VARNA, BİR, İKİ ...







BÜKREŞ, VARNA,  BİR İKİ

Eşimin dedelerinin  memleketi, annesinin doğduğu topraklara, Varna'ya  gitmeye karar verdiğimizde, Bükreşi de ekleyelim bu yolculuğa dedik.


İki Çinko ailesi düştük yollara. Balkanlara,  Ata topraklarına. Hamzaköy sınırından Bulgaristan'a geçtiğinizi hiç anlayamazsınız. Bizim köyler, bizim insanlar, yok farkımız.  Bulgaristan sınırından kolayca geçtik, bir karton sigara krizini saymazsak. Bulgaristan'a sigara sokmak yasak, haberiniz olsun. Romanya gişelerine gelince araba ruhsatımızın olmadığını yani kaybolduğunu  anladığımızda artık her şey için çok geçti. Neredeydi, biraz önce göstermiştik oysa Bulgar Polisine. Aradık, taradık bulamadık. Götürün arabayı bırakın Bulgaristan tarafına dediler. Mecburen indik eşyalarla, biz yürüyerek geçtik sınırı. Araba gitti öbür yakaya. Artık bir araba kiralarız diye plan yaparken, ya da bir TIR'a otostop mu çeksek ki diye düşünürken Kardeşimiz geldi elinde ruhsatla ve arabayla. Aman ne güzel macera yaşayacaktık, oldu mu şimdi?



Neyse Bükreş'te tam merkezde, Unirii meydanında,  bir dairede kaldık. Her sabah peynirli börek ile kahvaltı, yurt dışı için olağanüstü bir durumdu gerçekten de. Her yer börekçi, hamur işi satan dükkanlar ile dolu. Ama hiç obez Romen'e de rastlamadık yani. Dönerciler tabi ki köşeleri tutmuş. Steak ise modern cafelerde, restaurantlarda. Yiyecek sıkıntısı sıfır yani.



Çavuşesku, ah Çavuşesku. Ne güzel başlamışsın oysa Romanyayı yönetmeye. Sonradan sende kaptırmışsın kendini iktidarın, erg'in gücüne. Yıkmamış insanlar Çavuşeskunun sarayını. Bizim paralarımızla yapıldı diye. Halkın bir kısmı gurur duyarken bu yapıyla, bir kısmı da kentin dokusunu bozduğunu düşünmekteymiş. Pentegon'dan sonra ikinci büyük parlemento olarak biliniyor Bir dönemin hatırası.




Bükreş eski binaları , kocaman bulvarları, devasa parkları olan bir şehir.Biz HERASTRAU  parkının küçücük bir bölümünü bile yarım günde gezemedik.







 Kominizm kokusu duyuluyor silinmeye çalışılsa da. Çok yakın gibi yerlere yürümek bile yoruyor. Bir bulvarı tüm Bandırmanın caddelerini kapsıyor diyebiliriz.


Transilvanya bölgesine giderken ise girmediğimiz köy, kasaba kalmadı vallahi. Çoğu da maceradan değil de, dağ yollarında kaybolduğumuz için. Şöförümüz o kadar hislerine güveniyordu ki, takip ettiğimiz bir otomobil  evinin bahçesine girince biz girmeden döndük tabi ki :) Kuzeye şatolara, Braşov'a gittikçe yerleşim yerleri Almanya düzennine benzemeye başladı. Süslü pencereler, çiçekli bahçeler, özenli minik meydanlar. Sinaia kasabası mesela. Kaplıca turizminin ve kış turizminin yeri olarak çok şirindi.






Ahşap Peles Kalesi ziyarete kapalıydı. Ama bahçesiden güzel fotolar aldık yine de.




