ANNE, DONDURMA ALIR MISIN BİZE?
Siyah camlı otomobil,
gece hiç dinmeden yağan yağmurdan kalan su birikintisine hızını kesmeden daldı,
durakta bekleyenlerin üzerlerine çamurlu suları sıçratarak hala uyku mahmurluğu
çekenlerin uyanmalarını sağladı. Yarım
saattir otobüsü bekleyen atkuyruklu erkek öğrenci arkasından okkalı bir küfür
sallarken 4a numaralı otobüs nazlı nazlı yanaştı durağa. Gülbahar önündekileri itekleyerek hamle
yaptı, ama sağdan soldan kaynak yapanlar yüzünden ilerleyemedi bir türlü. Şoförün, “ Arkaya doğru gidin kardeşim,”
sözleri homurdanan otobüsün sesinde kayboldu, körüklü kapı umursamaz biçimde
kapandı bekleyenlerin suratına. Otobüsün ardından, “ Durun, durun, binmem
lazım, geç kalmamalıyım, servis beklemez sonra,” derken aklı bu iş uğruna evde
yalnız başlarına bıraktığı iki çocuğundaydı.
“Kızım, kardeşine dikkat et. Yemeklerinizi
hazırladım. Sakın açmayın kapıyı kimseye.”
“ Merak etme anneciğim.
Peki, uslu durursak, dondurma alır mısın bize?”
“İşe başlayayım hele
bugün. Ne isterseniz alırım.”
Sabırsızca ileri geri
yürüyor, otobüsün geleceği yöne doğru bakıp, “Hadi gel artık, hadi,” diye
söyleniyordu. Uzaktan 4a’yı görünce kalabalığı yararak, çevresindekilerin
sitemli konuşmalarına aldırmadan öne geçip kendini içeri attı. Arkasındaki
adamın çürük dişinden yayılan nefesinin kötü kokusu midesini kaldırdı. İtişmeler,
kakışmalar arasında virajlarda sertçe savrularak gidiyorlardı. Ani bir frenle
yalpaladı otobüs. Uyuklayan gencin üzerine düşerken, nefesi kokan adam tuttu
kolundan. Otobüs hafifçe yanlayıp durduğunda, “ Ne oldu?” , “Kaza mı yaptık ?” sorularıyla yolcular öndekilerden
bilgi almaya çalışıyordu. Gülbahar sıkıntıyla saatine baktı. Nereden çıktı bu kaza? Nasıl yetişeceğim
şimdi? Asla beklemezler beni. Niye beklesinler ki. Yüzlerce işçi var sırada.
“Kapıyı aç, inelim hiç olmazsa” diye bağırdı bir genç. “Derse yetişemeyeceğim
bu gidişle.”
Şoför ’ün, “Bekleyin,
yarım saate kadar sizi almaya gelecek başka bir otobüs,” sesi ile homurdanmalar
da başladı. Gülbahar içini bulandıran ensesindeki kokudan kurtulma niyetiyle
otobüsten inerek kaldırımın kenarına oturduğunda adam da peşinden inmiş,
tepesinde dikilmişti. Başından iyice kaymış mendil başörtüsünü düzeltti; kafasını kaldırıp ters ters baktı. Adam bir
eli cebinde diğeriyle siyah, uzun, gür bıyıklarını burarak süzüyordu kadını.
Kocasının göğüslerine
batan sert sakallarını düşünüp irkildi, pavyon mezesi kokan ağzıyla karısının
memelerini öpmeye çalışırken sızar kalırdı adam. Kimi zaman çorbanın, bazen
kadının soğukluğuna laf eder, basardı tokadı.
İki kere kaçma teşebbüsünde bulunmuştu.
Sabah çocuklarını alıp sokaklarda dolaşmış ama karanlık basınca evdeki
kurda razı vaziyette geri gelip, dönmekte zorlanan paslı kilidi çevirerek
hüzünle gıcırdayan kapıdan girmişti.
Gülbahar’ın otostop
çekmeye başlayan genç çocuğa, “Yeni Bosna’ya nasıl gidebilirim başka türlü
acaba?” diye sorduğunu duyunca bıyıklı yanına sokuldu. “İsterseniz bir taksi çevirebilirim size.”
Gülbahar kaçtı kalabalığın yanına. Saatine baktı, kendilerini Tekirdağ’daki
fabrikaya götürecek olan servis çoktan kalkmış, gündelik alacağı yüz elli lira kuş
olmuş, kanatlanıp uçmuştu.
O gece zil zurna sarhoş
eve gelen kocasının vurmak için kalkan kolunu tutması kolay olmuştu. Yıllardır
biriktirdiği öfkesinin gücüyle itti. Adam kafasını masanın kenarına çarpıp
düşünce kanı yeşil halının üzerinde ilkbahar da açan kır gelincikleri gibi
yayıldı. Alelacele bir çanta hazırladı; çocuklarını uyandırıp, “Nereye gidiyoruz
anne? ” sorularının eşliğinde otobüs garajına doğru ürkmüş bir halde arkasına
baka baka hızlıca yürüdü. İki bilet alıp bitkin bir şekilde koltuğa yerleşti; buğulanmış camları avucunun içiyle sildi. Yolcuların
sepetlerini, denklerini, yükledikten sonra karanlıkta hareket eden arabada,
ter, ekşi çorap, ucuz altın damla kolonyası karışımı bir kokunun ağırlığı ve
yerel ağızda söylenen yanık türkünün sözleri ile ağırlaşan gözleri kapandı.
