EVE DÖNMEDEN ÖNCE
bugün pazartesi,
dün pazardı
belki evde kalıp balerin resimleri yaptın
kulağında uzak bir piyano sesi
belki neşeliydin
belki düşüncen vardı
belki de yağmur gibi inerken hatıralar
herhangi bir köşe başında
bana rastladın
ben senin hayatına muhalif bir rüzgâr gibi girdim Attila İlhan
Bugün pazardı. Evde kaldığı mı nereden bildi ki şair? Ama resim yapmadım, uzaktan piyano sesi de gelmedi kulağıma, evet gerçi an an değişti ruh durumum. Neşeli de oldum, gamlı da. Sabahın kör şafağında kendini sokaklara atarken kış kendini daha göstermeden yataktan çıkıp serin havayla karşılaşmak istemez haldeyim. Akşamüstüne kadar evde pinekledim. Sokaklar bana küskündür eminim. Çay bahçeleri, hep anlattığım sarı Sarman da kırılmıştır, arkamdan konuşuyordur: " ilk yağmurda terk etti, İlk fırtına da kapandı evine. Nankör insanoğlu," diye.
Pinekleme anlarımda boş durmadım yine de. Bir kitap okudum. " Seni İçime Gömdüm" Sevmek çeşit çeşittir ya. Herkesin aşkı kendine özeldir ya. Bu başka bir şeydi işte. Sevdiği kadın öldükten sonra, " Onu sevmekten kurtulmak istiyorum artık," dedirtecek kadar çaresizlik yaşatan bir sevgi. Ve farklı bir coğrafya da geçmesine karşın kendinden olmayanı ötekileştirme, tüm insanları aynı şekilde kucaklamayan sahte dinler ve ibadethaneler, yoksulluk ve zenginlik... Dünyayı değiştirmek için boşuna uğraşılıyor gibi geliyor bazen. Çabalayan insanları görünce bir duygu yelpazesinde gidip geliyorum. Çoğunlukla umut, bazen de onlar adına üzüntü. Sevdiğim bir arkadaşım her genel seçim öncesi gününü gecesine katarak çalışır, bu sefer kesin kazanacağız, diye. Ve her seçimden sonra sonuçlara değil de daha çok onun hayallerinin yıkılmasına üzülürüm sanki. Nasıl geldim ben bu konuya? Nereden geldiği belli olmayan kelimeler, cümleler nasıl da sürükledi çözümsüz bir dünyaya. Evet, bir kitap, kitapların gücü işte. 140 sayfalık bir kitap nerelere savurdu beni. Bu duygu sağanağından kurtulmak için soğuk da olsa çıkmalıyım dedim ve yazın bittiğine iyice inandım bu gün. Üst üste giydim güz kazaklarımı, üzerime bir mont çektim ama yine de attım kendimi sahile. Islak kırık parke taşları, aydınlıkta ışıldayan şaşkın sokak lambaları…”Oturabilmek için sıra beklenilen kafeler bomboş, şemsiyelerin eli kolu bağlı bir duvar dibinde, sandalyelerin boynu bükük. Ellerim cepte hızlı hızlı yürüyünce ısınıyorum. Gökyüzü bir ara aydınlanıyor, güneşin görsel şölenine izin verecek sanırım bulutlar. Nemrut tepelerinde de güneşi batırdım ama “Erdek'te bir başka dedim her seferinde. “ Boynu büküklerden birini çekip oturdum Bambu'ya. Sıcak çay bardağı avuçlarımda, dumanı yüzümü yalayıp geçiyor. Sarı Sarman, oyuncu kedi hepsi burada. Ateş de ara ara geçen hemcinslerine laf atıyor. Hav hav hav… Çabucak soğuyan çayı bir yudumda içiyorum. Karşıda oturan bir çiftte gözüm. Kalkmayacaklar mı daha, üşümediler mi acaba... Kızın ellerini avucuna alıp hohluyor delikanlı. Iııh, kalkmaz bunlar, deyip paramı ödüyorum. Artık kış, evine dönme zamanı, diyorum. Eve dönme zamanı… Kısacık ama kağıttan fırlamış, hayatın içinde, dua fısıltısı gibi bir cümle…
“ben bir leyleğim, uykuda uyanık
güz geldi artık
Göçüyorum yarı uyur, yarı uyanık.” A. Püsküllüoğlu