Drakula yani Bran şatosuna doğru  yola çıktık bizde. İlle de bir şato gezmeliyiz, o kadar kaybolduk bu yollarda değil mi? Harry Potter ile aynı zamanlardaydık sanki. Kuleleri ile karşıdan gelin diyordu şato bize. Daracık merdivenleri ile, yemyeşil bahçesi ile turistlere, hadi bakalım hayal dünyanızı yoklayın, diyordu









. Oradan doğru Braşov'a. Paket taşlı sokakları, sevimli meydanı, tüm sokaklara yayılmış cafeleri ve yemyeşil doğası  ile, burada yaşanır dedirtiyor insana.Ama Braşov'da İstanbul'dan gelen bir otomobil ile Braşov'un henüz ehliyet almış bir genç kızı sadece iki otonun olduğu bir göbekte çarpışınca da , bu kadarı da olmaz ki, deyip el sıkışıp yola devam ettik. ( bu arada Romanya'da her zaman yol üstünlüğü göbekten dönen de )







Varna sahil kasabası aynı zamanda bir liman bulunduruyor içinde. 6 üniversitesi olan bir şehir. Az katlı binaları, yeşili parkları ile çok sevimli.  Bütün sahil beachler ile kaplı. Restaurantlar, cafeler... Yani sahil öldürülmemiş burada. Bütün sokaklar aşağıya doğru sahile iniyor.





Tabi ki gezinin amacı atalarımızın topraklarını bulmak ve ziyaret etmekti. Bu amaçla kayınvalidemin doğduğu kasabaya gittik. Suvorova yani Kozluca. Onun okuduğu ilkokulu hiç dokunulmamış bulmak bizi çok mutlu etti. Cami' si de aynı şekilde korunmuştu. Akşamları halkın gezinti yaptığı  İstasyon'da aynı şekilde bizde turladık. O zamanları yaşamaya, hayal etmeye çalıştık.


Bu bir kütüphane, 1800 lü yıllardan kalma.


Nesebar turistlerin gözdesi. Unesco tarafından Dünya Mirası ilan edilmiş. 3000 yıllık geçmişi ile Hediyelik eşyalar satan küçük dükkamları, deniz manzaralı balık lokantaları ile ayrılmak istemeyeceğiniz minicik bir yarımada. Kocaman kornet külahı ile dondurmasını yemeden gelmemek lazım, ona göre...Kuzeye doğru ise Avrupa'nın en ünlü sahili SUNNY BEACH' ler yer alıyor. Eğlence merkezi sayılan klüpler burada.


Burgaz'a geldiğinizde ise Türkiye'ye yaklaştığınızı anlıyorsunuz. Hemen binalar devleşiveriyor karşınızda. Eeee sınırdaşlık bu olsa gerek. Dönüşte Dereköy sınırını zor bulursunuz karanlıkta. Bir tane bile tabela yok ne yazık ki. Neyse bu sefer kaybolmadan bulduk sınırı. Oh, nihayet ülkemize geçince ışıl ışıl bol tabelalı yollara kavuştuk. Şimdi diyeceğim ki , vallahi yol yapmış bizimkiler :)

Not: Gezinin en özel anı ise ŞMGL den mezun sevgili öğrencim Gözde ve eşi Evren ile buluşmamız oldu . Bizi bir öğle yemeğinde ağırladılar. Kısacık sürede çok şey paylaştık yine de.
                   


21 Eylül 2019 Cumartesi

BAKARA MAKARA ARTIK PRAG'DA







''BAKARA MAKARA''  ARTIK PRAG’DA

1970 yılı Bingöl doğumlu. Babası Abdullah. 1974- 1979 yılları arasında Adalet Partili Belediye Başkanı. 1985 yılında babası New York’a Kültür Ataşesi olarak atanınca eğitim hayatına New York’ta devam etti.

1990 yıllarında New York’ta bulunan Türk- Amerikan Dernekleri başkanlığına üst üste 2 kez seçilmeyi başaran tek kişi.

The Baruch College of the City ÜN. Of New York, işletme fakültesinde İnsan Kaynakları bölümünde lisans eğitimi aldı.

Recep Tayyip Erdoğan’ın daveti ile Amerika’da ki düzenini bozup Türkiye’ye geldi. Özal’ın prensleri ekolünden sayılabilir kendisi.

2002’de AKP’ den milletvekili seçildi.

T.C Devlet Bakanı ve baş müzakereci,

AKP Dış İlişkiler ve Dış Temsilciliklerden sorumlu genel Başkan Yardımcısı, AKP Merkez Yönetim Kurulu üyesi

AKP Merkez Karar ve Yürütme KURULU ÜYESİ

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Dış İlişkiler Danışmanı

Başbakan’a yurt dışı gezilerinde tercümanlık yapan, her seferinde başını derde sokan adam,
Türkiye ABD Parlamenterler Asamblesi Transatlantik kom. Başkanı

NATO PaTürk Grubu Başkan Yardımcısı…

Herhalde etkilendiniz, belki de gurur duydunuz, belki de hayıflandınız biz niye bu kadar başarılı olamadık diye. Okurken bile okuyamıyorsunuz bir yerden sonra. O kadar dolu bir CV yani…
Bahsettiğimiz kişi anlamışsınızdır tabi ki, Egemen Bağış olur kendileri. 23 Nisan’da doğduğu için bu ismi vermişler ona.