Yıllar önce bir kez babası ile geldiği halasının evine gidecekti. Kocaman Boğa Heykeli’nin yukarıya doğru çıkan
caddesinin üzerindeki bir apartmanının kapıcısıydı eniştesi.
Belediye otobüsünden
inen yolcular şikâyet ediyor, söylenip duruyorlardı kaldırımda. Bir an önce eve döneyim. Fakirin işi hep
ters gider işte. Bakalım bir daha böyle bir fabrika işi karşıma çıkacak mı? .
Çok zor artık. Off Allah’ım, ne zaman işlerim rast gidecek
benim? Şimdi yine gündelikçiliğe talim. Ters istikamete yönelerek sağ
tarafı ezilmiş topuğuna basa basa yürüdü. Kalabalığa karıştı. Halasının kıt
kanaat yardımları sayesinde eski, rutubetli, penceresinin yarısı sokağı gören
bir bodrum katına yerleşmişti. Evde olduğu zamanlar cama başını yaslar, gelen
geçenlerin ayakkabısına bakıp hayatları hakkında hikâyeler uydururdu. Boyalı,
boyasız, dikişleri atmış, yumurta topuklu, sivri burunlu, rugan, mokasen ayakkabılar…
Yatağına yorgun argın yattığında o geceyi hatırlayıp uykuları kaçsa bile bir
dağın tepesinde kavuşabileceğini düşündüğü huzurla yaşıyordu bu loş evde.
Komşuları Gülbaharların
evinde hiç hareket göremeyince meraklanıp, seslenmişlerdi önce. Kapıyı açan
olmayınca hafifçe ittiklerinde kapı gıcırdayarak aralandı. Hafif bir inleme
sesi geldi kulaklarına. İçeri girdiklerinde kafasının arkasından kan sızan adamı
yerde yatarken buldular. Ameliyat sonrası sağ tarafına inen felç yüzünden yarım
yamalak konuşarak, “ Beni o kaltak karı öldürecekti az daha, saldırdı bana,” demeye
çalışsa da anlaşılamamıştı bir türlü. Adamın eziyetlerinden, mahallede
çıkardığı kavgalardan bıkan, her zaman Gülbahar’a arka çıkan komşuları sustu. Her
ay maaşını elinden alan, kolundaki bileziği zorla çıkarıp kumarda kaybeden
adamın gözü yaşlı anası da “Su testisi, su yolunda kırılır,” deyip gelininin
ardından gözyaşı döktü, dualar etti, işleri rast gitsin, diye.
Evinin sokağına
girdiğinde pencereden bakan kızlarını gördü. Kızıl saç örgülerini, çilli burunlarını cama
dayamış gelen geçenin ayakkabılarını inceliyor, kadınların ipek çoraplarını
hayretle birbirlerine gösteriyorlardı. Onları görünce içindeki sıkıntı dağıldı,
yüreği şenlendi. O sırada kapıdaki zilleri inceleyip, bir şeyler konuşan iki
polisi fark etti. Yoksa yoksa… Benim için
mi geldiler ki? Ama kimse şikâyetçi
olmadı, kaza diye kayda geçti diye haber gönderdiler. Anacığı bile şikâyetçi
olmadı, demişlerdi. Sende inandın, aptal
şey. Ama inanırım tabii. Zavallı kadın. Neler çekti o hayırsızdan. Onu
doğuracağıma taş doğursaydım, derdi. Keşke imkânım olsa seni de getirsem buraya
anam. Fakat söz veriyorum, güzel bir iş bulursam alacağım buraya… Eyvah,
bekliyorlar kapıda. Offff ya! Bak işte, bırakmadılar peşimi. Polislere ne
anlatacağını düşünerek kalp çarpıntıları eşliğinde ağır ağır yürüdü. Buraya kadarmış, elbet bir sonu gelecekti. Acaba
uzaklaşsam mı görünmeden? Ama çocuklarım… Ne yaparım, onları kime emanet ederim
ki? Yok, yok, halam, halam bırakmaz
onları… Kapıya doğru ilerleyip önlerine geldiğinde, “Mehmet Durmaz burada mı oturuyor? Zilde
adını bulamadık da,” sözlerini duyunca eli ayağı boşaldı, kapıya tutundu. Sesi titreyerek, “ Ben de yeni taşındım,
bilmiyorum. Yönetici dördüncü katta oturuyor. Ona sorabilirsiniz.” İçinden derin bir ohh çekti, vücudunu esir
alan gerginlik uçup gitti. Ağır demir
kapıyı itip merdivenlerden üçer beşer indi. Kilidin sesini duyunca sevinçle zıplayan
çocuklarının, “ Dondurma aldın mı anneciğim?” çığlıkları arasında içeri girdi. “ Durun, durun, bağırmayın. Ne yazık ki
alamadım.” İki kız çocuğu hayal
kırıklığı ile susup, dudaklarını büktüler, küçük olanın gözleri sulandı, küskün
baktı annesine. “Almadım, çünkü pastaneye gidip yiyeceğiz
dondurmaları,” deyince,
“Yaşasın” sesleri yankılandı,
“Ben çikolatalı yiyebilir miyim anne?” sorusu yayıldı apartman boşluğunda.