Amerikan rahatlığını üstüne oturtmuş, suratına da alaycı bir ifade kondurmuş, ağzına geleni söyleyebilecek kadar çiğ, suratına yediği yumurtalar kadar çiğ bir adam Egemen Bağış.

Başbakanıyla jargon yarıştıran, ondan destek alan, sarf ettiği bütün sözler aslında ‘’ beni görevden alın, almanız lazım’’ diye bağıran adam.

Fethullah Gülen için, Türkçe Olimpiyatlarında ‘’ Atatürk adına nutuk atmaktansa hayallerini gerçekleştiren ve vatan hasreti çeken zatın önünde saygıyla eğiliyoruz ‘’ diyen adam. ( pardon da, bu fetönün siyasi ayağı sayılmaz mı ki )


‘’Ocağına ateş düşen sadece 11 şehidin annesi değil, 30 yıl bunu söylemedik, peki ne oldu? Onların da TC kimliği var’’ diyen adam ( biz söyleyince terörist olduk)

28. 11 . 2011’ de  Mesleki Eğitim programı Da Vinci  programında ‘’ Geçen gün kamyon sürdüm, Leonardo Da Vinci, ‘’ esprisini yapan adam,

Karikatür krizinde ‘’onu münasip bir yerine sok ‘’ diyen bir büyükelçi. ( Türkiye’de karikatür yüzünden yargılanan gazeteciler var, diyen Hollanda’lı milletvekiline söylemiştir)

Sarko’ya ‘’ sana kapak olsun’’ diyen bir dış işleri uzmanı,( Ermeni Tasarısını kabul eden Fransa’ya yaptırım uygulayacağız diyen Başbakan’ın gazına gelip attığı twitt)

‘’Türkiye’de tutuklu bütün gazeteciler ya tecavüzcü, ya banka soyguncusu ya da katildir’’ diyen bir bakan. ( bu arada tecavüzcü gazeteci Hüseyin Üzmez tutuklu değildir J)
Avrupalılara sabun kafalılar diyen,

Twitter kazaları ile gündem olan , ‘’ Her Cuma bir ayet sallıyorum,'' BAKARA, MAKARA ‘’ diyerek halkın dini değerleri ile dalga geçebilecek kadar  diplerde yüzen bir seçilmiş milletvekili,

Uluslararası soyguncu, rüşvetçi, Reza Zarrab’ın ‘’ Sayın Bağış’tan banka işlemleri için yardım istedim ‘’ dediği, 1,5 milyon dolar rüşvet verdim, diye ifade verdiği bir insan, Bayraktar, Çağlayan ve Muammer Güler ile beraber hakkında yolsuzluk ve rüşvetten gensoru oylaması yapılan adam,         17- 25 Aralık olayları sonucu istifa eden bir bakan (ama tabi ki, 20 Ocak 2015’ te yapılan bu oylamadan bu az bulunur insanları yüce divana göndermeme kararı çıktı.)



KKTC ‘den vatandaşlık alan bir Türk siyasetçi, hem de ABD vatandaşı,

Dış Politikada üst üste gol yememize sebep olan adam…

Son twittin’de ‘’DURMAK YOK ‘’ yazmış. Durmak yok …

Albert Camus’un ‘’ insanı savunuyorum, çünkü düştüğünü gördüm’’ sınıfına sokulabilir mi ki kendisi, bilemedim.

Bu bulunmaz Hint kumaşı önlenemez başarılarından sonra PRAG büyükelçiliğine atandı.

Hiçbir şey olmamış gibi. Fetö’ye övgüler düzmemiş gibi, Rüşvet Operasyonlarında adı geçmemiş gibi. Sahnelerde boy göstermeye ‘’BAKARA MAKARA ‘’ yapmaya devam edecek kendileri, Başbakanının isteği üzerine.  



AKP İST MV. Mustafa Yeneroğlu ' da Bağış'ın Prag'a büyükelçi atanmasını eleştirerek manidar  bir twitt atmış... 

’’ bilmezler mi ki, Allah onların gizlediklerini de bilir, açığa vurduklarını da ‘’ BAKARA SURESİ, 77… Müslümanların kutsal değerleri ve ilkeleriyle dalga geçenlere saygı göstermemi kimse beklemesin! Hayırlı Cumalar’’ diye.

Peki, bu kutsal değerlerle dalga geçen  saygısız adamı kim atadı Büyükelçiliğe, kim göz yumdu bütün yüzsüzlüklerine. Sayın Başbakanınız değil mi? Halkının dini değerlerini ve duygularını kullanarak oy toplayan partinizin lideri değil mi?  ( SUS PAYI olmasın, ya da kontrol altında tutma, yeni bir rüşvet mesela ) 

Murathan Mungan’ın bir sözü vardır ya  ‘’ Türkiye’de her şey olabilirsiniz, ama rezil olamazsınız ‘’ İşte özeti bu belki de…

Bu yazıyı yazarken gözlerim doldu desem, ağladı ağlayacak hale geldim desem. Ama önce Bülent Çinko der ki, ‘’ sen hiç bu dünyada yaşamıyorsun ki’’

Yenilgi değil hissettiklerim, çaresizlik de değil… Nasıl anlatsam bilemiyorum ki, siz anlamışsınızdır belki de , bilirim.




7 Eylül 2019 Cumartesi

KABİLE



                 KABİLE

Kabile gibi yaşıyorduk. Bir türlü kopamayanlar birbirlerinden. 20. yy da olmak, çekirdek aileye dönüş hepsi masal bizim için.  Görürdüm arkadaşlarıma gidince, her çocuğun odası ayrı ve bazılarının banyosu bile vardı. Duvarlarında posterler asılı, özel gardıropları, çalışma masaları. Herkes odasına çekilir, anne baba, çocuk özel hayatını yaşardı.  Hem kıskanır, hem de özenirdim. Onlar hayalleriyle baş başa kalabilir, kafasını dinleyebilir, sevgilisi terk ettiyse hüngür hüngür ağlayabilir, kara sevda çekiyorsa bangır bangır Ferdi dinleyebilirlerdi.

Bizim ev ise tam bir kargaşa ortamıydı. Kim nerede, kiminle bilinmezdi. Hemen hemen herkes her yerde olabilirdi, her kapıdan biri çıkabilirdi. Biri salonda bacak bacak üstüne atmış gazete okurken, diğeri yan odada tesbih sallayıp mevlüt dinliyor, bir diğeri  Dede Efendi’den ‘’her lahza hayalin duruyor didelerimde / takdire nedir çare bu varmış kaderimde’yi  Zeki Müren eşliğinde seslendirirken, iç taraflardan ise amcamın odasından tabi ki, ben bir ceviz ağacıyım, diye Cem Karaca’nın sesi geliyor derinden…

Yalnız kalmak mı bu evde, şaka mı bu?

İstiklal Gazisi dedem Tam İsabet Hüsnü, attığını vururmuş cephelerde, adından anlaşılacağı üzere. Daha yeni çıkarttırabildik askerlik elbiselerini üzerinden yıllar sonra. Çerçeveletip duvara astık da tam girişe, antreye,  madalyalarla beraber, herkesin görebileceği yere, öyle razı edebildik.

Tam İsabet Hüsnü’nün karısı babaannem Şaziye Hanım ise saray kökenlidir kendileri. Yani o öyle der, biz de hı hı hı deriz. Bana da sen asil soydan geliyorsun, paşa dedem derdi ki, biz zamanında… Diye başladı mı yavaş yavaş sıvışır dağılır etrafındakiler.

Gel gör ki bizimle yaşayan ananem ise Diyarbakırlı bir aşiret reisi torunu olduğunu söyler, saraylı babaannemin karşısına dikilir. Toprak ağası babasını anlatır da anlatır. Sen der bana, Diyerbekir kökenlisin, unutma. Babaanneme de yan yan bakar bunları söylerken.

Asla tayyörlerini üzerinden çıkarmayan, saçlarını ise  her sabah ince uçlu bir tarakla krepe yapıp, sprey ile kabartan halam ise anneanneme dudak büker köylü diye.

Ama her şey gizliden gizliye olur bu evde. Hele bir hır gür çıksın Tam İsabet Hüsnü var tepemizde. Halam da evlenemeyip  bu kabileye esir düşmüş resmen. Ama çenesi de hiç esir düşmemiş vallahi, sanırsınız ki memleketin bütün paşaları, tabipleri, mühendisleri, tüccarları onun peşinde koşmuş da o beğenmemiş hiç birini.

Amcamla hırgür kapışıverirler bu konu açılınca.  Amcam deyiverir ona. ‘’ hadi canım, babam verseydi ilk isteyen çapulcuya varacaktın ‘’ kıyamet kopar. Amcam da kabile üyelerinden. Zamanında fakülte okuyorum diye, yollanan paraları yemiş orda burada, bir ara örgütlere katılmış, isyanlar, propagandalar falan… Tam tutuklanacak kaçmış yurt dışına. Kimse haber alamamış yıllarca. Bir gün elinde bavul dayanmış kapıya. Saçları kırlaşmış, tanıyamamışlar bile. Ama o hiç istifini bozmadan kurulmuş evin bir köşesine. Ama çok severim amcamı, evin en eğlenceli kişisi. Bazen küfelerle taşır arkadaşları onu eve, şarkılar, türküler eşliğinde. Gündüzleri ise hep kitap okur, bana da kitaplardan alıntılar yapar durur.  Birkaç ay sonra bir kız çocuğu kapımızda, sarı saçlı, mavi gözlü, ben yabancıyım diye bağıran.  Meğer amcam orada biriyle beraber olmuş, bir de çocuk yapmış, kadın da ben bakamam diye göndermiş amcama. Kabilemiz büyüyor, ne mutlu bize.

Büyük amcam ise, kavruk amca, derim ben ona, dedemin peşinde, tıraş mı olacak dedem, havlusunu getirir kavruk amcam, kahve mi içecek tam İsabet Hüsnü  kahvesini sadece o yapar dedeme. Nasıl iş bu derdim, kendi kendime. Bu amcam da çok yalaka falan diye  düşünürdüm, bizim çağa uygun olarak. Sesli söyleyince de babaannem çok kızardı, ne biçim laflar bunlar, senin gibi saraylıya yakışır mı?

 O amcam bize hiç benzemezdi, gerçekten de kara kuru kavruk bir adamdı, , eciş bücüş bir şey. Babaanneme takılırdım, babaanne bu sütçüden mi, diye. Bir terlik yerdim kafama. Meğerse amcam değilmiş ki gerçekten de. Savaş zamanı dedemin taburundaki askerlerden biriymiş. Doğudaki köylerden birinden. Daha tuvalet nedir, Türkçe nasıl konuşulur, sağı neresi, solu neresi, hiçbir şey bilmediğinden taburun alay konusuymuş. Dalga geçerler, itip kakarlarmış kavruk amcamı. Tam İsabet Hüsnü, arka çıkmış bu delikanlıya, kıyamayıp himayesine alıvermiş. Kimse dokunamamış bir daha. İnanmayacaksınız ama hala işte dedemin himayesinde. Kaç kere göndermiş dedem, biletini alıp memleketine. Birkaç gün sonra hep geri dönmüş elinde bavulu. Kendi götürmüş kaç kere taa evine… Birkaç gün sonra yine otururken bulmuşlar evin merdiveninde.  Bizimkiler de kabullenmişler en sonunda, Kabilenin bir üyesi yapmışlar onu da.

Hep merak ettim, annem babam niye burada diye. Okumuşlar, meslek sahibi olmuşlar, niye ayrılamamışlar. Sorardım anneme bazen, niye buradayız, diye.
Annem derdi, babana sor.

Babam ise, ben bilmiyorum sebebini, büyü var sanırım, bir giren çıkamıyor bu kabileden, der beni korkuturdu.

Kaçış yolları arıyorum ama bir yandan da korkuyorum. Babamın dediği gibi kimse başaramamış kabileden kaçmayı. Ama denemeden olmaz, amcam gibi. Denerim bir kere, olmazsa, elimde bavulum bende kapıyı çalıp girerim eve,  katılırım  tekrar kabileye…